Her kesimin kartlarını açıkça masaya koyduğu, havanın iyice ısındığı bir noktaya gelmiş bulunuyoruz. Devlet Bahçeli’nin yol vermesi ile başlayan referandum maratonunda önemli bir zaman kesitini geride bıraktık. Önümüzde yaklaşık 1.5 aylık bir süre var. Önemli gelişmelere gebe bu dönemin, neler getireceğini hep birlikte göreceğiz. Siyasi iktidarın bugüne kadar sarıldığı üslup, yaklaşım ve icraatları kimi tahminlerde bulunmamıza olanak sunuyor.
26 Şubat’ta resmi kampanya programını duyuran AKP’nin aksine şimdiden onlarca ilde mitingler düzenleyen, kalabalıklara seslenen R.T. Erdoğan’ın sürecin ana aktörü olacağı ortada. Erdoğan, AKP’nin yürüteceği çalışmanın ana gövdesi ve taşıyıcısı olacak! O da öyle anlaşılıyor ki, değişiklik paketinin neler getireceğinden ziyade pakete “Hayır” diyenlerin hedef tahtasına konulduğu bir yaklaşımla hareket edecek.
Anayasanın öngördüğü haliyle Meclisteki çoğunluğu sağlayarak referandum sürecini başlatan siyasi iktidar, kendisi gibi düşünmeyen herkesi “terörist” ilan ederek oyuna büyük oranda başladı. İki seçeneğin oylandığı bir süreçte ağzından millet iradesi lafını düşürmeyen bir siyasi hareketin bu tutumu, bahsi edilen “irade”den ne anlaşıldığını yeterince anlatıyor. Madem “Hayır” oyu kullanacaklar, bu çalışmayı yürütenler “terörist”!
Siyasi iktidar, anayasa paketinin içeriğini tartışmaktan kaçınarak, onu boğuntuya getirerek, ırkçı ve milliyetçi damara oynayarak, bilinçleri zehirleyerek zafere ulaşmayı hedefliyor. Kalabalıkların kılcal damarlarına kin, düşmanlık enjekte ederek, onların büyümelerine vesile oldukları korkularını besleyerek safları sıklaştırmanın ve değişikliğe ilişkin soruları geçiştirmenin, 16 Nisan eşiğini böylece aşmanın planı yapılıyor.
Gerilim, kutuplaşma ya da popüler deyimle “kontrollü kaos” bu siyasi iktidarın 2002’den bu yana varoluş biçimi olageldi. Gelinen aşamada özellikle de Gezi İsyanı’ndan sonra bahsini ettiğimiz bu tutumun ağırlığını artırdığından ve neredeyse politikanın en etkin belirleyeni düzeyine terfi ettiğinden söz etmek yanlış olmaz. TC’nin kuruluşundan bu yana Kemalistler tarafından aşağılanan, dışlanan, baskı altına alınan kesimlerin yaşadıkları acı, korku bugünkü iktidar tarafından utanmazca istismar ediliyor. Bu kesimlerin yüz yıllık korku ve kaygıları iktidarda kalmanın, iktidara gelmenin payandası haline getirilmiş durumda. Açıkça iç savaş çığırtkanlığı yapılarak kitlelerin kutuplaşmasına, böyle gerilimin büyümesine zemin sunuluyor.
Başta HDP/DBP olmak üzere “Hayır” cephesinin demokrasi ve özgürlükten yana öznelerine, dahası düzen partilerine bile kapsamlı gözaltı, tutuklama ve sindirme operasyonları devam ederken buna paralel bir şekilde meydanlar, sokaklar, yazılı ve görsel medya bu kesime kapatılıyor. Tüm bunları yapıyor ve daha da şiddetli bir şekilde yapacaklar. Zira haksızlar, ikiyüzlü ve sahtekarlar! Ne kadar bastırmaya, yok saymaya çalışırlarsa çalışsınlar, gerçekler bir yolunu bulup sahneye çıkıyor, çıkacak! Kalan kısa süreyi en verimli şekilde değerlendirmek bu süreci hızlandıracaktır. Bu kapsamda “nasıl bir Hayır çalışması yürütmeliyiz?” sorusu üzerinde düşünmek yararlı olacaktır.
