DerlediklerimizGüncel

MEHMET GÜNEŞ | Türkiye’de Ermeni bir devrimci militan: Haldun Karyol

"Haldun bir Ermeni’ydi ama her şeyden önemlisi Türkiye’de yetişmiş, ender görülebilecek, kendine has eylemci bir devrimci militandı. Onu ender ve ebedi kılan hikayesini bilmek ve öğrenmek, bugün Türkiye’de devrim mücadelesine baş koymuş her militanın hakkı."

Haldun Karyol, asıl adıyla Harutyan Karyolacıyan, kadim dostum, 8 Temmuz günü aramızdan ayrıldı. Haldun bir Ermeni’ydi ama her şeyden önemlisi Türkiye’de yetişmiş, ender görülebilecek, kendine has eylemci bir devrimci militandı. Onu ender ve ebedi kılan hikayesini bilmek ve öğrenmek, bugün Türkiye’de devrim mücadelesine baş koymuş her militanın hakkı. O yüzden, Haldun’u yakından tanıyan biri olarak, onu anlatmayı devrimci bir görev olarak üstleniyorum.

Haldun’u anlatmak, benim için bir bireyin yaşam hikayesini anlatmaktan öte bir anlam taşıyor. Haldun’un yaşamını anlatmayı, yukarıda da söylediğim üzere, bir devrimci görev olarak üstleniyorum. Ancak Haldun’u anlatabilmek için, Türkiye denilen coğrafyada yakın tarihin yaşanmış ama geçmiş denilemeyecek, en karanlık, en ürpertici günlerini anımsamak, hafızada geri çağırmak, bilinçlere tekrar kazımak gerekiyor.  O, bu kan dondurucu, ürpertici hikayenin içinde, pırıl pırıl parlayarak, tümüyle kendine has Ermeni bir devrimci[1] olarak yetişti ve Türkiye devrim mücadelesine kendi rengini çaldı. Onun yaşamı, aynı zamanda, 1960 sonlarında yükselen devrimci dinamiğin gizli zenginlikleriyle dolu bir yaşamdı. Burada, romanlara, filmlere konu olacak zengin bir olaylar zinciri (Metin Yeğin’in Haldun’un Taksim banka soygununu film yaptığını biliyorum ama oynatacak salon bulamadığını söylemişti.) olan bu yaşamı, bir anma yazısının sınırlarında kalarak anlatmayı deneyeceğim.

Kökleri Sason’da, Kasımpaşalı bir Ermeni

Haldun, Sason’da katledilen geniş bir Ermeni ailesinden sağ kalan tek küçük çocuğun torunudur. Sason Ermenileri tehcirin ölüm yollarına sürüldüğünde 8-10 yaşlarında 7 çocuk, ölüm kafilesinden kaçıp dağlara sığınırlar. Bu dağlar onlarındır ve hep olduğu gibi onları bağrında saklar. Bir yıl kadar, çok iyi bildikleri sarp bir mağarada yaşarlar. Sık sık koyunları kaybolan bir çoban onları görür ve hiç kimseye söylemeden köyün imamına haber verir. İmam, çobanı, bu çocuklardan hiç kimseye söz etmemesi için sıkı sıkı tembih eder ve birlikte mağaraya gider. Çocuklara kendilerini kurtaracağına dair güven verir. Gidip, iyi tanıdığı ve yapılan mezalime karşı olan ilçe müftüsüyle görüşür. Birlikte çocukları Müslümanlaştırıp civardaki ailelerin üzerine kaydetmeyi kararlaştırırlar. Müftü kaymakamın da olumlu bulacağını söyler ve kaymakam da kabul eder. Bütün ebeveynleri katledilmiş çocuklar için hayatta kalabilmenin bedeli Müslüman olmaktır. Müslüman olmak kolaydır; Ermeni çocuklar bir “Eşhedü” okuyarak Müslüman olurlar.

Bu çoban, imam, müftü ve kaymakamın isimleri Haldun’un arşivinde duruyor. Bu dört insan, egemen sınıfların katliamcı-soykırımcı politikalarının savunucusu olmayan Türk ve Kürt toplumunun başka bir yüzünün resmidir. Ve onlar, Türk ve Kürt toplumlarının, yalnızca katiller ve caniler topluluğundan ibaret olmadığının delilidir. Ölümü göze alarak bu soykırıma karşı çıkan binlerce kişiden sadece dördüdür ve halkların vicdanının temsilcileridir.

Haldun, dedesinden bu korkunç hikayeleri dinleyerek büyür. Bu hikayeler, çocuk Haldun’un nasıl bir duygu dünyasında büyüdüğünü anlamak için yeter. Benzeri onlarca hikaye vardır ama bunlardan en korkuncu ve kan donduranı tehcir sırasında Sason’da yaşananlardır. Bu korkunçluğu gösterebilmek için Sasonlu kadın ve çocuk 3500 Ermeni’nin nasıl uçurumdan atlayarak intihar ettiklerini anlatmak iyi olur.

1900’lü yılların başlarında Ermeni halkında ulusal kurtuluş mücadelesi yönünde kıpırdanmalar artar ve silahlı kalkışmalar biçiminde yol alır. Sason da bu mücadelenin keskin yaşandığı bölgelerden biridir. Çarlık Rusyası’nın Kars, Ardahan ve Erzurum’u işgal etmesi üzerine, Sason ve civarındaki 5000 Ermeni, çocuk ve kadınlarla yerleşim yerlerini terk ederek dağlara çekilirler, isyan bayrağını yükseltirler. Rus ordusunun gelmesi gecikince, büyük bir uçurumun kenarında, Osmanlı kuvvetleri tarafından kuşatma altına alınırlar. Çok fazla direnemeyeceklerini anlayan Ermeni savaşçı erkekler, tüm çocuk, kadın ve savaşamayacak yaşlıları, Osmanlının eline geçmesinler diye uçurumdan atarlar. Lakin çatışma başlamadan Rus Ordusu yetişir, 5000 kişiden 1500 kalmıştır. Haldun, bu olayı dedesinden dinlediğini, araştırmaları sonucu Soykırımdan kurtulanların anılarda da yer aldığını ve kendisinin kesin kanıtlara ulaştığını söylemişti. Daha sonra yurt dışında karşılaştığım Sason kökenli bir Ermeni, aynı olayı aynı biçimde anlattı. Haldun’un kişiliği, işte bu kan dondurucu gerçek yaşanmışlıkları dedesinden dinleyerek oluşmuştur.

Ancak dede, Müslüman olmamış, sadece anlamını bilmediği iki cümleyi sesli söylemiştir. Koşullar değiştiğinde dede Karyolacıyan, İstanbul’a taşınarak kendi inancına ve adına döner. Çocuklarını Ermeni kimliği ve bilinciyle yetiştirir. Ama Haldun’nun babası, “işbilir” Ermenilerdendir; babası ölünce Ermeni kimliğini reddeder ve Türk ismi alır. Bir Rum kadınla evlenir, evlendikten sonra anneye de Türk ismi almasını dayatır, anne şiddetle reddeder. Babası, Haldun henüz küçük bir çocukken annesini ve onu terkeder, kendisine yeni bir hayat kurar. Sistem içinde sınıf atlar; ticarette ve siyasette yükselir. 1970’li yıllarda Demirel’in Adalet Partisi’nin İstanbul il yönetimindedir. Haldun’un aile bağı, yalnız dede Karyolancıyan’la ve annesiyle sınırlıdır. Babasıyla o kadar uzaktır ki, babasının sonraki evliliğinden doğan kardeşleriyle hiç tanışmaz, babası öldüğünde 40’lı yaşlardaki kardeşlerin isteğiyle bir kere buluşur, tanışırlar, hepsi bu kadar.

Bütün bunlara rağmen Haldun’un Ermeniliği tam tarif edilemez, daha doğrusu kimliği tam tarif edilemez. Hem her şeyiyle Ermeni’dir, Ermeniliği etinde, kemiğinde ruhunda hisseder; hem de yaşamda Ermeniliği hiç görünmez, tanımayan birisi için onun Ermeni olduğunu anlamaz. Öte yandan onun için Ermenilik, yalnız geçmişte yaşanmış hikayelerden oluşmaz; çocukluğu ve gençliği, ölüm tehditleri ve linç boyutunda saldırılara direnerek geçmiştir. Bir sohbette kendisi hakkında söylediklerinden aklımda kalanlar, onun bu durumunu gayet iyi anlatıyor: “Bu ülkede en aykırılar dahil herkesin bir aidiyet bağı vardır ama benim gibilerin bu ülkede yatacak yeri yok, her türlü musibet bende toplanmış: Hem ‘Rum tohumu’, hem ‘Ermeni dölü’, hem dinsiz allahsız komünistim; cismimle beka sorunuyum. Çocuk olarak kendime ben kimim sorusunu sorduğumdan beri, bunlar her anlamda ve kesintisiz gördüğüm ve yaşadığım şeydir.”

