Arkeolog, tarihçi ve siyasal düşünür Neil Faulkner’in, kendisine “Faşizm geri mi dönüyor?” sorusunu yönelten State Of Nature’a verdiği yanıt değerlidir: “Faşizm geri dönüyor mu? Belki de. Ama tarih determinist bir şekilde ilerlemez. Önümüze yapılması gereken bir dizi tercih koyarak gelişir. Ancak 1930’ların bu filminin ağır çekimde yeniden gösterimde olduğu da doğru görünüyor. Ekonomik durgunluk, artan toplumsal çürüme, uluslararası düzende bir kırılma, artan silahlanma ve savaş harcamaları ve eli kulağında bir iklim felaketi ile belki de 1930’larınkinden daha zorlu bir dünya kapitalist krizi ile yüz yüzeyiz.”
Burjuva demokrasilerin bile yüzlerindeki maskenin çoktan eskidiği ve ekonomik-siyasi kriz nedeniyle giderek aşındığı başta emperyalist-kapitalist ülkelerde olmak üzere faşist örgütlenmeler daha fazla zemin kazanıyor. Devrimci ve emek hareketlerinin neo-liberalizm sürecinde aldığı darbelerle yaşadığı zayıflamanın bir sonucu olarak zemini yeniden dünya çapında güçlenen faşizmin, ırkçılığın, milliyetçiliğin devrimci ve sosyal demokrat örgütlenmelerin yokluğundan, güçsüzlüğünden beslendiği ortadadır. Öncü sınıf proletarya ve emeğin etrafında örgütlenmeyen her kitle, yabancılaşma ve ümitsizlik çukuruna yuvarlanmaya mecbur edilmektedir.
Faulkner, cevabının devamında son aylarda dünya çapında sıkça dile getirilen toplumların “topyekûn faşizme dönme potansiyeli”ne dair fikirlerini ifade ediyor. “Sağın hiçbir çözümü, önerecek hiçbir şeyi yok. Siyasetlerinin özü bu nedenle işçi sınıfını birbirine düşürmekten, kadınları, yoksulları, engellileri, etnik azınlıkları, Müslümanları, LGBT’leri, göçmenleri, mültecileri vb. günah keçisi yapmaktan ibaret. Farklı yerlerde farklı biçimler alıyorlar. ABD’de Trump. Brtianya’da Brexit. Fransa’da Le Pen. Almanya’da AfD. Ama mesajın özü aynı. Ve silahlı çetelerin sendikaları, solu ve azınlıkları bastırmaya dönük şiddeti ve baskısı ile bunun topyekûn faşizme dönme potansiyeli var” diyor Faulkner.
Ancak faşizmin 1920’lerde ve 1930’larda durdurulabildiğine ve bugün de durdurulabileceğine vurgu yapan Faulkner’in “Her şey ne yaptığımıza bağlı. Görev son derece zorlu: nesillerdir süren finansallaşmayı, özelleştirmeyi, kemer sıkma politikalarını ve çalışan insanlara çektirilen eziyeti geri püskürtecek radikal bir ekonomik ve toplumsal değişim programından daha azı değil ihtiyacımız olan. Faşistleri durdurmak için, sıradan çalışan insanlardan oluşan kitlelere alternatifin mümkün olduğunu göstermemiz gerekiyor: eğer birleşip örgütlenir ve direnirsek, şu an toplumun refahını en tepeye emen süper zengin rantiye sınıfın grotesk açgözlülüğüne karşı durabiliriz ve toplumu eşitlik, demokrasi, barış ve sürdürülebilirlik temelinde yeniden kurabiliriz” cümleleri dünya halklarının devrime olan ihtiyacının güncelliğinin bir başka yorumlanma halidir.
