Ortadoğu’nun en genel özelliğidir; kimin kiminle “müttefik”, kimin kiminle “düşman” olduğu belirsizdir. Bu “belirsizlik” emperyalizmin çıkarları doğrultusunda değişen, egemenlerin halk muhalefetine, yaşadıkları ekonomik ve siyasal krizlere karşı geliştirdikleri bir kalkan ve bozulan projelerine yapılan yamadır. Son günlerde yaşadığımız gelişmelerde “düşman” ve “müttefik” kavramlarının birbirine girdiği bir “belirsizlik” haline, yani emperyalist-kapitalist sistemin yaşadığı çıkmaza, kan batağına çevirdikleri Ortadoğu’daki krizlerine çözüm bulma çabasına işaret etmektedir.
Faşist TC devleti, krizin hem yaratıcısı hem uygulayıcısı olarak görev aldığı Ortadoğu coğrafyasında “müttefiklerini” ve “düşmanlarını” hızla değiştirmekte, yeni görevler üstlenerek bu kan batağına daha fazla saplanma konusunda istikrarlı bir politika izlemektedir. Mavi Marmara ve Gazze saldırılarına karşı Siyonist İsrail’e, Davos’ta, “one minute” çıkışı yapan, mazlum Filistin halkının “koruyuculuğunu üstlenen” AKP, İsrail’le alttan alta sürdürdüğü ilişkilerini, Mavi Marmara davasının uluslararası mahkemede İsrail’in lehine sonlandırılmasını bile “başarı” olarak sergiledikten sonra İsrail ile göğsünü gere gere yeni anlaşmalara imza atmıştı yakın zamanda.
Bu anlaşmaları da utanmadan Filistin halkı ve Gazze üzerindeki abluka için yaptığını, bu yüzden “gururundan taviz verdiğini” söyleyecek kadar ikiyüzlü bir siyasetin sahibi olan AKP, 21 Ağustos’ta İsrail tarafından Gazze’ye düzenlenen saldırının ardından İsrail’i kınadı ama ilişkilerinin süreceğine de vurgu yaptı. İsrail ise “Türkiye, başkalarının askeri harekatını eleştirmeden önce iki kere düşünmelidir” şeklinde yanıt verdi.
Diğer yandan Mısır halkına darbe yaparak başa geçen, aynı zamanda Mısır’da AKP’nin “kardeş bağı” kurduğu Müslüman Kardeşler’in liderlerini de hapse attırarak idama mahkum eden Sisi hükümetine son zamanlarda “sevgi dolu” mesajlar yollayan AKP, “müttefiklerinin” de, “düşmanlarının” da ne kadar hızlı değiştiğini gösteren bir pratiğe imza atmıştı. AKP’nin bu yakınlaşma isteğine halk düşmanı, darbeci Sisi hükümetinden de yanıt gecikmedi. Başbakan Binali Yıldırım’ın “Mısır’la ilişkilerimizi geliştirmek istiyoruz” açıklamasına karşılık veren Mısır Cumhurbaşkanı Abdülfettah Sisi, “Mısırlılar ve Türkler arasında düşmanlığı gerektirecek bir durum bulunmuyor” diyerek karşılık verdi.
AKP’nin bu süreçte “müttefik” ve “düşman” politikalarında en hızlı değişimi sağlayan konunun ise Suriye iç savaşında gelinen süreç olduğu aşikardır. Emperyalist ABD ve Rusya arasında sağlanmaya çalışılan mutabakatta önemli görevler üstlenen AKP, bu süreçte hem Rusya hem İran hem de Esad rejimi ile yakınlaşmaya başlamıştır. Emperyalistler ve onların yerli uşaklarının kendi aralarında mutabakata varması, çeşitli anlaşmalar yapmasının anlamının halka dönük saldırılar olduğuna bir kanıt sunan bu süreçte Halep ve Hesekê hedef alınmış, ardından faşist TC ordusu Cerablus’a harekat düzenlemiştir.