Haldun, Kasımpaşa’da doğmuş ve çocukluğunu Kasımpaşa’da yaşamıştı. Kasımpaşa’da çocukken yaşadıkları onun o sohbette söylediklerini daha yalın bir biçimde gösterir. Öyle ki, onlu yaşlarındayken mahallede tüm çocuklar, Ermeni olduğunu anlayınca “kabuklu”, “sünnetsiz”, “gavur” vb. aşağılamalarda bulunmaya başlamışlar. O ise her sataşmaya tekme yumruk cevap verir ve bu kavgaların büyük bölümü, linç boyutunda yara berelerle bitermiş. Sokağa her çıkışında aynı durum yaşanır, Haldun hiç geri adım atmazmış. Kalabalık halde atılan dayakların hesabını ise rakiplerini tek tek kıstırıp sorarmış. Bir dönem sonra kesici ve delici aletsiz sokağa çıkmaz, bunlarla birçoklarının vücutlarında izler bırakmaya başlamış. Bu çatışmalı durum bir yıl kadar sürmüş ve sonunda Ermeni Haldun olarak Kasımpaşa’ya kendisini kabul ettirmiş.

Dedesinin hikayeleri, Haldun’un üzerinde çok etkili olmuştur olmasına ama onun kişiliği büyük oranda Kasımpaşa’da yaşadığı gençliği sırasında oluşmuştur. O zamanlar toplumda en alttakilerin, Çingenelerin, cinsel tercih ve yönelimi farklı olanların, kanun kaçaklarının ve namlı kabadayıların yaşadığı en belalı semtidir İstanbul’un Kasımpaşa. Hatta, Yılmaz Güney, bu Kasımpaşa’yı anlatan, “Kasımpaşalı” adında bir film bile çekmişti. Bu film, çok büyük ilgi gördü ve peş peşe beş ayrı devam filmi çekildi ve bu filmler, Yılmaz Güney’i bütün Anadolu yoksullarının taptığı kahraman haline getirdi. Bu filmlerden en çok tutulanın adı “Kasımpaşalı Recep”tir. “Kasımpaşalı Recep”in, şimdilerdeki Tayyip’le bir ilgisi yok; o zamanki Kasımpaşa, şimdiki yozlaşmış Tayyip Kasımpaşa’sı ile karıştırılmasın. İşte Haldun, Yılmaz Güney’in filmlerinde canlandırdığı Kasımpaşalılardandır.

Yine başka bir sohbette anlattığına göre, Ermeni olduğu için ölüm tehlikesi dahil daha ağır saldırılarla, askerlikte karşılaşmış Haldun. Devresi, giderek düzeyi yükselen hırlaşmalar sonrası işi en son, “eceline mi susadın Ermeni dölü” diyerek kafasına silah dayamaya vardırmış. Haldun altta kalır mı hiç; aynı gece otomatik tüfekle yatakhaneyi basıp devredekilerin çoğunluğunu tek sıraya dizip tövbe ettirmiş. Bu olay, kışladaki son kavgası olmuş. O tarihlerde Türkiye’de ölüm, öldürme cinayetler sıradanlaşmamıştı. Tek sıra dizdiklerine, “her kuşun eti yenmez, anladınız mı?” diyerek tüfeğini indirir ve “bunu anladıysanız sizinle hiçbir sorunum yok” demiş. Ve bir daha sorun yaşamak bir yana kışla çapında namı yayılmış Haldun’un. Ama Haldun, askerlikten tek parça olarak dönmesini, sol eğilimli bir yedek subaya borçlu olduğunu söylemişti.

Haldun hiçbir yerde ve hiçbir koşulda Ermeni kimliğini öne çıkarmaz ama hiçbir koşulda Ermeni olduğunu da gizlemezdi. Daha önemlisi, tüm gördüğü baskı ve saldırganlıklara rağmen, bir an olsun eziklik bir yana, en küçük bir korku, çekince hissettiğini sanmıyorum. Haldun, milliyetten ve dinden azade yaşamıştır. Ben Haldun’dan “enternasyonalistim” sözünü hiç duymadım, ama karşılaştığı her kişiye, tepeden tırnağa, tam adıyla; vatansız ve milliyetsiz bir dünyalı ile karşı karşıya olduğunu hissettirirdi.

Hep eylemliydi yaşamı

İşte ben, dede Karyolacıyan’ın torunu olan bu Kasımpaşalı Ermeni Haldun’la, 1973 sonlarında, cezaevinden tahliye olduğumda tanıştım. Aramızdan ayrıldıktan sonra hakkında yazıldığı gibi gençlik örgütü SGB’de ve TSİP’te çalıştığı yönlü bilgiler tam doğru değil açıkçası. Haldun, yasal örgütlere hiçbir zaman inanmadı ve hiçbir yasal örgütte çalışmadı. Tanıdım tanıyalı hep kanun dışı yaşadı ve illegal çalışma içinde oldu. Onun için legalite, illegalite ayrımı yoktu veya bunları genelin anladığı gibi anlamıyordu. Hem sürekli kanun dışı işlerle uğraşır hem bunları yaparken hiç açık vermeden legal yaşardı; legalken de illegaldi, illegalken de legaldi. Bu Haldun’a has bir yetenekti. En temel ilkesi ketumluktu. Öylesine ketumdu ki, bir defasında bir yoldaşımız ona, bize niye bilgi vermediğini sordu, cevabı hepimizi şaşkına çevirdi: “Ben bazı bilgileri kendimden bile saklıyorum.”

Haldun’la tanıştığımda, o, Engin Erdoğan ve şimdi adını unuttuğum Bayburtlu bir eski yoldaş; biri Ermeni, biri Kızılbaş Kürt, biri Türk üç kişi; Gültepe, Kuştepe ve Dereler bölgesinde, öğretmenler, öğrenciler, mahalli gençler ve fabrikalar içerisinde geniş ilişkileri olan, gizli silahlı bir gruptular. Kısa bir tanışma, tartışma ve ortak eylemler sonucu, TKP(B)’de birlikte mücadele etmekte karar kıldık.

Haldun’u anarken diğer iki yoldaşımızı unutmak haksızlık olur. Bayburtlu yoldaşımız 1975 yılında bir eylemde yaralandı ve ailesi tarafından yurt dışına kaçırıldığını duyduk ve bir daha haber alamadık. Ele avuca sığmaz, gözünü budaktan sakınmaz Engin Erdoğan ise Türkiye solunun hastalıklı rekabetinin kurbanı olarak intihar etti. 1974 yılı başında TKP(B) bir bildiriyle kuruluşunu ilan ettikten sonra, 1950’li yıllardan beri kış uykusunda olan TKP, Bizim Radyo’dan (bu radyo yurtdışından yayın yapan TKP radyosuydu), TKP(B)’yi ajan-provokatör örgüt ilan etti ve bir dönem bütün yayınlarında günlük olarak bu iddialarını tekrar eden bildiriyi okumaya devam etti. Bu saldırılar can sıkıcıydı ama yapacak bir şey yoktu, zira muhatap yoktu, bu bildiriyi okudukları dönemde Türkiye’de bu parti doğrultusunda, dolaylı olarak çalışan tek bir kurum veya birim yoktu. 1974 ortalarında, bu sefer Bizim Radyo’dan TKP, “dikkat, dikkat bir ajan, provokatörü açıklıyoruz, Engin Erdoğan bir ajan, provokatördür, Gültepe bölgesinde faaliyet yürütmektedir, bilen ve tanıyan tüm devrimcilere duyurulur” anonsunu geçmeye başladı. Biz fazla önemsemedik ve Engin’e “bu saçmalıklardan etkilenmiyorsun ya..” ve benzeri konuşmalar yaptık.

