Türkiye’nin dibe vuran dış politikaya eşlik eden ve 7 Haziran seçimlerinin sonucunda egemenlerin hiç de istemediği bir tablonun ortaya çıkışıyla oluşan bir krizden bahsetmek mümkün. İç dinamiklerindeki çatırtı ile dış politikaya atlayan TC, burada bir yenilgiyle karşılaşmıştır. DAİŞ’e karşı Kürt Ulusal Hareketi’nin direnişi ve geniş kesimler üzerindeki etkisi 7 Haziran seçimlerine açıktan yansımıştır. Öyle ki bu yansımayı gören ve kendi geleceğinden tedirginlik duyan AKP tarafından bu sürecin “öngörüsü” çeşitli şekillerde ifadelendirildi. “HDP barajı geçerse sıkıntı olur.”(Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan, 23 Nisan 2015) Merkezileşme ve iktidarlaşma arzusu ile saraya giden yolun taşlarının Türkiye halkının canları ile döşendiği bir gerçektir. Toplumsal kutuplaşmanın yarattığı güç ile alınan yol HDP’nin 7 Haziran seçimlerinde barajı geçmesi ve meclisin tıkanması ile kesildi. Gelinen aşamada ise TC’nin Kürt ulusuna dönük saldırıları bir erken seçim hamlesi olarak görülmeye başlandı. Aslında bu bir yanıyla doğruyken meselenin esas yanını oluşturmamaktadır. Zira Kürt halkına dönük bu saldırılar ilk değildir. Şovenist ruhların diriltilmesinde bir hamle olarak kullanılan savaşın tırmandırılması, TC açısından
çok sık rastlanan bir politikadır. Durumun elbette belli özgünlükleri bulunmaktadır. Ancak bu özgünlük TC’nin Kürt Ulusal Sorunu’na yaklaşımındaki tarihsel tavrından kopartılmadan dikkate alınmalıdır. Zira TC’nin Kürt Ulusal Sorunu’na yaklaşımında değişen bir şey yoktur-olmamıştır. Hiç kuşkusuz çözüm süreci altında KUH ile bir diplomatik süreç uzun bir süre işletildi. Bunun niteliği bir yana iki taraf da bu süreçte kendi gücünü pekiştirmenin derdiyle yol almıştır. AKP “artık savaş olmayacak, analar ağlamayacak” sloganı ile Kürt, Türk ve çeşitli milliyetlerden liberaller üzerinde etki yaratmıştır. Özellikle Türkiye Kürdistanı’nda din siyasetine sarılmış ve bu alandaki nüfuzunu artırmayı hedeflemiştir. KUH ise bu süreçte gerilla gücünü artırarak, halkın özsavunma ve özyönetim pratiğini geliştirmiş, Türkiyelileşme hamlesi kapsamında şovenizme derin darbeler vurmuş ve bunun sonuçlarını da 7 Haziran seçimlerinde görmüştür. Bu iki hamle arasında Kobane’ye yaklaşım esas unsurlardan biri olmuştur.
Reformizm rüzgârında savaş
% 34 ile tek başına iktidara gelen % 41 ile koalisyon seçeneğine kalan AKP bu süreçte bütün kozlarını oynamaktadır. Arka planda dönen oyunlar bir yana, mevcut sürecin Erdoğan’ın başkanlık ihtirasları ile başlatıldığı dillendirilmektedir. Böylesi bir tespit KUH’un haklı savaşının Türk hâkim sınıflarının
imtiyazlarına değil, AKP’nin imtiyazlarına yöneldiğini söylemek olur. Ancak ne var ki savaş Erdoğan’ın başkanlık istemi için değil, Kürt Ulusal Hareketi’nin kazanımlarını yok etmek için başlatılmıştır ve bu esas alınarak değerlendirilmelidir. Bu değerlendirme hem Kürt Ulusal Hareketi’nin ezilen ulusa başkaldırısını tanımlayacak, hem de Türk hâkim sınıflarının ezilen ulus ve milliyetlere dönük politikalarını salt bir döneme indirgemeyerek resmi ideoloji kapsamında değerlendirmek olacaktır. Kürt ulusuna dönük yıllardır uygulanan politikalar tek bir parti sorununa indirgenemeyeceği gibi bugün açısından da salt AKP sorunu değildir. Ancak ne var ki bugün; özellikle liberal çevreler, yaşanan
çatışmaları AKP ekseninde tartıştırmakta ve barış eksenini bu anlamda tanımlamaktadır. Devlet aygıtının politikalarını sadece bu parti ekseninde kilitlemek ve yaşanan savaşımı salt bir partinin ihtirasları üzerinden tanımlamak doğru değildir. Bu süreç her şeyden önce bir devlet politikasıdır.
