GüncelManşet

Maraş, Hapishaneler ve Roboski katliamları öfkemizi biliyor!

Osmanlı tarihi olduğu gibi, onun devamı olan TC tarihi de işgal, ilhak, soykırım, katliam, sürgün ve asimilasyonların tarihidir. Bu tarih aynı zaman da; despotluğun, otokratlığın, tepeden tırnağa anti-demokratikliğin tarihidir. TC devleti, dizginsiz bir faşist diktatörlükle yönetilmeye devam etmektedir.

Bırakalım Osmanlı dönemini, TC devletinde katliamsız bir yıl geçmemiş,  katliamlar yenilerini izlemiştir. Genellikle yakın dönemlerin, aklımızda kalanların veya ön plana çıkan katliamları işleyebilmekte, anabilmekteyiz. Bu açıdan şimdi de yakın yılların vahşetiyle öne çıkanlardan Şırnak ili Uludere (Qleban) ilçesi, Bujeh (Gülyazı)-Roboski (Ortasu) köylerinde gerçekleşen Roboski katliamı, 19 Aralık 2000 Hapishaneler katliamı ve Maraş katliamını öne çıkararak anacağız.

Bu vesileyle de Aralık ayında Türk devleti tarafından katledilen bütün sınıfsal ve ulusal kurtuluş şehitlerini anmış olacağız.

 

Roboski Katliamı

Roboski katliamı 28 Aralık 2011’de gerçekleşti. Yani altıncı yılını geride bırakıyor, yedinci yılına giriyoruz. Bu katliamı, TC devleti F 16 uçaklarıyla bombalayarak yaptı. Devlet Kürt topraklarını sık sık her vesileyle bombalamaktadır. Gerillayı barındırıyor diye dağları, vadileri ormanları, yaylaları bombalayıp yakıp yıkmaktadır.

1991’den 1994 yıllarına kadar 3.600 köy ve mezra yakılıp yıkılmış, köylüler sürgün edilmiş ve sık aralıklarla uçak ve helikopterlerle bombalamalar yapılmıştır. Gerillaya karşı hemen hemen her saldırısında uçak ve helikopterler kullanmakta ve bombalamalar yapılmaktadır. Ancak bilerek, planlayarak sivil halkı uçaklarla bombalamanın öne çıkan iki örneği vardır:

Birincisi, 1937-38’de Dersim’de dağlarda, vadilerde, mağaralara ve ormanlara saklanan silahsız, savunmasız, genç, yaşlı, çocuk, hasta demeden insanlar uçaklarla bombalanarak, zehirli gazlar atılarak (dönemin Malatya Emniyet müdürü İhsan Sabri Çağlayangil zehirli kimyasal silah kullandıklarını itiraf etmişti) onlarca, yüzlerce, binlerce insan vahşice katledildi. Tek “suç”ları Kürt olmalarıydı, Alevi olmalarıydı, devlete biat etmemeleriydi, kendi diliyle, kendi inançlarıyla yaşamak istemeleriydi.

Devletin baskısına, zulmüne, asimilasyonuna, zorla askere almalarına, zorla vergi haracına bağlanmalarına itirazlarda bulunup, ne devletten bir şey isteme ne de devletin kendilerini yok saymasını istemeyip, kendi dil, kültür ve inançlarına göre yaşamak istemeleriydi.

İkincisi, Roboski’de, Irak Kürdistanı’na geçip oradan birkaç litre mazot, bir kaç karton sigara getirip satarak geçimlerini sağlamaya çalışan, 17’si çocuk 34 Kürt genci F 16’larla bombalanarak vahşice katledilmesidir. Devlet bu sınır ticaretini yıllardır biliyordu. Hatta o alana bakan jandarma karakolu rüşvetini alıyordu. Buna rağmen bilerek, planlayarak bu katliamı yaptılar. Taşıdıkları hesapların yanısıra, özel olarak sınır ticareti yapanlara ve onlar üzerinde genelde Kürt ulusuna ve halkına gerekirse uçaklarla bombalarız mesajı veriyorlardı.