Teşhiri, somuta dayandıralım
Başkanlık, siyasi iktidarın belki de en fazla manipüle ettiği ve de anayasa değişiklik paketine ruhunu veren temel argüman. Değişik evrelerden geçerek son olarak “Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” haline gelen Başkanlık, hükümetin söylemekten imtina ettiği bir kavram. Çünkü, bugüne kadar yürütülen tüm ikna kampanyalarına rağmen Başkanlık, kendi tabanı da dahil olmak üzere geniş halk kesimlerinde istenildiği oranda karşılık bulmadı. Başkana tanınan olağanüstü yetkiler, devletin kilit önemdeki tüm yönetici organlarının tek bir elde toplanması, bilinen ifade ile kuvvetler ayrılığının “yok ediliyor” olması, bu statüye bir tepki doğurdu. Hükümet partisinin bu gerçeğin farkında olduğunu söylemeliyiz. Meydanlarda paketle beraber Cumhurbaşkanı’nın sahip olacağı güçten, bunun yaratacağı olumsuzluklardan bahsetmemeleri de bundan…
Bugün, değişiklik paketinin içeriğini, gerçek anlamda tabanının karşısında savunamayan bir iktidar gerçekliği vardır. Bu yapılamayınca geriye onların yaşam biçimlerine, inançlarına yönelik hassasiyetlere oynamak kalıyor. Bunun sonucunda, Erdoğan kültü etrafında toplanan ve onunla kader birliğinde buluşan bir kitle gerçekliği ortaya çıkıyor. Bundandır ki, referandum çalışmalarında, ajitasyon ve propagandamın merkezine semboller bağlamında kişileri oturtmamalıyız. Siyasi kariyerini ve kitlesi üzerindeki etkisini, gerilim ve kaos politikalarıyla inşa eden ve büyüten bir lider gerçekliği söz konusudur. Başkanlık adıyla ortaya çıkacak olan yeni rejimin koltuğuna oturana vereceği korkunç gücün son tahlilde bugün değilse de yarın destek verenler de dahil olmak üzere herkese büyük zararlar vereceğine vurgu yapmak doğru olacaktır. Yarın o koltuğa muhafazakar kesimi ötekileştiren politikaların mimarlarının oturmayacağının garantisi yoktur.
Hükümet partisinin ideolojik, politik etkisi altında, onunla bütünleşmiş kesimlerden söz etmediğimizi, hedefimizin bu skaladakiler olmadığını söylemeye gerek yok. 15 Temmuz’la birlikte yaratılan girdabın içine çekilerek, çemberin en dışındaki, merkeze en uzak başka bir deyişle “kararsız” diye nitelenen kitle, çalışmalarımızın hedefinde olmalı.
Oylamaya sunulan değişikliğin içeriğine hakim olmak, tartışmayı ortaya çıkacak yeni durumun sonuçları üzerinden yürütmek doğru olacaktır. Söz gelimi, çalışma sırasında “Hayır” çağrısına düşmanca yaklaşanlar ile “Evet” demeyi düşünseler de neden hayır dediğimizi merak edenler, evet konusunda kararsız olanlar arasında ayrım yapmalıyız. İlkine herhangi bir provokasyona zemin sunmadan açıktan tavır takınırken ikincisine ise daha ılımlı ve kazanıcı bir üslup ve dille yaklaşmalıyız.
Yapılan kamuoyu anketleri, referandumun geleceğini, sonucunu kararsız kitlenin belirleyeceğini gösteriyor. Bunun parantezinde AKP, MHP ve aynı zamanda HDP’ye oy vermiş Kürt seçmen de bulunuyor. Çalışmanın ana ekseninin Erdoğan karşıtlığından öte esasta sistem teşhiri yanı sıra, Kürt halkına, işçi ve emekçilere, kadın ve LGBTİ’lere, tüm muhalif kesimlere yönelik yaklaşım ve saldırılar oluşturmalıdır. Örneğin Müslüman muhafazakar iktidarın dün şeytan ilan ettiği İsrail’le Mavi Marmara katliamına rağmen, tüm yapılanların üstüne sünger çektiği; Halep’i bombalayan katil Rusya’dan iki gün sonra “Dostumuz Putin’e!” nasıl geçiş yapıldığı vb. örnekleri çoğaltmak mümkün.
Keza, benzer şekilde Mart 2014’te daha özyönetim direnişleri başlamadan MGK toplantısında “Çöktürme Planı” adıyla bölgeye yönelik kapsamlı bir stratejinin planlandığını ve bunun tüm sorumluluğunun bugünkü iktidarda olduğunu belirtmeliyiz. Dün OHAL’i kaldırmakla övünenlerin taş üstünde taş bırakmadığı, kentleri yerle bir ettiği bir tablo içinde, başkanlıkla birlikte Kürt halkını daha büyük saldırıların beklediği açıktır.
Sürekli OHAL’e dur diyelim!
15 Temmuz darbe girişiminin hemen sonrasında ilan edilen ve üçüncü kez uzatılan OHAL koşullarında halk oylaması yapılıyor. OHAL’in sağladığı tüm avantajlarla bir yandan iktidar katındaki rakipler tasfiye edilirken diğer yandan toplumsal muhalefet güçlerine yönelinmiş durumda. “Hayır” çalışmalarına yönelik susturma politikası da bunun parçası.