Sonuç olarak TC bunu her daim yapmıştır ve bu süreçte ise bunu AKP hükümeti eliyle yapmaktadır. Bu kapsamda açıktan yaşananlar haksız savaşa karşı haklı savaşın tasarrufudur. Bizler açısından dikkat edilmesi gereken nokta burasıdır ve reformizm rüzgârına kapılmadan haklı savaşı sahiplenmeli ve desteklemeliyiz.
Şovenizm eskisi gibi tutmuyor
Uzunca bir süredir süregelen çatışmasızlık ortamından kuşkusuz asker ailelerinin
memnuniyeti söz konusudur. Yaşanan çatışmalar ve asker ölümleri ile birlikte cenazelerde ailelerin tepkileri dikkat çekmektedir. Artık cenazelerde “vatan sağ olsun” yerine “Erdoğan oğlunu askere göndersin”; “vatan bölünmez” yerine “böyle vatan olmaz olsun” tepkileri dikkat çekmektedir.
Kürt ulusal hareketinin kazanımlarına dönük bu saldırıları engelleme çabasının bir yanı olarak tutturulmak istenen şovenizm mayası eskisi gibi tutmamaktadır. Savaş ve ölen askerler ile özellikle Gezi İsyanı, Yolsuzluk Operasyonları, Kobane direnişi ve 7 Haziran seçim sonuçlarıyla aldığı yaraları onarmaya çalışan TC, yüksek dozda şovenizm ile rahatlamaya çalışmaktadır. Ancak mevcut bağışıklığı ve bünyesinin faşizme doygunluğu ile bu doz ona etki etmemektedir. Hümanizmin ve savaş karşıtlığının giderek yaygınlık kazandığı, özellikle ülkemiz muhalefet dinamiğinin önemli bir yanı olan KUH’un bu sloganı kuşanması ile çıkış gösteren savaş karşıtlığı, ciddi bir etki alanı oluşturmuştur. Reformizmin yaygınlık kazandığı bu alanda haklı ve haksız savaşın birbirine karıştırılmaktadır. Ölen askerler üzerinden yürütülen politika geniş kesimler tarafından tepkiyle karşılanmakta; yönelmesi gereken
kitle akımı KUH’tan çok hakim sınıflara tepkiye dönüşmektedir. Hiç kuşkusuz bu tepkilerin şovenizmin yükselmesine vesile olmadığı söylenemez. Ancak bunun geçmişe oranla daha az olduğunu söyleyebiliriz. Zira ölen askerlerin “Türkiye için” değil; Erdoğan için öldüğü düşünülmektedir. Özetleyecek olursak gelinen aşamada ezilen ulusun haklarını kazanma yönündeki savaşımı desteklenmeli ve genel olarak hâkim ulus imtiyazlarından ayırt etmeliyiz. Zira “Eğer ezilen ulusun burjuvazisi, ezen burjuvaziye karşı savaşırsa, biz, her zaman ve her durumda, herkesten daha kararlı olarak bu savaştan yanayız; çünkü biz, zulmün en amansız ve en tutarlı düşmanlarıyız.”( Lenin Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı/ Sol yayınları syf: 72) Devlet aygıtının tahlilinde ve bu kapsamdaki “barış” algısındaki sakatlanmadan kaynaklı haklı ve haksız savaş birbirine karıştırılmaktadır. Bu tartışmalar PKK’nin devrimci eylemleri ekseninde tartışılmaktadır. Gerillanın kayıpları Türk- Kürt ve çeşitli milliyetlerden Türkiye proletaryasının kaybıyken TC’nin ve ordusunun verdiği kayıplar en yalın ifade ile hakim sınıfların kaybıdır ve bu ikisi birbiri ile kalın çizgilerle ayrıştırılmalıdır. Yaşamını yitiren askerlerin yoksul emekçi halkımızdan oluşu son tahlilde bu gerçeği değiştirmemektedir. Bugün TC ordusunda askerlik yapmanın kimin çıkarlarını korumak, kimin çıkarları için ölmek anlamına geldiği halkımız açısından da önemli oranda görülüyorsa, politik ajitasyonumuzda bir adım ileri gidip TC ordusunun halka karşı, egemenlerin çıkarlarını korumak için var olduğunu ifade etmeliyiz. Yaşamını yitirenlerin halktan gençler olması TC ordusunu temize çıkarmamalı/ çıkarmaz. Bunu gösterebildiğimiz oranda “Savaş, zorunlu askerliğe vs. hayır” sloganı daha anlamlı olacak, reformizmi değil, devrimi besleyen sloganlar haline gelecektir.