Katliamı yapan devlettir. Katliam devlet politikası olarak gerçekleştirildi. İktidarda da AKP vardı. ABD bölgesel politikaları (yani “Genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesi”) için AKP’yi iktidara getirmişti. Erdoğan bu projenin eş başkanı için görevlendirilmişti. Erdoğan, BOP’un eş başkanlığıyla da övünüyordu. AKP’nin en geniş kitlelerin desteğini alacak bir politika izlenmesi gerekiyordu. Birincisi, bunun en etkili yolu dine sarılmaktı ve dini kullanması gerekiyordu. İkincisi, Kürt ulusunun desteğinin alınması gerekirdi.

Bunun da en etkili yollarından biri dindi, diğeri ise “Kürt sorunu”nun “çözümü”nü  kullanmaktı. Üçüncüsü, bütün toplumsal kesimlerin desteğini alması için “3 Y’yi (yani Yoksulluk, Yolsuzluk ve Yasak) ortadan kaldıracağız” demesi gerekirdi.  Dördüncüsü, bütün bunların doğal sonucu olarak her kesimin desteğini alması için “demokrasi”, “demokratikleşme”yi savunması gerekirdi.

Sanki AKP’nin kendisi emperyalistlerin Mısır’da 1928’lerde kurduğu  “Müslüman Kardeşler”in Türkiye kolu ekolünden gelmiyormuş, 1960’lardan itibaren kontrgerilla örgütlenmesinin MTTB-Akıncı Gençlik ekolünden gelmiyormuş, “kanlı pazar” diye bilinen 6. Filo’yu protesto eden devrimci öğrencilere palalı, silahlı, sopalı saldırıp 3 kişiyi katledip onlarcasını yaralayanlardan meclis başkanları İsmail Kahraman, Abdullah Gül, Melih Gökçek vb.’in içinde bulunduğu anti- komünist ekolden gelmiyormuş, sanki emperyalist uşakları, ırkçı, şovenist, demokratik hak ve özgürlüklerin yeminli düşmanı, faşist değillermiş, ilericilere, solculara, sosyalistlere, Kürt yurtseverlerine vahşice saldıranlardan değillermiş, sanki Alevilere, Kürtlere, devrimcilere yönelik katliamlarda MHP’lilerle birlikte değillermiş, sanki 12 Eylül Cuntasını destekleyenlerden değillermişcesine, bunları unuttururcasına “12 Eylül askeri cuntasından çok çektik”, “Şu Diyarbakır’ın dili olsa da konuşsa”, “Şu Mamak’ın dili olsa da konuşsa” vb. söylemlerle acılarımızı sömürmeye soyundular.

Sınıf nitelikleriyle, ideolojileriyle, zihniyetleriyle tepeden tırnağa anti-demokratik olanlar kendilerini demokrasi şampiyonu göstermeye çalıştılar. Çeşitli milliyetlerden halk kesimlerini etkileme, umutlandırma, oyalamaya çalıştılar, saldırı politikalarını izleme hesapları güttüler.

“Sanatçı açılımı”, “Ermeni açılımı”, “Çingene açılımı”, “Alevi açılımı”, “Kürt açılımı” vb. bunların başında gelir.  Çok geçmeden yüzleri ortaya çıktı. “3 Y”lerinin tamamen tersi ayyuka çıktı. Anti-demokratikliği ve bu açılımlarının tam tersi olarak çılgınca bir faşist saldırı çıktı. T. Kürdistanı’nda 11 Kürt ilçesinin en aşağılık vahşi yöntemlerle, havadan ve karadan en ağır silahlarla yerle bir edilmesi “Kürt sorunu”nu nasıl “çözme” emelleri taşıdıklarını, Kürt “sevgi”lerinin ne olduğunu bir kez daha somut olarak gösterdi. Başta T. Kürdistanı olmak üzere, tüm ülke bugün OHAL’le yönetilmektedir.

Kemalistler ilkin Türkçülük sonra din der. Bunlar ilkin din sonra Türkçülük diyor. Yani özde bir fark yoktur. Zaten bir süre sonra, açık açık, Kemalizmin özü olan “tek dil, tek millet, tek vatan, tek bayrak, tek devlet” konusunda  “hiç kimse bizimle yarışamaz” demeye başladılar. Bu konuda doğru söylüyorlar, gerçeklikleri bu. Nitelikleri bu. Irkçılık, şovenizm, anti-demokratiklik, faşist ideoloji adeta genlerine işlemiş durumda.