Emperyalist-kapitalist devletlerden Almanya’nın geçtiğimiz haftalarda Afgan mültecileri sınır dışı etmesine tepki gösteren Stuttgart halkının eyleminde “Bizler buralara farklı ülkelerde yaşanan savaşlardan, Taliban veya DAİŞ gibi barbar çetelerden ve faşist rejimlerden kaçarak geliyoruz. Afganistan güvenli ve yaşanabilecek bir ülke değil. Bizi geri yolladıklarında akıbetlerimizden bizi geri yollayanlar sorumludur” diyen Afganlı mültecinin de (9 Aralık, ATİK Haber Merkezi), Suriye’de süren iç savaşa inat fotoğraf sergileriyle direnen ancak son 6 aydır Türkiye’ye göç etmek zorunda kalan ve bir fırında çalışmaya başlayan ama burada da Filistinli yoldaşlarını destekleme adına eylemlere katılmaktan geri durmayan Ahmad’ın da (11 Aralık, Özgür Gelecek) ihtiyacı olan tam olarak bu! Ve faşizme karşı verilmesi gereken birleşik mücadele olmaksızın, egemenlerin halk sınıflarını parçalamak için hayata geçirdiği, hatta devrimci özneler içinde bile kanser kadar tehlikeli birer hastalığa dönmüş yapay ayrımları boşa çıkartmaksızın bunun mümkünatı yoktur!
Şeytan Rıdvan nereye koşuyor?
Ülkemizde İttihat ve Terakki artığı Mustafa Kemal’in öncülüğünde kurulan TC devletinde kurumsallaşmış olan faşist diktatörlük, faşizme karşı mücadelenin bizler açısından her dönem güncel olmasına neden olmuştur. Günümüzde başta Kürt halkı ve ulusal özgürlük mücadelesi olmak üzere işçi ve emekçileri, devrimcileri, ilericileri, kadınları, LGBTİ+’ları, mültecileri hedef alan OHAL’e kodlanmış faşist Kemalist diktatörlüğe maske takmaya çalışanların, onu devrimci önderlerle eş tutma çabasına girerek yalakalıkta son noktaya erme madalyasını alma çabasında olanların gözden kaçırdığı devrimci önderlerin sahipsiz olmadığı, faşistlerin bile buna tahammül edemeyeceğidir.
Bahsini ettiğimiz geçtiğimiz günlerde Habertürk’te “Akılda Kalan” programının konuğu Rıdvan Dilmen’in sözleridir. “Bir Türkiye İşçi Partili babanın evladı” olmakla övünen Dilmen; iktidarı döneminde 13 grevi erteleten, sadece OHAL döneminde 5 grev yasağına imza atan ve “Biz göreve geldiğimizde bütün fabrikalarda grev tehdidi vardı. Bunun için kullanıyoruz biz OHAL’i” diyerek patronlara göz kırpan hırsız-katil bir cumhurbaşkanını her fırsatta övmekten geri durmamakta ve son olarak katıldığı programda şu sözleri sarf edecek kadar pervasızlaşabilmektedir:
“Ben, Tayyip Erdoğan’ı (çok iddialı olacak, belki kafa yapacaklar ama) yeşil parkesiz Deniz Gezmiş olarak görüyorum. Demokrat, sol görüşlü bir insan görüyorum. Baktım Deniz Gezmiş’e… Filistin’e gitmiş, kampa gitmiş. Amerika’yla savaşıyor Deniz Gezmiş. Sosyal demokratlar, Amerika’ya hep ‘emperyalizm’ filan diyor. NATO’da iki kişiden bahsedildi. Bir ulu önder, büyük Atatürk’ten… Düşman! Bir de Recep Tayyip Erdoğan’dan. Eğer orada kim düşmansa, bilin ki, Türkiye’ye büyük hizmetler veriyordur.”
Elbette Türkiye Futbol Federasyonu Başkanı olmak için egemenler önünde şaklabanlık yapan, takla atan ama parka bile diyemeyip parke diyen Dilmen’e uzun uzun laf anlatmak değil amaç. Hangi sınıfa hizmet edeceğini uzun süre önce belirlemiş olan “sahaların şeytanı”na ilk tepki yine kendi sınıf temsilcilerinden geldi. Aynı sınıftan olmalarını kanıtlamak istercesine “parkasız” diyemeyerek “pankartsız” diyen MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, Dilmen’e “Sahadaki şeytanlığını siyasete taşımasın” diyerek, kulağını büktü.