Biz bu anonsu önemsemedik ve sorunu kapattık ama lise yıllarından beri birlikte olduğum, 12 Mart’ta aynı davadan yargılandığım Gülami Selvi (İyi  tanıdığınız Hürriyet başyazarı Abdulkadir Selvi’nin ağabeyi), kapatmayıp ciddiye alıyor ve bizden habersiz, tanıştığı Engin’i bir yere davet edip, etkisiz hale getiriyor, silahına mermiyi sürüp, kaseti dinletiyor. Bir gece boyunca kaba ve hırpalayıcı sorgu yapıyor, sabahleyin Haldun’a ulaşıp bilgi veriyor. Bu olaydan sonra Engin, Haldun dahil tüm tanıdıklarıyla her türlü ilişkisini kesti. Yalnız insanlarla değil tüm hayatla ilişkisini kesti, bir dönem saçı başı uzamış kir içinde sokaklarda yaşadı, her arayıp bulduğumuzda asla tek kelime konuşmadı, göz teması dahi kurmadı, ilk fırsatta kaçtı ve bir gün kendini asarak intihar ettiğini duyduk. Bu olay hepimizde derin üzüntü ve öfke yarattı ama Haldun çok kötü etkilendi. 50 yıl boyunca tanıdığım Haldun’u, diyebilirim ki hiçbir olayın bu derece sarstığını görmedim.

1973 sonlarından 1976 sonlarına kadar 3 yıl nasıl fırtınalı bir dönem yaşadık tam olarak anlatılamaz. Asıl çalışma alanımız Gültepe, Kuştepe ve iki tepe arasındaki Dereler bölgesiydi ama bir dönem sonra İstanbul’un neresinde bir sorun varsa, Haldun ekibiyle beraber teçhizatlı olarak oradaydı. ‘74 yılında peş peşe çok sert ve polisin müdahale ettiği işçi direniş ve iş yeri işgalleri patlak verdi. Berec, Mintaks, Ülker, Epengle, Profilo vb. başlayan tüm direnişlerde, bu birim yer aldı ve direnişlerin militanlık eşiğini yükseltti. ‘74 yılında TSK, Viranşehir’de otuzdan fazla Kürt’ü katletti, bu katliam TC’nin Kürtlere bu günlere uzanan yaşatacaklarının işaret fişeğiydi. Aynı gün İstanbul Beyazıt Meydanı’nda protesto kararı aldık ve tüm İstanbul’daki birimlerimizi, bölgelerinde propaganda yaparak ve her türlü çatışmaya hazır olarak Beyazıt Meydanı’nda toplanmaya çağırdık. İstanbul polisi bizden hızlı davranarak tüm bürolarımızı kuşatmaya aldı ve içeridekileri dışarı çıkarmadı. Ama daha söylediğimiz saat gelmeden Beyazıt’ta kendiliğinden 5000 kişi toplanmıştı. Polisle dönemin en şiddetli çatışması yaşandı, polis ilk defa toplumsal olaylarda panzerleri kullanıyordu, canhıraş sirenleriyle panzerleri kitlenin üzerine sürdü. Çok yaralananlar oldu, ama gösteri ve protesto arka sokaklarda gece yarılarına kadar devam etti. Siz Haldun’u bu çatışmalarda görmeliydiniz. Her zaman çok dikkatli ve açık alanlarda görüntü vermekten kaçınan Haldun gitmiş, bambaşka biri olmuştu. Bu katliam, belli ki onda geçmişe dönük hatırlamak istemediklerini canlandırmış, öfkesini kabartmıştı.

Gene aynı yıl, İstanbul Üniversitesi öğrencisi Kerim Yaman’ın faşistlerce katledilmesi üzerine, üniversiteyi işgal önerisini getiren ve uygulayıcıları arasında olan Haldun’dur. Bu işgal, 12 Mart faşizminin gerilediğini gösteren bir işaret fişeğidir. 30-40 kişi Merkez Bina’ya gittik, bir o kadar öğrenci yoldaşımızla buluşup tüm üniversiteyi işgal ettik, eyleme hemen tüm öğrenciler katıldı. İşgal, gece de devam etti, ertesi gün öğlen vakti üniversitenin önünde 80 bin kişi toplanmıştı.

İstanbul Üniversitesi işgalinde Haldun’un bir ferasetini anmazsak olmaz. İşgal sürer ve biz Kerim Yaman’ın cenaze töreninin üniversitede yapılacağını duyurmuşken, gece polisin cenazeyi kaçırdığı haberi geldi. Komite olarak toplandık ve bu durumda cenaze töreninin nasıl yapılacağını tartıştık. Haldun; “hiç önemli değil, dışarıya cenaze bizde diye haber salarız, olur biter” dedi. Nasıl olacak sorusuna, “üniversitenin arkasında bir cami var, oradan bir tabut kaldırır sabah kapıdan tabutla çıkarız” dedi. Gece bir ekip, denilenleri yaptı ve arka kapıdan tabutla geri döndü. Öğlen de İstanbul Üniversitesi’nin kapısından omuzlarımızda boş tabutla çıktık, toplanan büyük kalabalıkla birlikte, gök gürültüsünü andıran sloganlarla devrim şehidimizi uğurladık.

Kerim Yaman için yapılan bu büyük protesto, başlayan devrimci yükseliş döneminin işaretiydi. Bunu devrimci hareketten çok, devlet daha doğru anladı, MHP ve tüm saldırgan paramiliter güçlerin yularlarını gevşetip sokaklara saldı. Aynı zamanda kontrgerilla ile 12 Eylül’e varan süreci yürürlüğe soktu. Bundan sonra, tüm hak ve özgürlük arayışlarına devlet bütün şiddetiyle saldırırken kontrgerilla ve MHP, kan dökmeye başladı. İstanbul’da başlayan eylemlilikler ve faşist saldırılar, tüm Türkiye ve Kürdistan’a yayıldı. Haldun’un eylem alanı da genişledi, önemli gelişmelerde gezici ekibiyle gereken yerlere gidiyordu.

İlk dönemler, asıl çalışma alanımız Şişli bölgesiydi ve Gültepe’de yoğunlaşıyorduk. Gültepe’de geniş bir siyasal etkimiz vardı, Kuştepe ve Dereler’e yayıldı. Dereler, her anlamda eylemler ve çatışmalar sonrası sığındığımız barınma mevziimizdi. Çoğunlukla Çingeneler yaşıyordu ve Dereler her şeyiyle kanun dışıydı. 1974 sonlarında devlet ve MHP, Gültepe’ye yığınak yaptı ve şiddetli bir saldırıya geçti. Gültepe’nin yerel kadrosu, hemen tüm ilericilerin saygı duyduğu, aynı zamanda İstanbul TÖB-DER Şube Başkanı Celel Çelik yoldaşımızı katlettiler. Sempatizanlarımızın yoğun olduğu sokaklar, sürekli geceleri otomatik tüfeklerle tarandı. Birkaç büro veya aynı amaçla kullandığımız küçük işyerleri bombalandı. Saldırı çok sertti ve biz hazırlıksız yakalandık. Gültepe’yi terk etmedik ama çok zor hareket edebiliyorduk, Dereler ve Kuştepe’yi sonuna kadar savunduk.

Bizim bu sıkışık dönemimizde, Devrimci Yol yoğun bir güçle Gültepe’ye çıkarma yaptı. Bu durum bizi rahatlatsa da, iki ayrı merkezden koordinesiz eylemler, ciddi sorunlar yarattı ve merkezi bir kararla Gültepe’de direnişe son vererek Kuştepe ve Dereler’e çekildik. Haldun, bu karara şiddetle karşı çıktı. Gültepe’deki mücadele, uzun ve ağır bedellere mal olmuştur. Faşistlerden çok devlet, buraya bütün gücüyle yüklenmeye devam etti. Merkez kadrolarından Nizamettin Orhangazi ve başka devrimcilerin Gültepe’de katledilmesi sonrası Dev-Yol da geri çekildi. Bir dönem sonra Devrimci Sol, Gültepe mücadelesini omuzladı. Çatışmalar uzun süre devam etti ve Dev-Sol, Gültepe’nin bir bölümünde faşist işgali kırdı. Biz bu çatışmalarda, Celal Çelik, Hanefi Özer, Hamza Balcı ve isimlerini şimdi hatırlamadığım 5 yoldaşımızı kaybettik.

