O fotoğraf o kadar vurucu, o kadar derinden yakalıyor ki insanı… İster istemez dudaklarından “ne olursa olsun, biz yoksulların acıları bir” cümlesi dökülüveriyor. O tek kare; tek başına; emperyalist akbabaların, faşizmden beslenen leş kargalarının zulmü altında çektiğimiz onca acının nasıl ortak olduğunu anlatabiliyor!
8-10 yaşlarında bir çocuk…
Dimdik ve saygı duruşunda… Dudakları sımsıkı kapalı, bir çizgi şeklinde…
Gözleri şiş gibi ama inanılmaz bir acının olgunluğunu taşıyor bakışları…
Sırtında…
Evet, sırtında taşıdığı küçük bir bebek var, bebeğin gözleri kapalı ve başı geriye sarkmış… Ama uyumuyor o bebek… Artık uyumuyor!
Yakınımda olsa, bebeğin boynunu düzeltir ve belki “Çocuğum, bebeğin boynu kırılacak doğru tut şunu” diye hafiften kızardım bu ufaklığa…
Ama yakınımda değil… Ne zaman ne mekan olarak…
Ama o kadar derinden hissediyorum ki acısını…
Çünkü aynısını Cizre’de, devlet ablukasında toprağa veremediği çocuğunun cenazesini buzdolabındaki saklayan Cemile’nin annesinde gördük, yine Cizre’de abluka altında tedavi olamadığı için ölen 35 günlük çocuğun annesinde. Sur’da Helin Şen’in, Adana’da annesinin kucağında hedef alarak öldürülen Tevriz bebeğin annesinde… Avukat olma hayalleriyle büyüyen yavrusu Veysel’in güzel gözlerini Ankara’da canlı bomba saldırısının ardından arayan annede gördük o acılı, o dik duruşu…
Katleden devletlerin acımasız katilliğini ve de en önemlisi isimlerini, gülüşlerini bile bilmedikleri ve tanımadıkları çocukları katletme pervasızlığını…
Biz de kardeşlerimizin yanışını izledik…
Bugün 2015 ama o fotoğraf, 1945’te, yani tam 70 yıl evvel ABD’nin 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı “sona ersin” düşüncesiyle atom bombası attığı ve sayısız insanın yaşamını yitirdiği Nagazaki’de çekildi.
Çocuğun saygı duruşunda durmasının nedeni, atom bombasının ardından ölenlerin cenazelerinin yakılma töreninde olması…
O fotoğrafın öyküsünü, aynı zamanda ABD ajanı olan fotoğrafı çeken kişi Joe O’Donnel şöyle anlatıyor: “Ateşe doğru gelen 10 yaşlarında bir erkek çocuk gördüm. Sırtında bir bebek taşıyordu. O günlerde Japonya’da çocuklar küçük kardeşlerini sırtlarına alıp oyunlar oynardı. Önce böyle olduğunu zannettim. Fakat bu çocuğun havası tamamen farklıydı. Buraya çok ciddi bir sebeple geldiği meydandaydı. Ayakları çıplaktı ve yüzüne sert bir ifade yerleşmişti. Arkasındaki bebeğin kafası geriye düşmüştü, uyuyor gibiydi. Çocuk yaklaşık beş dakika kadar hiç kımıldamadan saygı duruşunda bulundu. Sonra, ölüleri yakan maskeli görevlilerden biri çocuğun yanına gitti ve bebeği bağlayan kayışları çözdü. İşte o zaman bebeğin ölü olduğunu anladım. Görevli, ölü bebeği aldı ve ateşin üstüne yerleştirdi. Çocuk ise kaskatı bir şekilde dakikalarca ayakta durdu. Alt dudağını o kadar şiddetli ısırıyordu ki sonunda kan akmaya başladı. Kardeşinin cesedi alevlerin içinde tamamen kaybolduktan sonra arkasını döndü ve sessizce oradan uzaklaştı.”
Şimdi içimizde o çocuğun öfkesini taşıyoruz.
Çünkü biz de kardeşlerimizin gözümüzün önünde nasıl yakıldığını gördük.
Kardeşlerimizi, siperdaşlarımızı, dostlarımızı, bu ülkenin güzel gülüşlü çocuklarını, bebeklerini teker teker, onar onar, yüzer yüzer toprağa verirken bu öfke o kadar büyüyor ki içimizde; ısırırken dudaklarımızı kanatıyoruz ağlamamak için…
Ama ağlamayacağız…
Toprağa verdiklerimizin anısına, Veysel’in, Tekin’in, Dicle’nin, Berna’nın, Şebnem’in…
Helin’in, Tevriz’in, Diyar’ın anısına…
Büşra’nın, Hatice Ezgi’nin, Cebrail’in, Yunus’un anısına…
Öfkemizi içimizde saklayacak ve alev topu olup patlayacağız katillerin başına…
Bir ÖG okuru