Daimi “müttefik” ve “düşman”
20 Ağustos günü ilk olarak Antep’in Karkamış ilçesine DAİŞ’in kontrolünde olan Cerablus’tan roketatarlarla saldırı düzenlenmiş, bu olaydan sadece birkaç saat sonra Şahinbey’de, Kürt ailelerin düğününde patlatılan bomba ile çoğu çocuk 59 kişi katledilmişti. Suudi Arabistan kralı öldüğünde 3 günlük yas ilan edilen ülkede Ankara Katliamı’nda 100’den fazla kişi yaşamını yitirdiğinde yas ilan etmeyen AKP’nin, Antep Katliamı’nda yas ilan etmesi elbette beklenemezdi. AKP kendinden bekleneni yaptı. Mezopotamya halklarının yaka silktiği Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasını devraldıklarını her fırsatta dile getiren AKP, “Osmanlı’da oyun bitmez” geleneğinin de sürdürücüsü olarak, bu katliamı ve Karkamış’a yapılan roketli saldırıyı bahane ederek Cerablus’a harekat düzenledi.
Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Selim’in, yol boyunca yüz binlerce Alevi ve Ermeni’yi katliamdan geçirdiği ve ardından Mercidabık’ta kanlı bir zafer elde ederek Ortadoğu coğrafyasına Osmanlı zulmünü hakim kıldığı Mercidabık Savaşı’nın 500. yıldönümüne “denk” getirilen ve “Fırat Kalkanı” adı verilen bu harekat; faşist TC devletinin değişmeyen “müttefik” ve “düşman”larını da açık ettiği bir harekat olmuştur. DAİŞ’i hedef aldığını iddia etse de TC devleti açısından esas amacın Kürt güçlerinin bölgedeki kazanımlarını engellemek, Rojava’nın kantonları arasındaki engellerin kaldırılmasına dönük Kürt güçlerinin ilerleyişini durdurmak ve parçalanan Kürt coğrafyasının birbirine yakınlaşmasını durdurmak olduğu açıktır.
Kürt güçlerinin Suriye’de önemli bir aktör durumunda olmasından kaynaklı onunla da zaman zaman işbirliği yapmaya zorlanan emperyalizm açısından ise amaç, aynı şekilde Kürt güçlerinin Suriye’deki iç parçalanmadan edineceği kazanımları azaltmaktır.
Ortadoğu coğrafyasında “kimin elinin kimin cebinde olduğu” belirsiz olsa da net olan ÖSO ve DAİŞ çetelerini arkasına dizen faşizm, emperyalizmle (zaman zaman küçük değişiklikler olsa da) daimi “müttefik” ama başta Kürtler olmak üzere halka/halklara karşı daimi “düşman” olduğudur! Sınıf savaşının gerçekliği her daim karşımızda durmakta, bu savaşta bütün sınıflar konumlandıkları yere göre “düşman” ve “müttefik”lerini belirlemektedirler.
“Müttefik” ve “düşman”ını iyi bilmek
“Müttefik” ve “düşman”ını iyi bilmek, kan bataklığına dönen ülkemiz ve Ortadoğu’daki gelişmeleri doğru okumaya; “müttefik” ve “düşman”ına karşı hareket tarzını belirlemek ve politika üretmek ise emperyalist-kapitalist sisteme, faşizme karşı devrimci mücadelenin yükselmesi için üzerimize düşen görevleri layıkıyla yerine getirmeye yol açar. Şu an komünist hareket açısından eksik olan, tamamlanması gereken nokta tam olarak burasıdır.
İşçi ve emekçilerin OHAL bahane edilerek direnişlerinin bastırılmaya çalışıldığı, Kobanê’ye duvarların örüldüğü, Rojava devriminin tehdit edildiği, Dersim’de birleşik güçlere saldırıların yoğunlaştığı bir süreçte bu eksikliğin üzerine gitmek, komünist hareketin ayakları üzerine doğrulması anlamına gelecektir. Yalnızca son 1.5 sene içerisinde ülke içerisinde binden fazla insanı katleden savaş karşısında “savunma” hattında kalmanın kimseye bir faydası olmadığı, olamayacağı açıktır. “Düşman” ve “müttefik”lerimiz bellidir, o halde ülkemizde ve Ortadoğu’da yanan bu ateşin bir parçası olmak kaçınılmazdır!