Asgari ücret bu yıl öngörülen enflasyon ve IMF’nin “yüzde 30’u geçmesin” telkiniyle Aralık 2024’te net 22.104 TL olarak belirlendi. Asgari ücret bir işçinin alabileceği en düşük ücret olmasına rağmen her zam döneminde komisyon toplantıları ve üyeleri neden bu kadar tartışma yaratıyor?
Asgari ücret 1936’da İş Kanunu’na girmiş, 1951’de uygulamaya geçirilmişti. 1967’ye kadar yerel komisyonlar tarafından belirlenmesi, ülke genelindeki ücretlerde farklılıkların yüksek olması ve farklı bölgelerde farklı işçilik maliyetlerinin olması ve benzeri sebepler nedeniyle merkezden belirlenmeye başlandı.
2000’li yıllardan itibaren milyonlarca işçinin ücreti haline gelmesi ve diğer ücretlerin de asgari ücretin biraz üstünde olması nedeniyle ülke gündemini belirliyor. Bu tarihsel değişimi biraz hatırlayalım.
Türkiye kapitalizmi 1980 darbesinin ardından ithal ikameci dönemi kapatarak neoliberal politikalara geçiş yaptı. Kamu iktisadi teşebbüslerinin özelleştirilmesi, tarımın sanayileşmesi kitlesel iç göçleri tetikleyerek İstanbul, Ankara, İzmir gibi metropollerde nüfus yoğunlaşmasına ve ucuz sanayi ordusunun artmasına sebep oldu. Örneğin, 1980’de 45 milyonluk nüfusun yüzde 46’sı şehirlerde, yüzde 54’ü kırsalda yaşarken bugün Türkiye nüfusunun yüzde 77’si kentlerde yaşıyor.
Bu dönüşüm yalnızca sermayenin değil aynı zamanda devletin, emek örgütlerinin, düzen muhaliflerinin de siyasete dahil olma biçimlerini dönüştürdü. 1980 öncesinde yükselen emek hareketine grev hakkı, sendikalaşma ve çeşitli ekonomik kazanımlar sağlayan örgütlülük ve mobilizasyon süreci darbeyle sekteye uğradı.
Grev yasakları, işçilerin sendikalaşmasının engellenmesi, sendikal faaliyetlerde sıkı denetim, örgütsüzleştirme saldırıları ve bugün işçilerin örgütlenmesini engelleyen 6356 sayılı sendikalar yasasının temelleri o günlerde atıldı.
1980’lerin sonuna doğru işçi ücretlerinin düşürülmesine, güvencesizliğin yaygınlaşmasına, çalışma şartlarının kötüleşmesine rağmen işçi sınıfı 1989 bahar eylemleriyle güçlü şekilde alanlara çıkmış, dönemin hükümetini tavizler vermek zorunda bırakmış ve yeniden sendikaların güçlenmesine zemin açmış oldu.
1990’lar özelleştirmelerin hız kazanmasına, kamu işçilerinin sendikalara yüzünü dönmesiyle grev ve direnişlerin sayısının artmasına yol açmışsa da, TEKEL, PETKİM, TÜPRAŞ, Türk Telekom gibi sektörün devleri özel sektöre geçmiş, limanlar ve havaalanları gibi ulaşım sektöründeki tesisler, bazı kamu bankalarıda özelleştirilerek özel bankalara devredildi. Bu dönüşüm süreçleri yaşanırken, devletin sınıfsal konumu daha da belirgin hale geldi, doğrudan sermaye organı olarak örgütlendi.
Devletin sermaye birikimi içindeki düzenleyici rolü özel kurumlara devredilirken kamusal alan şirketlerin, hükümet dışı örgütlerin ve yerel yönetimlerin oluşturacakları konsorsiyumla düzenlenecekti.
1980’e kadar devlet ile burjuvazi arasındaki ilişkiye yüksek gümrük duvarları, sübvansiyonlar yoluyla sağlanan bürokratik koruma damgasını vurmuş, 1980 sonrasında bu yeni rant alanının şahsileşmiş ilişkilerle paylaşıldı, nihayet 2000’lerin başından itibaren sermaye birikim dinamikleri üzerinde çokuluslu sermayenin doğrudan belirleyeceği şartlar hazırlandı. 2000’lere geldiğimizde çokuluslu emperyalist şirketler ve holdingler toplumun hücrelerine, kılcal damarlarına kadar nüfuz etmiş, ücretlerden kamusal hizmetlere ve üretimin planlanmasına kadar belirleyici olmuşlardı.
Ulusal çaptaki oligarşik yapılar havza havza, mahalle mahalle örgütlendi, Anadolu’yu bir küresel fabrikaya dönüştürdü. Kamu da olabildiğince küçüldü, sendikal örgütlülük dağıtıldı, işsizlik oranları arttı, ücretler ciddi anlamda baskılandı, sağlıktan eğitime kamusal hizmetler büyük oradan daraltıldı.