Türk devleti kuruluşundan beri bu niteliğinden dolayı öteden beri “3 K”ya, yani Kürtlere, Komünistlere ve Kızılbaşlara/Alevilere karşı adeta kodlanmıştır. Sınıf niteliği, sınıf ideolojisi ve anti demokratikliği bunu gerektiriyor. Milliyetçiliği, Irkçılığı-şovenliği, faşist karakter ve saldırganlığı buradan geliyor.

Kısacası “3 K”  “sevgisi” bu niteliklerinden geliyor. Bu “sevgi”leri sadece Türk devlet “sınırları” kapsamında değildir. Bunu devlet sınırları dışında da sürdürüyorlar. Sosyalistlere/komünistlere ve Kürtlere yönelik saldırı nerede varsa onu destekliyorlar ve desteklemeye hazırdırlar. Kürtler söz konusu olduğunda Kürdistan’ın diğer parçalarına yönelik fırsat buldukça saldırılarda, hava bombardımanlarında veya yer yer karadan sızmalarda bulunmaktadır. Bölgedeki gerici, faşist sınıf kardeşleri olan devletlerle işbirliği yaparak Kürtlere yönelik saldırıları desteklemekte veya onları saldırmaya zorlamaktadırlar.

Bunun yanısıra, Suriye ve Irak içinde IŞİD, El Kaide-El Nusra, “Türkmen Cephesi”, ÖSO vb. gerici, faşist çeteleri örgütleyerek ve destekleyerek Kürtlere, Ezidilere, Süryanilere ve azınlık milliyetlerdeki kesimlere saldırtmaktadır.  Bugün Rus emperyalistlerine yanaşmaya çalışmaları ve Rusya üzerinde Suriye devletiyle barışmaya çalışmaları tamamen Suriye Kürdistanı’na/Rojova kantonlarına izin vermeme, Kürt kazanımlarını saldırarak yok etme hesaplarıdır.

Öz itibarıyla TC’nin Roboski’ye saldırısı bütün bu “Kürt sevgisi”nden gelmektedir. Roboski katliamı sadece bir halkaydı. Yöntemi daha acımasız, daha pervasız ve daha vahşiydi. Dönemin başbakanı Erdoğan, Roboski katliamına karşı kamuoyunun tepkisine aldırış etmeden, katliamı gerçekleştiren orduyu tebrik ediyordu: “Medyaya rağmen Genelkurmaya teşekkür ediyorum” diyordu. Aileler ve avukatların Amed’de dava açması, oluşturulan bağımsız bir heyetin 80 sayfayı aşkın raporuna rağmen bir süre sonra savcılık, özetle, “yetkisizlik” kararı verdi ve “görevsizlik kararlarına itiraz hakkınız yok” dedi. Kamuoyunun baskısı sonucu askeri savcı dava açmak zorunda kaldı ama sonuçta takipsizlik kararı verdi.

Gerekçeli kararında: “Gerek şüphelilerin gerekse olayda görev yapan diğer TSK personelinin, TBMM ve Bakanlar Kurulu kararları çerçevesinde kanunun emrini icra kapsamında kendilerine verilen görev gereklerini yerine getirdikleri, görev gereklerini yerine getirirken kaçınılmaz hataya düştükleri, dolayısıyla eylemleri hakkında kamu davası açılmasını gerektiren sebep bulunmadığının anlaşıldığı” diyerek davayı kapatmaya çalıştılar.

Roboskili korucular, Gülyazı Tugay Komutanı Abdullah Paşa ile yaptıkları toplantıda komutanın kendilerini tehdit ettiğini ve kendilerine “Bunu unutun. Kazaydı. Devlet kaza yaptı. Kapatın. Diyelim ki ben yaptım, ne olacak? Siz devlete karşı ne yapabilirsiniz ki? Ben öldürdüm, Burada yaşayan her kim kaçakçılık yaparsa gerekirse bir daha öldürürüm. 50 lira için kaçakçılık yapıyordunuz, bakın devlet sizlere 120 bin TL veriyor almıyorsunuz” dediğini aktarıyorlardı.