Gelinen aşamada Bakanlar Kurulu’nun OHAL’e dayanarak meclisi baypas ettiği, anayasa mahkemesinin işlevsiz kaldığı, icraatların hiçbir organ tarafından denetlenemediği bir tablo ile karşı karşıyayız. Olağanüstü yetkilerle donatılmış KHK’larla yönetilen, araba lastiklerine yönelik tasarrufun bile bu kapsama alındığı, yasa ve kanunların işlevsiz olduğu bir sekiz ayı geride bıraktık. Başkanlık, tam da bahsini ettiğimiz olağanüstü halin, olağanlaşmasından başka bir anlam taşımıyor. Başkanın istediği zaman meclisi feshedebileceği, KHK’larla hiçbir organa hesap vermeden, hemen her konuda tek söz sahibi olduğu bir değişiklik paketi 16 Nisan’da yasallaştırılmak isteniyor. Hiçbir yasa ve kanun tanımayan, olabildiğince keyfi, her türlü temel hak ve özgürlüğün rafa kaldırıldığı bir rejim yürürlüğe sokulmak isteniyor. Açık ki sözü edilen uygulamalar hangi partiye oy vermiş ya da destek vermiş olursa olsun herkesi kapsama alanına alacaktır. OHAL’le birlikte kapatılan okullar, işten atılan kamu emekçileri. akademisyenler; kapatılan basın-yayın kuruluşları; doğanın ve çevrenin talanına yönelik OHAL şemsiyesine sığınarak atılan adımlar ve daha nice örnek, ajitasyon ve propagandamız için yeterince veri sunuyor…
Referandum: Kriz öncesi son çıkış!
Referandumun belki de bu kadar öne alınması ve aceleye getirilmesinin temel nedenlerinden biri beklenen büyük ekonomik krizdir. Siyasi iktidar, kriz patlak vermeden önce virajı almak, konumunu güçlendirmek peşinde. Zira, kriz hangi ulus, milliyet, inanç, kimlik ve cinsiyetten olursa olsun bir avuç asalak dışında tüm emekçilerin ortak paydası, sorunu! Bunun bilincinde olan siyasi iktidar, bu gerçeği örtmek adına büyük icraatlarından, ekonominin ne kadar büyüdüğünden dem vuruyor. Ancak biliyorlar ki, sokağın, pazarın, krizle boğuşan sesi hiç de öyle söylemiyor. Ekonomik kriz, “Hayır” çalışmasının önemli bir argümanı olarak işlenmeli.
Meclisteki çoğunluğu ve gücü arttıkça ekonomik göstergeler dibe yönelmiştir. Yasaları, kanunları hiçe sayan, ekonomik alanda yandaşlarına devletin tüm olanaklarını açan siyasi iktidarın, başkanlık zırhına büründükten sonra yağma ve talana dizginsizce yöneleceği bir sır değil! Şimdiden varlık Fonu’yla kamu kaynaklarının tüm kapılarını gerek ulusal gerekse de uluslararası sermayeye açan hükümetin Başkanlıkla yapacaklarını tahmin etmek olanaklı!
Politik arenanın, siyasi iktidarın marifetiyle gerilim hattına dönüştüğü bir süreçten geçiyoruz. 16 Nisan’a yaklaşıldıkça hatlardaki enerjinin artacağı bir gerçek. Düşmanlık ve nefret üzerinden şekillenen bir dil ve üslubun, yaklaşımın yaygınlaşacağı anlaşılıyor.
“Hayır” çalışmasının bu gerçekliği dikkate alan ancak sözkonusu tutumların dışında kalan bir söylem ve politikaya ihtiyacı var. Çünkü geleceği ezilenler, özgürlük ve bağımsızlık isteyenler temsil etmektedir. Tam da bu yüzden ajitasyon ve propaganda çalışmalarının merkezine bu geleceğin değişik izdüşümlerini kapsayan mesajlar konulmalı.
Tehdit, şantaj, korku ve nefret söyleminin aksine umudu kuşanan, tüm ezilen yığınları birleştiren bir söylem ve dil anın ihtiyacı. Gezi İsyanından bu yana açığa çıkan birleşik mücadele ruhu, söylem ve araçlardaki çeşitlilik ve zenginlik, dilde kendini ortaya koyan kitlelerin pırıltısı hala günceldir. Gülümseten, umut veren, eksiklik ve yetmezliklerden öte başarılardan feyz alan bir yaklaşım özgüveni büyütür. Tarihte büyük alt üst oluşlar, değişim ve dönüşümler daima bir sözcükle başlamıştır: HAYIR!