Bu bölgedeki çalışmalarımıza dönük tüm saldırılar, Mecidiyeköy’den yapılıyordu. O zamanlar Mecidiyeköy, tam olarak faşistlerin Avrupa Yakasındaki merkez karargahı gibiydi. Her gün, bir semt veya okuldan bir iki devrimciyi kaçırıyor, işkenceli sorgulardan geçirip domuz bağı denilen yöntemle öldürüyor ve bir sokağa bırakıyorlardı. İşte tüm bu işlerin merkezi Mecidiyeköy’dü. Aynı zamanda ETKO, TİT, TUŞKO gibi kontrgerilla aparatlarının merkeziydi. Haldun, koşullarımız uygun olmamasına rağmen Mecidyeköy’deki faşist karargahlara saldırmayı dayattı ve kabul ettirdi. 6 ay kadar bu bölge üzerinde yoğunlaştı, faşistlerin kuş uçurmadıkları sokakları arşınladı; bir iki karargahlarına saldırı düzenledi, iki defa yaylım ateşine tutuldu, zor kurtuldu. Bu sırada, Haldun’un ekibinde olan ve Mecidiyeköy’de istihbarat için görev verdiği Mehmet Arap Kaz yoldaşımızdan faşistler şüpheleniyor ve kaçırıp sorgu merkezlerine götürüyorlar. Antepli Sünni bir aileden geldiği, babası MHP’li olduğu ve İslam’a ilişkin soruları bildiği için, iki gün sonra serbest bırakıyorlar. Bu olay sonucu Mehmet Arap Kaz’dan aldığı bilgilerle, bu merkeze bir saldırı düzenledi Haldun ve ekibi ama zor geri dönebildiler. Mecidiyeköy hareketi başarısız oldu. Daha sonra Haldun, bu önerisi ve başarısızlığının özeleştirisini yaptı.

Burada Türkiye’de sınıf savaşının nasıl bir cinnet toplumu yarattığını anlamak için Mehmet Arap Kaz’ın babasıyla yaşadığı dehşetengiz olayı anmadan geçmeyeyim: MHP’li baba, daha sonra oğlunu kafasından kurşunluyor, tesadüfen kurşun Mehmet’in alnının bir bölümünü parçalayıp çıkıyor.

Haldun’un da içinde olduğu bizim birimimiz, 1974 sonlarında merkezi olarak teknik ve askeri görevleri üstlenmişti. Asıl çalışma alanımız İstanbul’du ama Türkiye çapında nerede sert ve askeri işler varsa genellikle Haldun’un sorumluğundaki ekip göreve giderdi. Haldun, bu dönemde kamulaştırma, faşistlerin cezalandırılması, devrimci katili polislere yönelik vb. onlarca eylemi hiç kayıp vermeden ve büyük oranda başarıyla gerçekleştirmiştir. Yalnızca kamuoyuna yansıyan banka kamulaştırmaları bilinir. Oysa o, gerçekte 1974-78 arasında faşist odaklara baskınlar, kendisine yönelik pusular, faşistlerin hakim olduğu veya hakimiyet kurmak için saldırıya geçtiği alanlarda günlerce haftalarca süren çatışmalar içindedir. Bunları, katılanlar dışında kimse bilmez, birlikte mücadeleye girdiği herkesi dikkatle seçer, ketum olmayanlarla asla bu tür eylemlere girmez. O, tepeden tırnağa ketum bir sır küpü olarak yaşadı.

Tüm bu anti-faşist eylemciliğin yanı sıra, Haldun, aynı zamanda, efsanevi bir banka soyguncusu ve bunların en sonuncusudur. Tam 14 banka soygununu bizzat planlamış ve hepsini hiç kayıp vermeden başarıyla gerçekleştirmiştir. Bunlar polis kayıtlarına geçmiş olanlardır, en az bunlar kadar değişik kamulaştırma eylemleri ketum yoldaşımızın kendisinde kalsın. En son eylemi, Taksim Meydanındaki milyon dolardan fazla meblağa el koydukları Bank of Credit soygunudur. Bu bilinen soygunların çoğunu, 12 Eylül döneminde Kurtuluş örgütündeyken gerçekleştirmiştir. Yakalanmaları Taksim soygunundan bir hafta veya bir ay sonradır. Örgütün merkezine operasyon yapılıyor, örgütün sorumlusu Taksim soygununda el konulan paralarla birlikte Haldun dahil tüm ekibi ele veriyor.

Bu eylemleri anlatırken, ekibin komutanı ve sorumlusu, daha sonra cezaevinde intihar eden Azmi Pat yoldaşı anmamak haksızlık olur. Hiç tanışmadığım, yalnızca Haldun’un anlatımlarından gıyaben tanıdığım, yaşamı ve duruşuyla herkesi kıskandıracak bu devrimcinin, anısı önünde saygıyla eğiliyorum.

Buraya kadar anlatılanlar, onun eylemlerinin küçük bir bölümüdür, devam edersek sayfalar dolusu yazmak zorunda kalırız. Okuyanlara, bir insan nasıl bu kadar işi yaşamına sığdırdığı inanılmaz gelebilir. 2014 yılında ağır bir sağlık sorunu yaşadı, birkaç saniye öbür tarafa gitti, geri döndü. Bu tarihe kadar örgütlü veya örgütsüz tüm zamanları eylemli yaşamıştır.

Son olarak Haldun’un kurduğu iki semtin (Derbent ve Gülensu) hikayesiyle bu bölümü bitirelim. O zamanlar Derbent ve Gülensu, bomboş mera alanları durumundadır. Roch fabrikasındaki komite üyemiz Derbent’te bir arsa alıyor, arsaya ev yapmaya gittiğinde başka birilerinin aynı arsa üzerinde çalıştığını görüyor ve niza patlıyor. Ama olay bundan ibaret değil, başka parselleri de birçok kişiye ayrı ayrı satmışlar. Bu bilgi geldiğinde, geçtiğimiz yıllarda kaybettiğimiz TKP(B) kurucusu yoldaşımız Hidayet Kaya ve Haldun, olay yerine giderek inceleme yapıyor. Karadenizli bir mafyanın burayı parselleyip satmaya başladığını öğreniyorlar. Bunun üzerine örgüt olarak, Hidayet ve Haldun’un sorumluluğunda, gereken hazırlıklar yapılıp Derbent’e müdahale edildi. Sert bir mafyayla karşılaştık, bütün gücümüzle yüklenip mafyayı oradan attık. Gündüz bizim denetimimiz sürüyordu, ama geceleri mafya, otomatik tüfeklerle kurşun yağdırıyordu. Karşılıklı çatışmalar birkaç ay sürdü, sonunda biz değil mafya pes etti. Her iki taraftan yaralananlar oldu, ben o zaman başka bir görevde olduğum için ayrıntıları hatırlamıyorum.

Bugün Derbent olarak bilinen büyük semt, o dönemde kuruldu. Mafya püskürtüldükten sonra ilişkimiz olan harita mühendisleri, tüm bölgeyi planlayıp parsellediler ve tüm araziyi ihtiyaç sahiplerine bedelsiz dağıttılar. Derbent’te yürütülen tüm faaliyeti, dağıtım dahil bütün işleri, Haldun ve ekibi yürütmüştür. İkircimsiz Derbent’i Haldun kurmuştur, denilebilir. Gülensu, Derbent’ten bir yıl sonradır. Gülensu’da mücadeleyi başlatan Ali Rıza Erdoğan’dır. Ali Rıza Erdoğan, bizim komitemize bağlı Anadolu yakasındaki organın sorumlusudur. Haldun, destekçi olarak gitmiş, ama sonuna kadar oradaki sorunların içinde olmuştur.

Haldun; kendine has bir adam!

Buraya kadar yazdığım minvalde devam edersem bu yazı bitmez. Bu yüzden kopuk kopuk olsa da Gavur’un bilinmesi gereken, gelecek kuşaklar için devrimci bir kişiliğin nasıl olması gerektiğine dair esinleyici olabilecek bazı özelliklerinden bahsedeceğim.

Haldun’un, “Türkiye’de nefret objesi ve düşman olarak görülen bir azınlık mensubu olarak doğdun, devrimciliğe yönelmen nasıl oldu?” sorusuna verdiği cevap ilginçtir: “Çok kolay oldu. Lise yıllarında eşitlik, özgürlük, özellikle zulme ve haksızlığa isyan sözcüklerini duyduğumda, benim iç dünyamda kopan fırtınalara en net cevap oldu, beynimde elektriklenme gibi bir şey oldu: ‘Hah aradığımı buldum’ dedim.”