Roboskî katliamındaki sorumluluğuyla gündeme gelen Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Mehmet Erten’e devlet 7 Aralık 2012’de başarı madalyası verdi. Kamuoyu tepkisi nedeniyle bir açıklama yapan Genelkurmay Başkanlığı, madalyanın verilmesinin “rutin” bir işlem olduğunu savundu. Roboski katliamından, askeri hiyerarşide eski genelkurmay başkanı Necdet Özel ve yine döneminin genelkurmay 2. Başkanı Hulusi Akar’dan sonra üçüncü sırada hukuki sorumluluğu olan eski Genelkurmay istihbarat dairesi başkanı Org. Yaşar Güler, yapılan YAŞ kararıyla Jandarma Genel Komutanı yapılarak terfi edildi. İşte TC devlet geleneği böyledir. Ne kadar katilsen, ne kadar caniysen, ne kadar katliam yapıyorsan, ne kadar acımasız bir halk düşmanıysan o derece terfilendirilip yükselirsin…

19 Aralık Hapishaneler Katliamı

19 Aralık 2000… Hapishanelere saldırı 17. yıldönümünü geride bırakıyor, 18. yılına giriyoruz. 19 Aralık hapishaneler katliamı, faşist devletin yeni tip, yani F tipi hapishaneye geçme saldırısıydı. İktidarda B. Ecevit’in başbakanlığındaki DSP-MHP-ANAP koalisyon hükümeti vardı. Başbakan Ecevit, Adalet Bakanı da DSP’li Hikmet Sami Türk’tü. 

Alt yapısını yıllarca gizli olarak hazırlamışlardı. İnşaatlarının bitirilme aşamasına doğru devrimcilerin, kamuoyunun bilgisi oldu ve buna izin vermeyeceklerini ifade ederek, kamuoyunu bu yeni hapishaneler sistemi konusunda aydınlatmaya ve duyarlılığı geliştirmeye çalıştılar.

Toplumun çeşitli kesimlerinde ciddi tepki gelişmeye başladı. Devlet, birkaç yerde gardiyan alımına başladığını ve yakın sürede F tiplerini açacağını söyleyip, mevcut hapishanelerin “kontrolden çıktığı”, “terör örgütlerinin elinde” olduğu, “cezaevlerini örgütlerin yönettiği”, “gardiyanların giremediği”, “sayım alamadıkları”, “silahlar, klaşnikoflar bulunduğu” hatta “roket atarlar”ın bulunduğu gibi yığınlarca yalan sıralayarak hapishanelere saldırı için kamuoyu oluşturuyordu.

Ve tabi “F tiplerinin yeni ve çok güzel” olduğu, “çok rahat”, “çok kullanışlı”  olduğu, “lüks otel”ler gibi olduğu vb. televizyon ve gazetelerden sürekli yayımlanıyordu. Devrimciler bu uygulamayı asla kabul etmeyeceklerini, direneceklerini ilan ettiler ve kimi örgütler 20 Ekim 2000’de, kimileri 9 Aralık 2000’de açlık grevine ve ardından ölüm orucuna başladı.

Eylemler sürerken 19-22 Aralık 2000’de, faşist Türk devleti 22 hapishaneye eş zamanlı olarak 4 gün boyunca saldırdı. Devletin binlerce özel eğitimli askeri ve özel hareket polisi zırhlı askeri araçları eşliğinde sabah 4.00-4.30 sıralarında kuşatılarak saldırı başlatıldı.  Psikolojik üstünlüğü sağlamak amacıyla direk tarayarak, kapıları kırarak, barikat olan yerlerde silahlarla tarama eşliğinde kapıları elektrikli demir testerelerle keserek, TNT ve plastik patlayıcılarla kapıları uçurarak, çatı tavanları ve duvarları kompresörlerle delerek ses ve sis bombaları, zehirli kimyasal gaz bombaları ve yangın bombaları atarak saldırdılar.

Dışarıda iş makineleri, kepçeler, dozerler kullanıldı. Çatılar, havalandırma duvarları ve koğuş duvarları yıkılarak girildi. Saldırılar gün boyu helikopterlerle yönetildi. Hapishanelerin önüne gelmeye çalışan ailelere, yakınlarına, duyarlı insanlara da vahşice saldırıldı. En ufak tepkiye ve direnişe ölümüne saldırdılar. Aileler ve yakınları da her gün sokaklarda hırpalanıyordu. F tiplerinin kentlerden uzak, ıssız alanlara yapılması ailelerin, avukatların, ziyaretçilerin geliş gidişleri hem dışarıdakiler, hem de içeridekiler açısından ayrı bir baskı ve yıldırma taktiğiydi. 