Bu süreçte, konfederasyonlar da sermayenin Truva atları olarak işlev gördü ve neoliberal politikaların daha az çatışmayla uygulamaya konmasında uzlaşma zeminleri olarak dizayn edildi. Sendikalar artık bir avuç elitin elinde sermayenin “saygın iş ortakları” oldular.
CarrefourSA ve Migros taşeronları 1989 bahar eylemlerinde ve 1990’ların sonunda birer işçi önderiyken, emek ve sermayeyi “uzlaştırmanın” en uysal ve uyumlu aktörleri oldukça sermaye tarafından ödüllendirildiler. Hatta birçok sendikacı holding patronluğuna “yükselecek” kadar kariyer edindiler; yerellerde hem oligarşik yapıların oluşturulmasında, temsiliyetlerin belirlenmesinde ve sendikaların yönetiminde hâlâ aktif birer aktör olarak yer alıyorlar.
İşçiler temsiliyet mekanizmalarından çıkarılırken, devletin tüm birimlerinin sınıfsal konumu belirgin ve gizliliğe dahi ihtiyaç duymayacak şekilde organize edildi. Sendikasından meslek örgütlerine kadar herkesin satın alındığı veya dönüştürüldüğü tabloda, yaklaşık elli yıldır kısmi kazanımlar dışında büyük oranda kaybetmelerine rağmen işçiler direnme eğilimi göstermekten, bağımsız örgütleme zeminleri yaratmaktan ve bugünün ihtiyacını anlayan ve saldırılara karşı yan yana dövüşeceği bağımsız sendikal odaklar yaratmaktan geri durmadı.
2015’te, büyük çoğunluğu Türk Metal sendikasına üye olan metal işçileri bu ilişki biçimlerine ve sendika ortaklığıyla yoksullaştırmaya karşı itirazın güçlü temsil edildiği Tekel sonrası en kitlesel işçi direnişini hayata geçirdiler.
İşçiler, uluslararası emperyalist merkezleri dahi müdahaleye zorlayıp üç metal sendikasını centilmenlik anlaşmasına götürdüler, hükümeti ve MESS’i taviz vermeye zorladılar. İşçilerin hapsedildiği cendereye rağmen bu kitlesel kalkışma sermaye açısından, Gezi Direnişi’nin ardından, fazlasıyla ürkütücü oldu.
Metal patronlarının devlet ve sendikalar eliyle metal işçilerinin ücretlerini dört asgari ücretten bir buçuk asgari ücrete çekmesinin ardından her direnme eğilimi fabrikalarda daha fısıltı olarak dolaşırken eziliyor. MESS, metal işçisi üzerinde tüm aktörlerle tam denetimi sağlamaya çalışıyor.
Çimsataş örneğinde de olduğu gibi her bağımsız kalkışma savaş ilanı görülüyor, tüm direnme eğilimlerine ders olacak şekilde öncüsü ağır bedeller ödemeye zorlanıyor. Ama metal işçilerinin direnme eğilimi asla yok edilemiyor. Devlet-sermaye işbirliği hastalık, deprem, sel, yangın ve kriz dönemlerini işçilerin kazanılmış haklarını ellerinden alacak, yok denecek kadar zayıf olan sendikal örgütlülüğü tırpanlayacak, tazminat ve ücret gibi temel haklara dahi saldıracak fırsatları hiç kaçırmadı.
Sadece sağlık açısından değil her anlamıyla izolasyonun sağlandığı pandemi sayesinde, dayanışma ilişkilerinin zayıflatıldı, düşük olan ücretler daha da aşağıya çekildi, 1930’larda çıkarılmış yasa yeniden aktifleştirerek dört milyon işçiyi işsizliğe ve ücretsiz izine mahkum edecek tarihi fırsat yakalanmış oldu.
Dünya genelinde sermaye hiç olmadığı kadar yüksek kârlar etti. Pandemi ve enflasyon yoluyla işçiler soyulup yoksullaştırılırken, maaşların da yine işçilerden alınan vergi ve fon kesintileriyle ödenmesi fırsatı yakalandı. Bir iki sendika dışında bu saldırıya sendikal merkezlerden tek bir itiraz gelişmedi.
Yine 2022’de ücretlerde iyileştirme ve iş güvenliği önlemleri talepleriyle özellikle sendikasız işçiler seri halde ayağa kalkarak, asgari ücretin bir süre daha yılda iki defa belirlenmesini sağladılar. 2022’deki direnişler uzun yıllar sonra kısa süreli de olsa sendika üyeliklerinde artışa neden oldu. Sendikalar değişen, gençleşen ve asgari ücretlileşen milyonların taleplerine ve direnme eğilimlerine iştahsızlıkla karşılık verirken, işçiler de çalışma bakanı, TİSK ve Türk-İş’in dahil olduğu, kendilerinin hiçbir üyeyle temsil edilmediği komisyon toplantılarından çıkacak zammı bir süredir güçlü bir itiraz geliştiremeden izliyorlar.
