Gittiğinde sonbahar kapıdaydı. Yine yeniden geliyordu işte delicesine ve vakit yitirmeden. Pencerenin pervazından içeriye uğuldayarak doluşan rüzgarlardı habercisi. Dönüyordu mevsim.
Yaz, her zaman olduğundan daha tez gelip-geçmişti. Huysuz ve bir o kadar da tatlı esen rüzgarlar, koca koca gövdeli ağaçların tepelerinde boyun bükercesine dalında salınan, sararmış yaprakları bir bir koparıyordu. Her yaprak, rüzgarın o müthiş ihtişamıyla, usulca sonsuz bir boşluğun içine bırakıyordu kendini. Havada büyüyüp gelişen varlıkları yerde son buluyordu. Ağaçlar, masmavi gökyüzünün çıplaklığına bürünüyor, renksiz, kuru, korkusuz bir yaşamdı geriye kalan.
Penceremin önünde yaprakların bir bir düşüşünü seyrederken, en güzel anı yakalayıp onu bir fotoğraf karesinde ölümsüzleştirmeyi seçmiştim. Bir yandan bu görsel güzelliğe sevinirken, diğer yandan yaprakların o mahzun düşüşlerine iç geçiriyordum. Hüznün dalgalarını taşıyorlardı ruhuma ve şimdi bütün sokaklar; kavak ve söğüt ağaçlarının solgun, sararmış yapraklarıyla dolup taşmaktaydı. Derin bir uykuya dalar gibi toprağın koynuna yerleşmiş, kuruyarak yokolup gitmeyi bekliyorlardı. Cümle alem uykusundayken, gecenin karanlığında çöpçülerin temizliğiyle her yer pürü-pak olacaktı. Ta ki, tekrar esecek olan deli rüzgarın kalan son yaprakları savurup düşürmesine kadar. Bütün bir mevsim hayata çağıran yeşil, diri yapraklar yeni bir mevsimin başlangıcıyla çöp olup veda edeceklerdi işte. Tıpkı hayatımız gibi sessizce.
Önce tatlı tatlı başlayan çocukluk yıllarımız. Dizlerimiz üzerinde emekleyerek tanıdığımız, zor ve bir o kadar da renkli dünyalarımız. Sonra deli dolu gençlik yıllarımız. Tattığımız bütün o ilk duygularımızın yaşandığı yıllar. Kabına sığmayan hayatımız. Ve, en sonunda tüm bunların yerini alıp kısa bir zamana sığan, o son güzel, sessiz anlarımız. Giderken dediği gibi; “Hayatımız bir gemiydi, biz ise onun kaptanlarıydık. Rotamızı kendimiz çiziyorduk. Hırçın dalgaları olan bir denizi andırıyordu yaşamın canlılığı. Önümüze çıkan dalgaları ustalıkla aşan kaptanlar olduk sonunda. Biz onu öğrendik. Dalgakıranlara çarpmamayı.” Evet, böyleydi son sözleri. O gitti sonbahar yine geldi. Ve ben, dalgalara karşı tek başına kaldım.
Sert esen, insanı soluksuz bırakan rüzgarlar gelecek olan yağmurun habercisiydi. Gökyüzü siyaha kesiyordu, usulca. Sokaklar bomboştu. Çocuklar da terk etmişti. Bir parça daha yalnızlıktı payımıza düşen. Sonu gelmeyen bitimsiz saatler. Sonu gelmez günlerin gelip-geçiciliği doyasıya sürdürecekti safahatini. Gün yine dönecek, mevsimler yeniden değişecek ve gidenler gelecekti. Hayat; toprağın altında kök salıp, tomurcuğa durup karı delen ve özgür güne doğan kardelen çiçeğinin direnciyle sürecek. Doğa kendini yeniden yeşertecek, düşen her bir yaprağın yerinde yeni doğumlar yaşanacak, kuşlar yeniden kuracaklardı yuvalarını. En hamaratları en güzel yere, tembelleri ise gökyüzünde delice kanat çırpmaya ayıracak vaktini. Tıpkı masaldaki Ağustosböceğinin yaptığı gibi.
Sonbaharın hüzün kokan yalnızlığından kurtulmuş olmanın verdiği coşkuyla dolup taşacağız yine. Büyüteceğiz yarınlarımızı son anına kadar. Giderken, “daha yapacaklarım vardı”nın telaşına düşmeden.
Biz hayattan çalıyorduk, hayatta bizden. Kırık dallarımızı kırarak, içimizi yakarak, yaralarımızı deşercesine. Acıta acıta. Ama gelecekti biliyorum. Sonbaharın karanlığında bırakmayacaktı beni. Acılarımıza, yaralarımıza inat.
Mevsim sonbahar! Cama vuran rüzgarın keskin uğultusuyla irkiliyorum, iç geçirdiğim sandalye üzerinden. Dışarıda oyun oynayan coşkulu-neşeli çocuk sesleri, kuş cıvıltıları. Yazdan kalma bir günün herhangi bir saat dilimindeyiz. Elimizde iki fotoğraf. Siyah-beyaz. Yıpranmış. Tarih, eski zamanlardan bir güne ait.
(Tekirdağ 1 Nolu F Tipi Hapishane’den Cihan Karaman)