Devlet, F tipi saldırısını kendisi için adeta varlık yokluk savaşı olarak görüyordu. Sokaklarda en ufak tepkiye müsamaha edilmiyordu. Medyada hapishanelere saldırıya ilişkin yayın yasağı konuluyordu.

Ve sonuçta 28 devrimci tutsak katledildi. 28 devrimcinin kimi kurşunlarla, kimi zehirli gazlarla, kimi yangın bombalarıyla diri diri yakılarak vahşice katledildi. Yüzlerce tutsak da yaralandı.

TC devleti, 22 hapishaneye birden saldırarak, 4 gün süren saldırı ve katliamla tutsakları F tiplerine taşıyarak, F tipi hapishane sistemine geçmiş oluyordu. Hapishaneler katliamında hayatını söndürdüğü insanlara yönelik operasyona, “Hayata Dönüş Operasyonu” adını vermişti. Şehitlerin yanısıra ayrıca 300’ün üzerinde devrimciye “Wernicke Korsakof” teşhisi konulmuştu ve hapishanede tek başına yaşayamaz durumda olduklarından tahliye edilmesleri istendi. Tahliye edildiler ama hala fiziki olarak kalıcı kimi hasarları taşıyorlardı.

Bugün büyük çoğunluğu Kürt Ulusal Hareketi’nde olmak üzere 20 binin üzerinde politik tutsak, TC devleti hapishanelerinde rehin durumundadır.

19-26 Aralık 1978 Maraş Katliamı

Maraş katliamının 39. yıl dönümü yaklaşıyor. 40. yılın girmekteyiz. Acılar hafızalarda hala taze. Katliamı yaşayan kuşağın önemli bölümü hayatta. Bu acıyı bir kez daha duyumsayacaklardır.

Maraş katliamı, devletin sadece Alevi katliamı değildi. Aleviliğin yanı ıra, sol, sosyalist ve Kürt olmalarından dolayı yapılan bir katliamdı. Sadece bu da değil, bunların yanısıra faşist Türk devletinin toplumsal halk muhalefetini bastırıp, ekonomik krizi halkın sırtına dizginsiz yüklemek için bir askeri yönetime başvurma ihtiyacıyla gerçekleştirdiği bir katliamdı.

Yıllar sonra 12 Eylül askeri faşist darbesinin başı olan Kenan Evren bir konuşmasında özetle “Askeri darbeye başvurmak için ortamın hazırlanması gerekiyordu” diyordu.K. Evren, bu söylemiyle devletin, benzeri katliamları bu hesaplarla örgütlediğini de dolaylı olarak itiraf etmiş oluyordu.

Yarı-sömürge olan TC devleti emperyalist efendilerine ve onların mali kuruluşlarına bağlıdır. Borçlandırılan ekonomilerini IMF (bugün daha çok DB, APF) düzenliyordu. “Yeniden yapılandırma” (sonraki yıllarda “uyum yasaları”) politikaları gereği IMF, 24 Ocak 1980 kararları olarak bilinen kararları TC’nin önüne koyup yasalaştırmak istiyordu. O dönemler yüksek olan işçi, köylü, memur, öğrenci örgütlü halk muhalefetinin tepkisi ve baskısı sonucu IMF ve onların uşağı olan egemen sınıflar ve hükümetleri o yasa ve uygulamaları geçiremediler. Krizlerini halkın sırtına yükleyemediler. Ancak gelişen halk muhalefetinin mücadelesi bastırılarak 24 Ocak kararlarını uygulayabilirlerdi.