Esasen bir süredir uygulanan, kısa süre önce de adı konan “orta vadeli program” (OVP) ile isçiler yeni saldırılarla karşı karşıya. Esnekleştirme ve kıdem tazminatı gaspı sopa olarak işçilerin tepesinde sallandırılıyor, yüksek enflasyon, yüksek vergiler ve patronlara doğrudan sunulan yüksek teşviklerle işçiler yoksullaştırılıyor.
Yerel itirazlar dışında birleşik bir güç olarak sendikalar, partiler ve “emek odakları” OVP karşıtı bir hareket geliştirme konusunda tabandan gelişen talep ve hareketliliği yakalayamıyor. Solun bir kısmı parlamentoya hapsettiği mücadele alanının dışına çıkmayı beceremiyor, bir kısmı da eski siyaset ezberlerini bozamıyor ve bugünün nesnel koşullarını anlayamamış halde kitlelerin karşısında duruyor.
Bugün asgari ücretle geçinemeyen, evdeki çocuğundan dedesine kadar işçileşmek zorunda kalan, işyerlerinde yakınlarını katleden düzene karşı öfkesi her an patlamak üzere olan milyonlarca işçiyi, haysiyet ve onur kırıcı bir ücrete mecbur bırakan bu güç ilişkileridir.
Anadolu’daki küresel fabrikada yaşamın olduğu her alan sermayenin saldırı alanıdır, ücretler ve sendikal örgütlülük tarihinin işlevsiz hale getirilmiş, sermayenin ayak basmadığı bir karış toprak kalmamıştır. Taşeronluk, esnek çalışma, İSİG önlemlerinin maliyet kalemlerine dahil edilmesiyle yasal prosedürleri tamamlamakta yeterli görüldüğü, borçlandırma, yerinden etme ve mülksüzleştirme saldırıları yaygın olarak sermaye tarafından organize ediliyor.
Anadolu halkları hızlıca proleterleştirilerek yoksullaştırılıyor. Grev ve toplu sözleşme hakkı gasp edilmiş, örgütlenme özgürlüğü elinden alınmış, yurttaşlıktan atılmış işçiler, asgari ücreti belirleyebilecek örgütlülükten ve müdahale yeteneğinden yoksundur. Yerel direnişlerde karşısına konan barikatları aşmakta zorlanmaktadır, ama asgari ücret masasında olan Türk-İş başkanı Ergün Atalay’ın da açık mikrofona yakalanırken söylediği üzere sermayenin gırtlağını sıkmaktan da uzak değildir.
Bugün ücretler emperyalist merkezlerce planlanmaktadır, bu sebeple AKP hükümeti de Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı’nın yutkunarak açıklamak zorunda kaldığı asgari ücreti belirlerken IMF’nin yüzde 30 uyarısını ciddiye almak, emir kabul etmek zorundadır.
2025 asgari ücreti kitlesel açlık, çocuk ölümü ve daha uzun mesailerle çalışmak zorunda bırakılan işçiler için kitlesel iş cinayeti demektir. 2025’in ilk ayları şüphesiz 2022 hareketliliğini de aşacak kitlesel direnişlere gebedir.
Bu durum, AKP hükümetinin kemer sıkma politikalarını uygulamadaki kararlılığı, olası hareketliliği karşılamaktaki ve baskılamaktaki hazırlığından da anlaşılmaktadır. Sonucu, mücadele eden ve etmeye niyet eden işçi sınıfının hazırlığı belirleyecektir. Direnme ve kazanma eğilimlerini yükseltecek, yeni motivasyonlar biriktirecek bir politik inisiyatif merkezinin inşa edilmesi, önümüzdeki dönemin mücadele hattını da belirleyecektir.
Bugün gırtlağımıza yapışan egemenlerin gırtlağına yapışacak sınıf hareketini örgütlenmeyi önümüze acil bir görev olarak koyuyoruz. 2025 asgari ücreti temel yaşamsal ihtiyaçlarımızı dahi karşılamayan, her gün onurumuzu zedeleyen gerçekliğiyle karşımızda dururken yapılması gerekeni hatırlatalım.
Yazıyı da Başaran Aksu’nun son Umut-Sen konferansındaki sözleriyle tamamlayalım: “Bir işgale direnir gibi kendi toprağını, suyunu, bedenini, köyünü, rüzgarını savunacak bir sınıf cephesine, sınıf siyasetine ihtiyaç var. Direnenleri yalnız bırakmayacak her yerde birbirinin yanına dizilecek bir güce ihtiyacımız var. Bizim seçime parlamentoya ihtiyacımız yok. Bizim yılmayacak, korkmayacak, korkutulamayacak bir yapıya ihtiyacımız var. Güce ihtiyacımız var. Korkutucu olmaya ihtiyacımız var, korkutucu olmazsak kaybederiz. Korkutucu olmazsak bizim bütün değerlerimizle oynarlar.”
Kaynak: e-komite