Bir zeka küpü, bilgi deposu, adeta yaşayan ansiklopedi gibiydi. Dünya tarihi, dinler tarihi, savaşlar tarihi, Hristiyanlıktaki ve İslam’daki mezhep savaşları, üç büyük dinin iç ayrılıkları, Roma tarihi vb konuları tarih, yer, kişi olaylar olarak belleğine kazımış gibiydi. Ermeni, Gürcü, Yunan ve Türk tarihi üzerine derin hakimiyeti vardı. Özel olarak Türk-Yunan savaşını yer, zaman, tarih, cepheler, her cephedeki komutanlar, asker ve silah kıyaslaması, karşılıklı kayıplar dahil bütün boyutlarıyla biliyordu. Tabii ki, dünya devrimler ve isyanlar tarihi en başta gelen ilgi konularıydı. Türkiye devrimci örgütlerinin tarihleri, ayrılıklar, ideolojik görüşleri ve bu tarihe dönük son derece derinlikli eleştirileri… Diyebilirim ki örgütleri, örgütlerin sorumluları kadar tanıyordu. Örneğin bir gün hapishanede TKP/ML ile Çin Devrimi ve Mao Zedung üzerine ve özel olarak TKP/ML içindeki II. MK eleştirileri üzerine yaptığı tartışmaları, onları şaşkına çevirmişti.

Bu geniş entelektüel bilgi birikimini sıradan bir ilgiyle kazanmadı; delice bir okuma tarzı vardı. Bir konuyla ilgilenmeye başladığında, dış dünya ile ilgisini keser; bulabildiği tüm kaynakları, günler, haftalar, aylar boyu, saatlerce kesintisiz okurken uykuya dalar, uyanıp tekrar okumaya devam eder, bu durum tüm kaynaklar bitip notlarını alıncaya kadar sürerdi. Çok hızlı okurdu. Yavaş okuyanlar kelimeleri, hızlı okuyanlar cümleleri takip eder; bazıları paragraf, bir cins okuyucu da sayfaları fotokopi çeker gibi okurmuş. Haldun bu cinstendi. Onu kitap okurken görenler, okuduğuna inanmaz, sayfalara bakıp çeviriyor sanırlardı. Öyle ki, mahpusta değişik örgütlerin kütüphanesinden kitaplar alıyor, hacmine göre bir veya iki gün sonra teşekkür edip geri veriyormuş. Bu durum bir ara herkesin dikkatini çekiyor, hatta “çok okumuş görünmek istiyor” diye tartışma konusu oluyor ama tabii sonra durum anlaşılıyor.

Haldun’un sosyalizme ilgi duymaya başladığında, dededen dinlediği hikayelerle zaten tarihle yoğun ilgilenirken bu ilgisi derinleşerek devam etmiştir. Dünya, Türkiye, Ermenistan, Yunanistan, Kafkasya, Balkanlar üzerine beş bin sayfa tutan tarih yazmıştır. Bu çalışmalar sürecinde, tarihle ilgilenen herkesle tartışmıştır. Bu çalışmalarıyla birkaç hatırı sayılır yayınevi ilgilenmiş ve verdiği bölümleri, hemen yayınlama teklifinde bulunmuştur. Dışarıdan ve bizlerin yoğun baskısına rağmen inatla bu teklifleri reddetti. Sürekli yarı şaka yarı ciddi: “Size mirasım olsun, öldükten sonra yayınlarsınız, daha makbule geçer” derdi.  Binlerce sayfa tutan tarih araştırmaları yanında, kendi yaşamı üzerinden 700 sayfa tutan TDH üzerine değerlendirmeleri var. Gene, birkaç yüz sayfayı tutan mahkeme savunmaları, TC sisteminin etkili bir tarihsel teşhiridir.

Bir gün Ermeni olduğu için devrimci hareket içinde ayrımcılıkla karşılaşıp karşılaşmadığını sorduğumda, tersine pozitif ayrımcılıkla karşılaştığını ve bundan hiç hoşlanmadığını; çok ilgi gördüğünü, ama bu ilginin aydınların kelaynak kuşlarına gösterdikleri ilgiye benzediğini söyledi ve ardından meşhur kahkahasını patlattı. Bunun yanı sıra zaman zaman Ermeni ve Rum düşmanlığının bu toplumun tüm genlerine nasıl kazındığını gösteren ve solda da bunun gayri ihtiyari açığa çıktığı olayları anlattığı da oldu. 1977 yılında silah yakalattığı için Sağmalcılar Cezaevi’nde yatarken, bir devrimci grupla yaptığı sert tartışma sonucu, fena halde dayak yer. Toplumda benzeri saldırılara mutlaka er veya geç karşılık verirken devrimcilerden yediği dayağı gülerek “Fena benzettiler” diyerek anlatırdı. Asıl zoruna giden ve hiç unutamadığı, bu grubun içindeki yarı lümpen birinin “Sen kendini ne sanıyorsun Ermeni parçası” sözüdür.

Evet, o bir Ermeni’ydi. Ama Ermeni tarihi, Ermeni tehcir ve jenosidi hakkında çok yoğun araştırma yapmasına rağmen Ermeni topluluğuyla hemen hiç ilişkisi yoktu. Niye ilişki kurmadığını sorduğumuzda, “Birkaç defa ilişki kurdum ama beni beğenmediler” diye cevap verdi.

Ermeni topluluğuyla ilişkisi olmamasına rağmen, katledilmesinden kısa bir zaman önce, Hrant Dink’le tanışır ve uzun sohbetlerle Ermeni tarihi üzerine geniş bir çalışma planlarlar. Hrant Dink, Hürriyet Gazetesi genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök’ün yazısı ve manşetten hedef gösterildiğinde, Haldun Hrant’la görüşmeye gider. Kesin ve net cümlelerle, devletin katline ferman verdiğini söyler ve en kısa zamanda Türkiye’den ayrılmasını önerir. Hrant, kendisinin de ciddi olarak tedirgin olduğunu, ama Türkiye’nin değişmekte olduğunu, AB ve demokratikleşme tartışmalarının olduğu bu dönemde böylesi olaylara müsaade edilmeyeceğine inandığını söyler. Haldun, tam tersine bütün bu demokrasi tantanalarının kapıları açılmış olan cehennemi dönemi kanıksatmaktan öteye anlamı olmadığını anlatır. Türk devlet mekanizmasının derin dehlizlerinde neler döndüğünü kimsenin tahmin edemeyeceğini belirtir ve “Senin kalemini kırdılar” der. [2] Haldun, dili döndüğünce, medyada sürdürülen linç kampanyasının çok tehlikeli olduğunu, bunun açık ölüm tehdidi anlamına geldiğini söyler ve ekler: “Devlet, seni hedefe koydu. Bu çağrıyı alan kelle avcıları çoktan harekete geçti. Sen bilindik, bilinmedik geniş bir kelle avcıları için av durumundasın, Hürriyet başta olmak üzere medyanın çağrısı açık; bu vatan hainini ortadan kaldıranı kahraman ilan edeceğiz demektir.” Hrant, bunları bildiğini ama devlet kurumlarının, bazı kanallardan kendisine güvende olduğunu ilettiğini söyler. Haldun, bunun bir güvence olmaktan çok, tehlikenin büyüklüğüne işaret ettiğini, siyasal ortamın çok gerginleştiğini belirtir, “bunlar kendi aralarında kapışırken birbirlerinden rol kapmak için muhalifleri ezme yarışına girerler” der. Yine de Hrant’ı ikna edemez. Bu görüşme, Hrant’ın katledilmesinden iki veya üç hafta öncedir.

Haldun’un tanışmamızdan önceki dönemlerini çok bilmiyoruz, daha doğrusu, bu konuda da ketumluğu devrededir. Sürekli her konuda konuşur ama ısrarlı sorularımıza rağmen önceki faaliyetleri hakkında ayrıntılara girmez, birkaç cümleyle geçiştirirdi. 1973 yılına kadarki mücadele sürecini ayrıntılı bilmiyoruz. 1974 yılına kadar devrimci örgütlerle ilişkisi hakkında da fazla konuşmazdı. Kabaca bildiklerimiz; 1968’lerde devrimci fikirleri benimsediği ve siyasal mücadeleye adım attığıdır. 1968 yılında var olan TİP dahil tüm siyasi çevrelerle ilişkili ve faaliyetlerin içindedir. TİP-MDD ayrışmasında ve sonraki MDD içi ayrılıkları ciddi olarak inceler ve her iki tarafa da eleştirileri vardır. Bu eleştirilerini ilişkide olduklarına açar. Ama herhangi bir örgütlü ilişkiye girmemesinin gerekçesi ise çok farklıdır.