Bunu çok iyi biliyorlardı. Bunun için ilkin devletin resmi güçlerinden çok MHP ve MSP’li (Ülkü ocakları ve MTTB-Akıncı Gençlik) milliyetçi-ırkçı faşistler ile dinci-ırkçı Akıncıları, bu kontrgerilla organizeli güçleri harekete geçirerek Kürt, Türk devrimcilere ve Alevilere saldırtıyorlardı. Provokasyonlara başvuruyorlardı. Halk muhalefetini bastırmak, olmuyorsa yıldırıp toplumu askeri diktatörlüğe razı kılmaya çalışıyorlardı. Maraş katliamı, devlet eliyle, faşist çetelerinin organizesiyle gerçekleştirildi. 

Peki Maraş’ta katliam öncesi ne olmuştu, katliamı nasıl tertiplediler?

Aylar öncesinde (3 Nisan 1978’de) faşistler, Alevilerin yoğun yaşadığı bir mahallede bir kahvehaneyi tararlar. Yaklaşan arabanın niyetini fark eden 81 yaşındaki Gıjık Dede (Sabri Özkan) gelenleri engellemek için kahvehane kapısına dayanır. Faşistler Gıjık Dede’yi 12 kurşunla katlederler. 12 kurşun inançlarına yönelik bir çağrışımdır. Onun cenaze törenine saldırarak asıl planları olan Maraş katliamını gerçekleştirme hesabındadırlar ama sonra bundan vazgeçtikleri bazı sanık ifadelerinden anlaşılmaktadır.

Anlaşılan ya karşılık görmenin boyutunu ölçüp ona göre plan yapmaya ya da kendi hazırlıklarının yetersiz olduklarını görerek onları hazırlamak için ileriye ertelediler.

Nitekim Maraş katliamından önce, PTT ve nüfus memurları, mili piyangocular türer. Alevilerin yoğun yaşadığı mahallelerde kendilerini nüfus memuru olarak tanıtan kişiler, tek tek evlerin kapısına dayanır, hangi evin kime ait olduğu, kaç kişinin yaşadığı, kimin ne iş yaptığı tespit edilmeye çalışılır. Bazı evlere kırmızı çarpı (X) işareti konulur. Bazı mahallelerde postacı kılığındaki kişiler “mektupların kaybolmaması” için evlerin numaralandırılması veya yenilenmesi gerektiğini söyler ve evler işaretlenir. Alevi mahallelerinde çok sayıda “milli piyango”cu dolaşır. Önceki istihbaratlara göre gözlemlerde bulunulur.

Bu yöntemler ve hazırlıklar 2010’lardan sonra Malatya, Adıyaman, Erzincan, Aydın, İzmir, İstanbul vb. gibi şehirlerde yapılanları hatırlatıyor. Yabancısı değiliz. Hele de bölge ülkeleri başta olmak üzere birçok ülkede şeriatçı, katil, cinayet şebekesi örgütlerini kuran, eğitip donatan ve organize eden bir TC devleti ve AKP iktidarı yönetimdeyken ve on binlercesini IŞİD, El Nusra ve ÖSO’ya yollayan, bunları başta Rojova’da ve Kerkük’te Kürtlere karşı kullanan bir iktidar varken.

Bölgede kullandığı ve yolladığı şeriatçı paramiliter  güçlerin önemli bölümünü yer yer veya geçici olarak geri getirip barındıran, örgütleyen, yetiştiren ve dahası okullara “cihat” dersi koyarak çekirdekten şeriatçı yetiştiren bir iktidar işbaşındayken kimse bu durumu hafife almamalıdır.

Maraş katliamı nasıl başladı?

Maraş katliamı CHP iktidarı döneminde, Bülent Ecevit’in başbakan, İrfan Özaydınlı’nın içişleri bakanı olduğu bir dönemde yapıldı. 19-26 Aralık arası bir hafta sürdü. Ordu ve polis günlerce saldırganları engellemedi, müdahale etmedi. Katliam devlet güçlerinin bilgisi ve desteğiyle yapıldı.

Katliam planı, faşistlerin 16 Aralık’tan itibaren “Esir Türkler Haftası” adı altında etkinlikler yapmaya başlaması ve bu çerçevede Milliyetçi filmlerden biri olan, Cüneyt Arkın’ın başrolünü oynadığı “Güneş Ne zaman Doğacak” adlı bir filmin gösterime sunulmasıyla adım adım başlar. Filmler günlerce sloganlar eşliğinde birkaç defa gösterime sunulur. 19 Aralık günü Çiçek Sineması’nda saat 20.00’de sloganlar eşliğinde oynatılan film sırasında sinemaya patlayıcı madde atılır. Patlayıcı basit bir ses bombasıdır.