Deniz Gezmiş’in hala halkımızın gönlünde silinemeyecek bir devrimci önder olmasını hazmedemeyen ve aşağılık kompleksine kapıldığı belli olan AKP’li Milletvekili Selçuk Özdağ da Dilmen’e ithafen “Bir konuşmasında Recep Tayyip Erdoğan’ı görünce, ‘Parkasız Deniz Gezmiş’i görüyorum, parkasız Deniz Gezmiş’e benzetiyorum’ dedi. Rıdvan kardeşim, ‘Recep Tayyip Erdoğan’ı parkasız Deniz Gezmiş’e benzetiyorum’ demek Recep Tayyip Erdoğan’a iftiradır. Bir de benzetiyorum yani Deniz Gezmiş daha üstün, Recep Tayyip Erdoğan buna benziyor. Burada Rıdvan Dilmen boyundan büyük bir laf etmiş. Erdoğan sandıkla gelen adamdır. Deniz Gezmiş ve arkadaşları silahla gelmek istediler” dedi.
Konuşmasının devamında Deniz için “bir dönemin teröristi” diyen Bahçeli ve “Deniz Gezmiş’in Erdoğan’dan büyük olduğu” imasına bile katlanamayan Özdağ’ın bu açıklamaları, Rıdvan Dilmen’e hangi sınıflarla dans ettiğini hatırlatmıştır muhtemelen ancak burada esas olan TC devletinin devrimci önderleri “terörist” olarak görmeleri değil, egemenlerin bile hala Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, Mazlum Doğan ve İbrahim Kaypakkaya gibi devrimci ve komünist önderlerin halk üzerindeki derin etkisine dönük tahammülsüzlükleri ve bu konudaki nefretleridir.
“Parkasız Deniz” değil, “maskesiz faşist”!
Şimdilik Rıdvan Dilmen’in bu yalakalığına bir yanıt vermeyen Cumhurbaşkanı Erdoğan açısından görünen o ki “hava hoş”tur! Halihazırda New York’ta görülmeye devam edilen İran’a yönelik ambargoyu delmek suçlamasıyla Reza Zarrab’ın, TC devletinin ve devlet bakanlarının yargılandığı büyük davaya dönük ilgi ne denli dağılırsa başta yolsuzluk ve hırsızlığın “daniskasını” yapan Erdoğan ve ailesi üzerindeki baskı azalacak, AKP şimdilik yine “kelleyi kurtaracaktır”! Ha bir de Man Adası mevzusu vardır ki, onu örtebilmek için de Kudüs’e sarılmak; ABD ve İsrail’e “Ey…” ile başlayan cümleler eşliğinde Kasımpaşa kabadayılığına başvurulacaktır!
Keza Erdoğan ailesinin, doğrudan karıştığı bir vergi kaçırma ve kara para aklama davası olan Man Adası meselesi Reza Zarrab’a “vatan haini”, “ajanlaştırılmış” demekle çözülebilecek bir New York hikayesi değildir. Erdoğan’ın oğlu, eniştesi, ağabeyi, özel kalem müdürünün; vergi kaçırmak, kaynağı belli olmayan parayı legal hale getirmek amacıyla, Man Adası’ndaki paravan şirkete yatırdıkları milyon dolarlar, belgeleri ile ispatlanmış, buna karşın broşür hazırlayan AKP bile Erdoğan ailesini “ak”lamak için yayınladığı belgelerle bu ispatları güçlendirmiştir.
Bugünlerde “Kudüs’u kurtarmanın kendilerine kaldığı” sitemi ve büyüklenmesi eşliğinde yapılan propagandanın; zaten bir süredir Kudüs’ü, İsrail’in başkenti olarak tanıyor ve onunla ekonomik-askeri işbirliğini sürdürüyor olmasına karşın Filistin halkının kanı üzerinden yapıldığı ve bu efelenmelerinin karşılığının boş bir balon olduğu görülmektedir. Kanayan Ortadoğu’ya, Filistin’e dizlerini vura vura efelenen Erdoğan’ın Kudüs için yapılan eylemlerde katledilen, işkence gören, gözleri bağlanıp meçhule götürülen Filistinli gençlere, çocuklara zerre içinin yanmadığını anlamak için ülkesindeki pratiklere, Türkiye Kürdistanı’ndaki son 3 yılına bakmak bile kafidir. Sadece bu süre içerisinde 368 halktan insanın aralarında bulunduğu 2 bin 360 kişinin katledildiği ve 400 binin üzerinde insanın yerinden edildiği, sanki başka ülkedeki toprakları fetheder gibi gelen kayyımlarla “fetih sembolü” bayrakları belediye binalarına asıldığı, belediyelerin “yüksek güvenlik tedbirleri” ile halktan arındırıldığı ve her belediyenin birer karakola dönüştürüldüğü (DBP’nin “Demokratik Ekolojik Katılımcı Kadın Özgürlükçü Yerel Yönetim Modeli ve Bir Gasp Aracı olarak Kayyum Uygulamaları” raporundan) gerçekliğini bu Kudüs efelenmeleriyle örtmeleri mümkün değildir.
Bunların hepsi bir yana 14 yaşındaki bir Filistinli çocuğun İsrail askerleri arasında gözleri bağlı bir şekilde meçhule götürülmesine öfkelenen Erdoğan, bu ülkede binlerce insanın sokakta ya da gözaltına alınarak “fail-i meçhul” edildiğini ve kendisinin de bunun sorumlularından biri olduğunu bilmiyor olamaz! Ya da o Filistinli genç gibi, geçtiğimiz günlerde Antalya’da gözaltına alınan 19 yaşındaki Murat Araç isimli Kürt gencinin gözaltında “3. kattan atladığı” yalanları eşliğinde katledildiğini duymamış ve bundan keyif almamış olamaz! Kendisi bir TC devlet gerçekliği olan katil-hırsız Erdoğan için “Parkasız Deniz” değil, olsa olsa “maskesiz faşist” denebilir!
Gereken cevabı vermek!
“Maskesiz faşist”in varlığı aynı zamanda “maskesiz faşizm”in de varlığının kanıtıdır. Aksi halde Murat Araç’ın katledilmesinden sadece günler önce TGRT’de Fuat Uğur’la birlikte yaptığı Medya Kritik programında FETÖ-PDY suçlamasıyla yargılananların hapishanede konuşturulamamasından şikayet eden faşizmin azılı kalemşölerinden Cem Küçük şunları söyleyemezdi: “Başka türlü de konuşturma teknikleri var. Sallandır ayağından camdan aşağıya. Bak sana bir tane MOSSAD tekniği anlatayım. ‘Gideon’un Casusları’ kitabında vardı. Ajan yapmak istiyor Filistinlilerden birisini veya Ürdünlü veya Mısırlı olmuyor mesela, kabul etmiyor. Gidiyor ailesinden birini tak diye öldürüyor. Gene yapmıyor, gene öldürüyor. Ondan sonra mecburen… Kaç tane böyle ajanı var.”
Küçük’ün ifadeleri ve ardından Murat’ın katledilmesi, ekonomik ve siyasi krizi yönetemeyen ve köşeye sıkışan TC faşizminin bu dönemki saldırganlığına veri olmaktadır. Verilmek istenen mesaj açıktır: Hiçbir direnişe tahammül gösterilmeyecek; işkencenin her türlüsü olağanlaştırılacak, eğer direnirseniz Cem Küçük’ün talimatları doğrultusunda sonunuz Murat gibi olacak!
Ancak direnenlerin de mesajı açıktır: Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi’nin önderlerinden Ben H’midi’nin “Devrimi başlatmak yeterince zor, sürdürmek daha da zor, en zoru ise onu başarıya ulaştırmak. Ancak asıl zorluklar işte o başarının ardından gelecek” sözleriyle özetlediği zorlukların farkındayız ve bu zorluklara “zor” ile gereken karşılığı elbet vereceğiz! Bu sebeple komünist özne için elzem olan faşizme karşı örgütlü güçlerini dağınıklıktan bir an önce kurtarmak, yaralarını sarmak ve sınıf mücadelesindeki öncü rolüne daha donalımlı hazırlanmaktır.
Görevimiz tek tek Rıdvan Dilmenler, Cem Küçükler ve hatta Erdoğanlar ile “güreşe tutuşmak” değildir! Ancak Deniz Gezmiş’in sırtından indirilip Erdoğan’a giydirilmeye çalışılan o “parka”ya sahip çıkmak zorunludur. O “parka” faşizme karşı devrimci çıkışı temsil ediyor çünkü… Emperyalizme, faşizme, her türden gericiliğe karşı devrimcilikte, örgütlü mücadelede ısrarı ve Muratların öcünü alacak hesap sorma bilincini temsil ediyor çünkü!