Devrimci parti ve çevreler, siyasal olarak gereken gelişme ve sıçramaları yapamadığında, zamanla çok da farkında olmadan başkalaşım geçiriyorlar; konformizm ve rutine sıkışma geneli kapsıyor, bu koşulda herkes birbirine benziyor. Birbirine benzeyenler, farklı olana tahammül edemiyor. Haldun, bu dünyanın aykırılarındandır. Tüm devrimci örgütlere dönük çok yönlü sert eleştirileri vardı ve bunları karşısındakini ölçerek, çekincesiz yapardı, ama asla hiçbir devrimci örgütü küçümsemezdi. “Özal affından sonra mapushanenin her ranzasında bir örgüt MK’sı toplanırdı, bir ben örgütlerden ‘kovulmuş’, tek tabancaydım” sözlerinde, onun örgütlere dönük kinayeli, ince eleştirisi gizlidir.

Haldun, Türkiyeli bir devrimci için vazgeçilmez olan düşman bilinci en yüksek devrimcilerden biridir; mücadeleye, örgüte hep bu bilinçle bakmıştır ve tüm devrimci yaşamı boyunca aynı ciddiyetle davranmıştır. Bu, onun okuyarak kazandığı bir şey değildir; hangi dünyada olduğunu, kimlerle aşık attığını, yaşadığı hayat adeta genlerine kazımıştır. Ona göre, bu devletle aşık atmaya kalkmak ciddi bir olaydır, oyun oynanmaz, sahaya çıkmak ölüm fermanını imzalamakla eş anlamlıdır. Bu, ona daha başlangıçta derin bir ketumiyet kazandırmıştır. Girdiği tüm çevrelerde, ulu orta yaptıklarını anlatarak kendini övme, karşılıklı tartışmalarda yapılan eylemlerin yarıştırılması vb. laçkalıklar, onun örgütlere  mesafeli durmasını getirmiştir. “Ben, bir eylem veya faaliyet planını düşündüğümde, kendime bile çekinceli davranırken, birilerine propaganda olarak yaptıklarını anlatmasını aklım almıyor” derdi. Buradan çıkardığı sonuç; “Türkler ve Yunanlılar asla gizli örgütlenme yapamazlar, iki millette çok gevezedir.”  Ermeni ve Kürtleri ise bunun dışında tutardı.

Haldun’u, kimilerinin yaptığı gibi örgütsüz dönemi üzerinden anlatmak, çok eksik ve yanlış bir tutum olur. Buraya kadar anlatılanlarda görüldüğü gibi Haldun devrimciliğe bulaşmış, tarihle ilgilenen bir aydın entelektüel değil, devrim mücadelesinin tüm görevlerinin bilincinde militan bir devrim savaşçısıdır. Haldun’un yaşamı üzerinden örgütsüzlüğe prim verilmesine katılmıyorum, bu çok yanlış bir Haldun tanımıdır, hatta tam tersi doğrudur.

Haldun, hep örgütlüdür, örgütlerle organik ilişkisini bitirdiğinde de örgütlüdür, kendisi birey olarak tek başına bir örgüttür. TKP(B) ve TKKKÖ’den kendi kararıyla ve gerekçesini sözlü bildirip ayrılmıştır. Örgütlere güvensizdir, daha doğru bir ifadeyle, örgüte değil yaşanan örgütsel pratiklere güvensizdir. Örgütlerle organik ilişkisi bulunmadığı dönemlerde, hep devrimci çalışmalar içinde olmuştur. Bu aktivitesiyle birçok örgüt, onu kazanmak için ilişkilenmiştir. Birçok örgütten benzer davetler aldığında: “Ben iki örgütten kovuldum, sizin örgüt beni o kadar da tutmaz” vb. gibi  Haldun’a has cevaplar vermiştir. Örgütler, bu tavrı anlayamaz, oysa o eleştiriyle ayrılmasına rağmen birey olarak kendisini değil, örgütlülüğü esas alır.  Bu tavrı bizim örgütsel kültürümüz anlayamaz. Yanlış anlaşılmamalı, bu tavrı örgüt fetişizmi değildir.

Tek başına bir örgüttür, tek başına örgüt nasıl olur, bu absürt bir iddiadır ama Haldun her zaman örgütlü olarak yaşamıştır. Bu, ona has bilgi birikiminden kaynaklı olağanüstü bir yetenektir. Haldun Türkiye ve Kürdistan coğrafyasının demografik yapısını iller, ilçeler ve kırsal yerleşim yerleri dahil neredeyse avucunun içi gibi bilir. O zamanlar Sevan Nişanyan’ın olağanüstü çalışması, sözlükler yayınlanmamıştı ama Haldun hangi tarihte hangi etnik veya dinsel topluluk, tarihsel olarak nereden ne zaman geldi, nerelere yerleşti, yerleştikleri bölgedeki diğer benzer topluluklarla tarihsel, siyasal ilişkileri nasıldı, hangi politik görüşlere yakındı, tüm bunları ayrıntılı olarak biliyordu.

Tek bir örnekle, tek kişi olarak nasıl örgütlüdür göstereyim: Haldun oturduğu veya siyasal çalışma yaptığı semt ve mahalleyi genel bilgilerinin ötesinde somut kişilere indirerek inceler. Bütün sokakların, ara sokakların, çıkmazların ve çıkış yollarının haritasını kafasında çıkarır. Devletin ajan ağlarını, faşist ve tarikat yapılanmalarını vb. ayrıntılı tespit eder ve harekete geçer. Kapıcı kimdir, mahalle bakkalı başta olmak üzere esnaflar hangi eğilimdedir öğrenir. Bunlar genel geçer şeyler diye düşünenler olabilir, bundan sonrası önemlidir, devreye Haldun’un olağanüstü istihbaratçı yeteneği girer. Kapıcı devletçi, bakkal tarikatçı, kasap MHP’li olabilir, fark etmez, o kimliğini bildiği herkesle en iyi ilişkiyi yakalar ve zamanında her türlü gelişmeden haberdar olur. Çok konuşkandır, her ortamda ve her konuda sürekli konuşur ve bu karşısındakini konuşmaya teşviktir. Kişisel tüm ilişkileri, kendileri farkında olmadan, bir istihbarat örgütü gibi Haldun’a çalışır. İstihbari çalışmaları elbette çok daha geniştir; nerede para var, köprü, geçit, karakollar, askeri kurumlar, tefeciler uzayıp gider. Bir örgütle organik ilişki içinde veya değil hep böyle yaşar.

Haldun her yanıyla enteresan ve değişken bir kişilikti; yerine göre bir İstanbul beyefendisi, yerine göre şirret bir Kasımpaşa bıçkını olurdu. Açık, yakından tanıyanlar bilir, sınıf savaşını en acımasız savaş olarak bilir ve devrimci eylemlerde acımasız ve amansız davranırdı. Devrimci mücadelenin meşruiyetini, her türlü burjuva hukuksal değerlerin üstünde tutar, sol hümanist duyarlılıklara metelik vermezdi. Bu anlayışla, PKK ve Kürt mücadelesini, herkesten farklı karşıladı.

PKK’nin 1984 yılında Eruh ve Şemdinli ilçe baskınlarıyla gerilla savaşını başlatması, içeride ve dışarıda çok yoğun tartışıldı. Bu devrimci atılımı; TDH’nin geniş bir kesimi, benzer silahlı mücadele tarzını savunanlar dahil, yoğun eleştirilerle karşıladı. Maocu ve Arnavutçu örgütler, o zaman PKK’yi kaşı devrimci örgüt olarak görüyorlardı. Bu tarihsel bir gerçekliğimizdir; ben 1984 15 Ağustos Atılımını ikircimsiz destekleyen bir örgüt hatırlamıyorum. 12 Eylül faşizminin, “karşı çıkan herkesin kafasını ezdik, kökünü kazıdık” dedikleri dönemde, iki ilçenin silahlı gerillalarla basılıp kontrol altına alınması, hiçbir Türkiyeli veya Kürdistanlı örgüt tarafından devrimci eylem olarak selamlanmadı. TKP(B), bu eylemleri, Kürt ulusal mücadelesinin haklılığı genelliği içinde değerlendirmekle yetindi. TDH’nin “öncü savaşı”, “uzun süreli halk savaşı” stratejisini o dönem hala savunan örgütleri, açık karşı çıkamadıkları için, çeşitli eleştirilerle küçümsediler. Haldun ise 1984 Atılımı olduğunda henüz dışarıdadır ve büyük bir coşkuyla karşılar.

Kısa bir zaman sonra yakalanır, Kürt gerilla savaşı daha da yükselmiştir. O dönemde çokça sivillerin hedef alındığı eylemler gerçekleşir, bu eylemler çok sert eleştirilerle karşılanır. Haldun tüm eleştiricilere karşı tavır alır ve kararlı biçimde Kürt gerillasını savunur. PKK’den daha tavizsizdir, bu tavrıyla tüm cezaevinde aykırı bir yerde durur. Bir dönem sonra, ciddi çelişkiler yaşar ve örgütünden (Kurtuluş’tan) ayrılır.

Ermeniliği ve gerillayı kararlı savunusu PKK sorumlularının dikkatini çeker, örgütünden ayrılınca tam olarak kuşatmaya alır ve kazanmak için harekete geçerler. Haldun, baştan ideolojik, kültürel farklılıklarını ciddi olarak anlatır ama ısrar ederler, birkaç ay bu durum devam eder. En son cezaevindeki yönetici, ideolojik farklılıkların onun PKK’li olmasına engel olmayacağını ifade ettiği bir konuşma yapar ve sözlerini; “Bizim için bütün bunlardan önce gelen sadakattir” diyerek bitirir. Haldun, bakar ki hiçbir kurtuluşu yoktur, “Biliyorum ve günlerdir anlatmak istediğim de bu, işte bende o yok” cevabını verir. Bu cevaptan sonra PKK’li arkadaş; “Tamam heval, sen bizim en iyi dostumuzsun, biz seni PKK’li kabul ediyoruz, sen dışımızdaki PKK’lisin” der ve ilişkileri bu temelde devam eder.

Bitirirken…

Haldun ile 1973-76 arası tüm zamanlarımız birlikte geçti. 1976 sonlarında, ben başka bir bölgeye geçtim, 1978’de ise Haldun örgütümüzden (TKP(B)’den) ayrıldı. 1981 yılında ben yakalandım, kısa süre sonra tahliye oldum ve yurtdışına çıkmak zorunda kaldım. 1985 yılında Haldun yakalandı, 1993’te Haldun tahliye olmadan birkaç ay önce ben tekrar cezaevine girdim. Gerek ayrı mekanlarda gerek ayrı örgütlerde olmamıza rağmen hiçbir zaman ilişkimiz kopmadı, mekan farklılıklarına rağmen sürekli birbirimizi kolladık ve haberleştik. 1999 ile 2014 yılları arasında (ben Türkiye’den çıkana kadar), ilk karşılaştığımız dönemdeki kadar eylemli bir hayatımız olmadı ama biz her şeyimizle devrimci kavganın içinde yaşadık. Bu 15 yıl boyunca Haldun bütün çalışmalarımızın içindedir. En başta kendine has siyasal tahlilleriyle, dönemin görevleri üzerine, asıl olarak devrimci mücadelenin kendi özgür temellerini yaratması için önerileriyle kolektifimizin devrimci bilincini diri tutan seminerler vermiştir. Yayınlarımızda yazmış, istenilen hiçbir görevden kaçmamıştır. 2014 sonrası da onunla sürekli haberleştik, bağım hep devam etti.

Devrimci mücadele dışında bir özel hayatı kendi adıma kabul etmem, Haldun için hiç kabul etmem. Bunları bazı tanıyanların Haldun’la ilgili yazdıklarının eksik yanlarını gidermek için yazıyorum. Haldun’un örgütlere yaklaşımını ve örgütlü mücadeleye yaklaşımını anlatmak için ortak yaşanmışlıklardan dolayı istemeden kendimden bahsetmek zorunda kaldığım için okuyuculardan özür dilerim. Ancak bitirmeden önce başka şeyleri de eklemek zorundayım.

1976 sonlarında bir sokak gösterisinde yakalandım, yakalanmam sorun değildi; o zamanlar sürekli hareket halindeydik. Sabahın köründe bir fabrikada bildiri dağıtıyor veya patron ve sarı sendika ajanlarını, işçilerin önünde cezalandırıyor, akşam bir başka yerde protesto gösterisinde oluyorduk ve hepsi, duruma göre polislerle çatışmalı veya kaçma kovalama olarak geçiyordu. Ama o gün yakalandığımda üzerimde, içinde bazı eylem planları da olan örgütsel dökümanlar çıktı. Bakırköy Emniyet amirliğinde beni 4. katta bir odaya kilitleyip, hemen TMŞ’ye (o zamanlar adı I. Şube idi) acil haber geçtiler. Odada beklerken çivilenmiş pencereleri biraz zorladığımda açıldı, arka bahçeye bakıyordu ve camın hizasında bir toprak yığını vardı, hiç tereddüt etmeden toprak yığının üzerine atladım, akşam karanlığı basmıştı, arkamdan koşuşturan polisleri atlattım. Polisleri atlatmıştım ama o gece İstanbul polisi alarma geçip bildikleri tüm adreslere baskın yapıyorlar.

Bu olayı, iki bakımdan önemli gördüğüm için anlatıyorum. İlki, Haldun’un her olayda nasıl kendine has davrandığı üzerinedir. Yakalanmadan önceki gece Haldunlarda kalmıştım ve çıkarken Haldun’un mevsimlik yeni pardösüsünü giymiştim, dokümanlar pardösünün cebinden çıktı. Belgeler, benim sorumluluğumdaydı, Haldun’la hiç ilgisi yoktu. Buna rağmen, karşılaştığımızda gayri ihtiyari “Onları sen mi koydun” dedim. Cevabı, hiç ilgisi olmadığı halde “Evet ben koydum, sen niye kontrolsüz, tedbirsiz bir çaylak gibi eyleme çıkıyorsun” oldu. O hep böyleydi, ilgili ilgisiz kendisine yönelik her eleştiride geri basmaz, başka bir mantıkla karşısındakini ters köşeye yatırırdı. Bir sohbette ona, “Dedikodu yapma Haldun” dedim, istifini bozmadan “Yaparım, dünyada dedikodudan daha tatlı ne var, dedikodu yapmıyorum diyen en büyük yalancıdır” dedi. Bir başka sefer, bir yoldaşı yüzüne karşı övüyordu “Yağcı, yağ çekme” dedim. Gene en keyifli haliyle, “Yağ çekiyorum ne var, yoldaşıma yağ çekmeyip kime çekeceğim” cevabını yapıştırdı.

Bu kaçma olayının ikinci sonucu daha önemlidir. 1973 sonlarında karşılaştığımızdan beri, gece gündüz hep hareketli, eylemli, tartışmalı hep beraberdik. Polis, kaçma olayını çok büyüttü, her tarafa resimlerimi dağıtıp peşime düştü. Örgütümüz tedirgin oldu ve beni 6 ay dışarı çıkmamak üzere bir eve kapattılar. 6 ay sonunda bir nevi firar ederek evi terk ettim. İki defa polisler izimi buldu kaçırmaya kalktılar, tesadüfler sonucu ellerinden kurtuldum, ama İstanbul’u terk etmek zorunda kaldım. Bir yıldan fazla İstanbul dışında faaliyet yürüttüm.

Evde kaldığım 6 ay boyunca Haldun’la hiç görüşemedik, evden ayrılınca ekip olarak toplanıp örgütsel yönelimler ve çalışma tarzına dönük, organ olarak eleştirilerimizi yazdık ve  askeri teknik birimin ve görevlerin daha öne alınıp bir üst düzeyde eylemler için hazırlıklar içeren önerilerde bulunduk. MK, bütün önerilerimizi reddetmedi, kabul ediyor görünerek sınıf çalışmalarını öne alan bir perspektife uygun bir düzeyde geliştirileceğini karara bağladı. Ben, bu kararları organa ilettiğimde Haldun, bu organımızı geri çekme değil bir nevi tasfiye etmektir, biçiminde değerlendirdi ve organ olarak, karara katılmadığımızı, karara uyacağımızı ama tartışmaya devam edeceğimizi bildirdik.