Bombayı atma emrini veren de Ülkücü Gençlik Derneği K. Maraş Şube Başkanı Mehmet Leblebici ve 2. Başkan Mustafa Kanlıdere’dir. Bombayı atan kişi de “Ülkü Ocakları” üyesi Ökkeş Kenger’dir. Bu kişi sonra adını Ökkeş Şendiller olarak değiştirmiş, daha sonra da milletvekilliğiyle ödüllendirilen ve AKP’nin “Alevi Çalıştayı”na da “tecrübelerinden faydalanılmak üzere” davet edilen bir faşisttir. Sinemanın bombalamasından sonra provokatör başları eylemin solcular, komünistler tarafından gerçekleştirildiği söyleyerek saldırıyı yönlendirmeye başlar.

“Kanımız Aksa da Zafer İslam’ın”, “Müslüman Türkiye”, “Başbuğ Türkeş”, “Komünistler Moskova’ya” sloganlarıyla ajite edilerek bir araya toplanan faşist güruh, CHP il binasına, PTT binasına, TÖB-DER binalarına saldırır. 2 TÖB-DER’li öğretmeni katlederler. “Aleviler, yarın Sünnilere saldıracak” diye yalanlar da yayarlar. 22 Aralık’ta bu öğretmenlerin cenaze törenine izin verilmez. Tören tamamlanamaz. Cenaze törenine gelenlere karşı faşist güruh tahrik edilerek saldırtılır. Akşam saatlerinde faili şüpheli bir olay daha yaşanır. Üç sağcı genç öldürülür ve günlerce sürecek olan katliamın fitili ateşlenmiş olur.

“Komünistler Ulu Cami’yi yakıyor”,  “Niye duruyorsunuz, sizde din iman yok mu? Din elden gidiyor! Alevilere ölüm!” diye bağıran ülkücü ve dinci faşistler  saldırıya başlar. Olaylar devam ederken MHP genel başkanı A. Türkeş Ankara da İhlas Haber Ajansı’nai “Hükümetin düşmesi belki yarın belki yarından da yakındır” diyordu.

Olayların geliştiği günlerde Bağlarbaşı Cami imamı Mustafa Yıldız cuma vaazında şu “öğütleri” veriyordu: 

“Oruç tutmak namaz kılmakla hacı olunmaz, bir Alevi öldüren beş sefer hacca gitmiş gibi sevap kazanır; bütün din kardeşlerimiz hükümete ve komünistlere, dinsizlere karşı ayaklanmalıdır; çevremizde bulunan Alevileri ve CHP’li Sünni imansızları temizleyeceğiz.”

Olaylar başladığı gün belediye hoparlöründen “Kızıllar şehrimizi bastı, kızıllara geçit vermemek için hat boyunda buluşalım” anonsları yapılır. Alevilerin oturduğu mahallelere yönelirler. Yörük Selim, Mağaralı, Serintepe, Yusuflar, Dumlupınar, İsadivanlı, Yeni Mahalle, Sakarya, Namık Kemal Mahalleleri’nde, şehir merkezinde, Maraş’a yakın merkez köylerde korkunç bir kıyım olur.

Önceden işaretledikleri evlere saldırırlar. Dinamit, uzun namlulu silahlar, tabanca, balta, satır, keser, demir sopalar, benzin ve gaz kullanılarak 150 kişi öldürülür, onlarcası yaralanır. Hamile kadınlara tecavüz edilir, karınlarındaki çocuklar bile vahşice öldürülür. Küçük çocuklar kaynayan kazanlara atılır, yaşlılar, gençler işkencelerle katledilir.

Bir hafta boyunca tarihin en insanlık dışı vahşi saldırılarından biri gerçekleştirilir. Ve 26 Aralık 1978’de saat 07.00’den itibaren İstanbul, Ankara, Maraş, Adana, Elazığ, Bingöl, Erzurum, Erzincan, Antep, Malatya, Sivas ve Urfa olmak üzere 13 ilde sıkıyönetim ilan edilir. Askeri cuntaya kadar devlet eliyle katliamlar adım adım örülür.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu