İşçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma günü olan 1 Mayıs’ı, okunması ve hayata uygulanması gereken birçok dersle birlikte geride bıraktık. İşçi sınıfının 1 Mayıs’ı alanlarda sahiplenmesinden başta Kürt halkına dönük saldırganlık olmak üzere ülkede hakim olan savaş atmosferine dönük uzaklığına, konfederasyonların ve sendikaların tutumlarından devrimci, demokrat ve yurtsever kurumların konumlanışına kadar değerlendirmeye muhtaç bir tablo var önümüzde. Sadece 1 Mayıs günü bile 7 işçinin güvencesiz çalışma koşullarından kaynaklı yaşamını yitirdiği, bir günde ortalama 3 işçinin işçi cinayetine kurban gittiği coğrafyamızda 1 Mayıs’ın yaşamsal bir öneme sahip olduğu görülmelidir.
Diğer yandan 1 Mayıs, 8 Mart ve Newroz gibi, devletin halkın örgütlü güçlerinin elini-kolunu bağlama, dizlerinin üzerine çöktürme planına karşı daha kapsamlı bir ayağa kalkışın, direnişin sergilendiği/sergilenmesi gerektiği bir gündür. Katliamlarla, canlı bomba saldırılarıyla halkı sokağa çıkmaya ürker hale getirmeye çalışan devlet; devrimci, demokrat ve yurtsever güçleri de bu cendere içinde boğma derdine düşmüştür.
Ortaya çıkan 1 Mayıs iradesi, devletin kendisi için yaratmak istediği “dikensiz gül bahçesi”nin mümkün olmadığını göstermiştir. Devletin saldırganlıkta sınır tanımazlığı, Cumhurbaşkanı R. T. Erdoğan’ın her fırsatta tüm muhalifleri “terörist” ilan etme ve “gerekenin yapılması” talimatı vermesi tam da hala istedikleri “dikensiz gül bahçesi”nin yaratılamamasıyla ilgilidir.
“Laiklik” mi? “Dindarlık” mı?
Bugünlerde halka adeta dayatılan bir gündem de “laiklik” oldu. “Dindar nesil”den sonra bu kez de AKP’li İsmail Kahraman’ın konuşmalarında sarf ettiği “İslam ülkesiyiz” söyleminin ardından “dindar anayasa” kavramını dillendirmesi “şeriat-gericilik” ile “laiklik-ilericilik” tartışmalarını yeniden ateşledi. İşçi-emekçilerin haklarını gasp etmede, Kürt ulusu başta olmak üzere çeşitli milliyet ve inançların yok sayılmasında ve yok edilmesinde, devrimci ve yurtseverlere saldırmada ortaklaşan egemen kliklerin bu yapay ayrımlarını halka dayatmasının önüne geçmek gerekiyor. Katliamlar, yasaklar, ablukalar ile sıkışmışlığı arttıkça saldırganlaşan faşizm, bunun üzerini örtmek için böylesi gündemler yaratmaktadır.
Kaldı ki “laiklik” olarak adlandırılsa da TC’nin İslamiyet’in Sünni mezhebini her dönem referans aldığı bilinmeyen bir durum değil. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın varlığı ve misyonu AKP ile başlayıp AKP gittiğinde sonlanacak bir durum olmadığına göre TC’nin kurucu partisi CHP ve ayrıca MHP gibi halk düşmanlığı tescilli tüm faşist duzen partilerinin savunduğu bir “laiklik” ile “dindarlık” tartışmalarının; kliklerin çatışmalarının yüzeye vurma yöntemlerinden biri olmasının dışında hiçbir kıymet-i harbiyesi bulunmamaktadır.
Kopuş ve yol açmak…
Devlet “dikensiz gül bahçesi” yaratamadığı ve savaşın dozunu artırdığı T. Kürdistanı’nda ciddi kayıplar vermeye devam ediyor. Nîsebîn başta olmak üzere Hezex, Gever, Sûr, Şirnex hala direniyor ve DAİŞ kaçkınları, 90’lı yılların JİTEM artıkları ile güçlendirilen TC ordusuna buraları dar ediyorlar. Verilen sayısız kaybı gizleyen devlet, saldırılarının kapsamını genişleterek bir süredir “dokunulmazlık” tartışmaları ile tehdit ettiği meclisteki HDP varlığına dönük fiziki saldırıya geçmiş durumdadır.
Mecliste HDP Şirnex Milletvekili Ferhat Encü’nün konuşması sırasında başlayan saldırı bir sonraki gün, dokunulmazlık görüşmeleri sırasında da sürmüş, “yumrukların konuştuğu” bir ortamda HDP’liler linç edilmeye çalışılmıştır. Kürt ulusunun silahlı direnişini bastıramayınca senelerce “Dağdan inip düz ovada siyaset yapsınlar” gibi söylemlerle demokratik mücadele yollarını açtıklarını iddia edenler, 1990’lı yıllarda Leyla Zanaların mecliste gözaltına alınarak tutuklanmasına benzer bir politikayı hayata geçirmeye çalışmaktadırlar.
Sokağa çıkma yasakları eşliğinde süren katliamların dışında sadece son bir haftada işçilerin Kürtçe konuştuğu için hastanelik edildiği, AmedSpor yöneticilerinin TFF tarafından organize edilen bir maçta lince uğradığı, 1 Mayıs alanlarına HDP flamalarının, üzerinde T. Kürdistanı’nda direnişin sürdüren bölgelerin yazılı olduğu ya da Kürtçe yazılı pankartların alınmadığı bir ülkede Kürt ulusunun var olmak için verdiği mücadeleye dönük düşmanlığın açık bir göstergesidir meclisteki düşmanlık. Gezi İsyanı’nın ardından HDP’nin devrimci ve demokrat güçlerle ortaklaşa verdiği mücadele ile tüm engellemelere rağmen meclisteki 3. parti konumuna gelmesi, demokrasi mücadelesine kazandırdıklarıdır hedeflerindeki…
Diğer yandan T. Kürdistanı’nda katliamlar, göçe zorlamalar ve talanla yapmaya çalıştıkları sınır bölgelerini boşaltma ve Kürt ulusal hareketinin rengini verdiği Rojava Devrimi’ni boğma politikası, bugün aynı zamanda Kilis üzerinden sürdürülmektedir. Yakın bir geçmişte açığa çıkan MİT müsteşarlarının ortam dinleme kayıtlarında “Gerekirse Suriye’ye dört adam gönderirim. Türkiye’ye 8 füze attırır, savaş gerekçesi üretirim” söylemindeki rahatlık TC devletinin bu tür Alicengiz oyunlarında ne denli “yetenekli” olduklarını göstermektedir. DAİŞ eliyle bölgeyi bombalatıp sınırı insansızlaştırmak TC’nin yapabilecekleri arasındadır. Devletin tüm bu politikları halkımıza ölüm ve zulüm olarak fatura edilmektedir.
TC devletinin faşist mirasını devraldığı İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Ege’den Yunanistan’a sürgün ettiği bir Rum ailesinin çocuğu olan ve İzmir doğumlu şair Yorgo Seferis’e ait şu satırlar o dönemdeki kimsesizliğin ruhunu taşımaktadır: “Artık sessizlik bile senin değil, değirmen taşlarının dönmez olduğu bu yerde…”
Yaratılmak istenen bu ölüm sessizliğine, bu göçe, bu kimsesizliğe izin vermemek, buna barikat olmak devrimcilerin omuzlarında bir sorumluluktur. Komünist önder İbrahim Kaypakkaya’nın katledilişinin 43. yıldönümünde, sistemden kopuşun adı olan Kaypakkaya’yı tam da onun bu yönüyle yaşatmak ve bu ölüm sessizliğinden kopmak ve yol açmak gerekmektedir.