Bu tartışma dönemine kadar, bizim organımız MK ile tam bir uyum içinde, ama bir nevi otonom bir yapıdaydı. Merkez, hemen hiçbir kararımıza karışmaz, Haldun’un ısrarıyla ve dayatmasıyla güvenlik gerekçesiyle üst organa raporlar, çok daraltılmış olarak çokça da sözlü iletilirdi. Önerilerimizin reddedilmesi, ciddi olarak bizi düşündürdü, ardından beni, bu merkezi birimden aldılar. Ben karara uyup görevlendirildiğim alanda çalışmaya başladım. Eski birimimle ve Haldunlarla tüm ilişkim koptu. Ben ayrıldıktan sonra tartışmalar, sertleşerek devam ediyor, tam tarihini hatırlamıyorum ama 1977 sonu veya 1978 başlarında, Haldun bir ekiple birlikte TKP(B)’den ayrılıyor ve bir dönem sonra TKKKÖ’ne katılıyor. Burada açık olarak yazıyorum, aramızdaki bu kopukluk olmasa kesin olarak Haldun ayrılmazdı veya ayrılık zorunlu olursa ne yapmamız gerektiğine birlikte karar verirdik. O zaman örgütler arasında, sık sık silahlı çatışmalara varan sorunlar yaşanıyordu. TKKKÖ ile çok sorun yaşamadık, hatta bazı ortak çalışmalarımız oldu, ama buna rağmen değişik alanlarda karşı karşıya geliyorduk. Böylesi bir olayda, Haldun, bir tanıdıkla, “Örgütler arasında sorunlar olabilir, bizim hukukumuz geçerlidir” diye haber gönderdi, ben de “tamam” dedim.

Bu dönemde sürekli birbirimizle haberleşiyorduk, görüşme olanağımız olmasına rağmen ikimiz de yüz yüze görüşmekten kaçındık, aradan çok zaman geçmiş ve herkes kendi alanında derinleşmişti. 1979 yılında İstanbul’da tesadüfen karşılaştık. Baştan tartışmamaya karar verip birlikte genel bir sohbet yaptık, tanıdıklar üzerine konuştuk ve ayrıldık.

Haldun ile tanıştığımızda yirmili yaşlardaydık ve sürekli mücadelenin gelişimi üzerine, gelecek tahlilleri yapardık. O devrimci coşkunun en yüksek olduğu dönemlerde bile “Uçuyorsunuz ayağınız yere bassın” derdi, hep ihtiyatlıydı. İhtiyatlılığı, asla mücadeleyi geri çeken değil, düşmanı tanıyan, çok daha sabırlı ve ciddi görevlere hazırlanmayı dayatırdı. Aradan bunca yıl geçtikten sonra, sevgili Gavur’umuza hak vermemezlik edemem. O hepimizden farklı düşünürdü. Haldun’un bir başka dikkat çekici özelliği veya düşünme biçimi; devrimin çok uzak göründüğü koşullarda, başka ve mümkün bir tarih okuyuşudur. Biz dahil, herkesin yakın devrim rüyaları gördüğü dönemlerde, o devrimci mücadeleyi “Hiç olmayacak gibi uzak, yarın olacak kadar yakın” bir anlayışla ele alıyor ve bu konuda bizleri alaycı eleştirilerle yıldırıyordu.

Yoldaşları ve yakın dostları olarak onu sadece Ermeni, bazen Gavur olarak çağırırdık. Uzaklarda kaybettiğimizi öğrendiğimde, bir dönemdir ağır hasta olduğunu ve meşum haberi beklememe rağmen hazırlıksız yakalandım. Haldun, Hidayet Kaya, Talat Türkoğlu, Ali Aslan 50 yıl zaman ve mekan aralıklarına rağmen hep aynı duyarlılık ve bağlılıkla yaşadık. Ben yaşamımda en derin izleri bırakan en son kişiyi kaybettim. Yanlış anlaşılmasın, 50 yıl karşılıklı gül atarak geçmedi, tersine sık sık “Ulan ben sana yıllardır nasıl tahammül ediyorum, kendime şaşıyorum” diyenimize diğerimiz, “Ben de” diye cevap verirdik. Birlikte olduğumuz tüm zamanlarda, sürekli kavga halindeydik, kavgalarımız kişisel değil hepsi mücadelenin sorunları üzerineydi, ben ona sağlamcı, o bana hayalperest derdi. Beni, kendisine Mustafa Reşit Paşa’nın taktiğini uygulamakla eleştirirdi. Mustafa Reşit Paşa her önemli siyasal gelişme üzerine ilk önce Rus elçisine danışır ve onun söylediklerinin tam tersini yaparmış.

Hastalığının ağırlaştığını öğrendiğimde, 3 Ocak 2023  tarihinde ona uzun bir mektup gönderdim. O mektuptan birkaç paragrafı aşağıya ekliyorum.

Merhaba kadim dostum, Talat ve Hidayet’ten sonra böyle hitap edeceğim kimse kalmadı. ‘73 yılında tanıştığımız günden beri, ne çok kavga ettik, her şeyle döğüştük, en çok birbirimizle kavga ettik, bu kadim dostluğu kolay kazanmadık.

Hastalığının ağırlaştığını söylediler, sen mücadelen boyunca hep öbür tarafın kıyısında gezindin hatta bir defasında öbür tarafa gittin, beğenmeyip geri döndün. Sevgili, güzel ablamız Hürriyet sürekli anlatırdı. Bu badireyi de atlatacağına eminim.

Bir yanlış inadını düzeltiyorum; sana karşı, Mustafa Reşit Paşa’nın Rus büyükelçisine uyguladığı aynı taktiği uyguladığım doğru değil. Gene inanmayacaksın ama bu yaşıma kadar beni en çok şaşırtan, en çok şey öğrendiğim insanlardansın. Tilkinin 40 tane hikayesi varmış, hepsi kümes üzerineymiş. Benim en ilginç ve unutamadığım hikayelerimin çoğu Haldun üzerine.

Tekrar ediyorum, sana Mustafa Reşit Paşa’nın taktiğini uygulamadım, nasıl uygularım; kişisel, örgüt içi, örgütler arası, aile içi, düşmana karşı, ikili hırlaşmalarımızda, bir kere olsun, hiçbir koşulda, olayda, baş eğmek bir yana, gözlerini kaçırdığını görmedim, sana hep gıpta ettim.

İnattan vazgeç, binlerce sayfayı bulan tarih çalışmaların, mahkeme savunmaların, notların dahil tüm  yazılı çalışmalarını istiyoruz. Bunlara Efkar-ı Umumiye’nin ihtiyacı var. Sen Ermeni halkının Türk ve Kürt halkına armağanısın, değerli Hrant Dink liberallerin Ermenisiydi, Haldun Karyol bizim, devrimcilerin Ermenisidir.

Dipnotlar:

[1] Bir Ermeni devrimciyi anlatırken İbrahim’in açtığı yola baş koyan TKP/ML savaşçısı ve devrim savaşında düşen Orhan Bakır başta olmak üzere diğer Ermeni yoldaşları anmamak haksızlık olur. Bu görev, en iyi tanıyanlar olarak birlikte dövüşen yoldaşlarına düşüyor. Ama Haldun dahil bu devrimciler, örgütleri aşan tüm Türkiye ve Kürdistan devriminin değerleridir. Ermeniler, tarihsel devrim sürecimizin, Türkiye Devrim tarihinin devrimci kanadının öncelleridir. Paramazlardan başlayarak, Abdülhamit’e suikast ve Osmanlı Bankası baskınıyla devam eden devrimci ataklar, devrim mücadelemizin parlak sayfalarıdır.

[2] Kısa bir zaman sonra, Hrant’a söylediklerini temellendiren “PKK-1890/Makedonya” başlıklı yazısı, Türkiye Gerçeğinde yayımlanmıştır. Bu yazıda, Türk devlet gerçeğini, İttihatçı geleneğin hangi koşullarda, nasıl boy verdiğini ve bugünlere kadar taşındığını ayrıntılı anlatmaktadır. O, AB hayallerinin tavan yaptığı dönemde, Türkiye’nin nereye gittiği konusunda somut ve net bir yaklaşıma sahiptir. Açık olarak kontrgerilla ve gayri nizami harpçi kliğin öne geçmekte olduğunun altını çizer. (bkz. https://komungucu8.com/2024/07/12/pkk-1890-makedonya-haldun-karyol-harutyan-karyolaciyan/ )

(sendika.org – 23 Temmuz 2024)

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu