Emperyalist-kapitalizmin krizi yarı-sömürge ülkelerde ezilenlere çok daha ağır bir tabloyu dayatmaktadır.
Bunun nedenleri arasında yarı-sömürgelerin ekonomik ve siyasi bağımlılıkları ile birlikte emperyalist kapitalist devletlerin kendi ülkelerindeki gerilimi minimumda tutmak için krizi ve sonuçlarını bu gibi ülkelere ihraç etme çabaları bulunmaktadır.
Ülkemiz açısından da emperyalist-kapitalizmin yaşamakta olduğu krizin yansımaları giderek daha güçlü bir biçimde kendini göstermekte, özgün sorunlarla da harmanlanarak siyasi boyutlar almakta ve toplumu giderek daha fazla kuşatmaktadır.
Genel seçim havasında yaşanan ve büyük bir hesaplaşma ve de kırılmaya sahne olan yerel seçimlerin ardından hakim sınıf klikleri arasında ve AKP içinde ciddi bir kapışmayı da beraberinde taşıyan ekonomik ve siyasi kriz; toplumsal muhalefetin ilerici, demokrat ve devrimci dinamiklerini belli oranda harekete geçirmiş, bir araya getirmiştir.
Sürekli bir krizin ortasında debelenen Türkiye ekonomisinin Cumhurbaşkanı seçimiyle başlayan “tek adam rejimi”nin 5 yıllık faturasına baktığımızda bu yıllar içinde milli gelirin 202 milyar dolar eridiğini, enflasyonun çift haneli rakamlara ulaştığını, gerçek işsizliğin 8 milyonu geçtiğini, faiz artarken TL’nin istikrarlı bir şekilde değer kaybettiğini görmemiz mümkün.
Bu 5 yıl içinde milli gelir 202 milyar dolar erimiş durumda. 2013 yılında 950 milyar dolar olan milli gelir, 2019’un ilk üç ayında 748 milyar dolara düştü. Kişi başına düşen gelir, 2013 yılından bu yana 3 bin 404 dolar eriyerek 9 bin 76 dolara geriledi.
Enflasyon moda deyimle “çift haneli rakamlara” ulaştı; öyle ki, 2013’ün sonunda yüzde 7 civarında olan enflasyon oranı 2017’den itibaren sürekli bir ivmeyle artış gösterdi. 2017 yılında yüzde 11.9 olan enflasyon oranı, 2018’de yüzde 20.3’e ulaştı. Temmuz 2019 itibarıyla da yüzde 16.7’ye ulaştı.
Bu dönemin en ağır sorunu şüphesiz işsizlik oldu; 2013 yılında yüzde 9 olan işsizlik oranı 2015 yılından itibaren rekor seviyelere dayandı.
Resmi işsizlerin sayısı 4 milyonu geçkin olarak dillendirilirken gerçek işsizlerin sayısı ise 8 milyona dayanmış durumda. Üniversiteli işsizlerin sayısı ise aynı dönemde 1 milyon sınırını aşarken 2013 sonunda her 100 gençten 16’sının, 2019 Nisan dönemi itibarıyla da her 100 gençten 26’sının işsiz olduğu raporlarla belgelendi.
Borç yükü arttı. 2013’de her 100 liralık gelir karşılığında vatandaşın borcu 98 lira iken, 2019’un ilk çeyreğinde her 100 liralık gelir karşısında oluşan borç 109 liraya fırladı. Faiz artışı ve karşılığında TL’nin değer kaybı adeta sistematik bir hal aldı. 2013 ile 2019’un Ağustos’u arasında TL, ortalama kurlarla dolar karşısında yüzde 66, Euro karşısında yüzde 60 değer yitirdi.
AKP’li yıllarda yoksul sayısının neredeyse ikiye katlandığı coğrafyamızda; yoksulların ülke nüfusuna oranı 2002’de yüzde 18 iken, 2019’da yüzde 37.5 olmuş durumda. Hane halklarının yüzde 22’si yoksulluk sınırının altındayken; her 10 çocuktan 2’si beslenme yetersizliği ve hijyen kaynaklı sağlık sorunları yaşıyor.
OECD’ye göre 2013-2015 kesitinde Türkiye’deki gıda fiyatları dünyanın yüzde 20 üzerindeyken, 2015-2017 kesitinde bu oran yüzde 28’e kadar yükseldi. Birleşik Metal-İş Sendikası Sınıf Araştırmaları Merkezi’nin (BİSAM) verilerine göre, dört kişilik bir ailenin sağlıklı beslenmesi için yapması gereken harcama 2018’in Mayıs’ında günlük 56.21 liraya, aylık 1.686 liraya yükselirken; 2017’nin aynı ayına göre yoksulluk sınırı 765 lira, açlık sınırı 221 lira arttı. Türkiye, işsizlik oranı açısından OECD içinde İspanya (yüzde 15) ve Yunanistan’dan (yüzde 18.9) sonra üçüncü ülke durumunda.
Uzun lafın kısası birileri yoksullaşırken birileri zenginleşmektedir. Yani yoksullaşma, birilerinin zenginleşmesi pahasına olmaktadır. Bu orantı yoksullaştırmanın hızıyla, zulmün dozu arasında da söz konusudur ve bu ikisi birbirine karışarak yükselmektedir. Egemenler bunaldıkça, ezilenlerin boğazını sıkmaya, hızla su alan gemilerini kurtarmak için türlü manevralara girişmeye çalışmaktadır. Ama sonuç olarak ne yapsalar olmuyor. Ne ısmarlama televizyon programları ne ezber köşe yazıları ne de yetkililerin hikaye misali demeçleri, hiçbirisi bir işe yaramıyor. Çünkü gemi birçok yerinden delinmiş durumda.
Bu tablo karşısında bizzat yaratıcıları olan egemenlerin korkuları da her hallerinden belli oluyor. Endişelerinde haksız da sayılmazlar.
Çünkü halkın, emekçi sınıfların, devrimci mücadelenin gündemi kendisini çoğunlukla özel bir “çaba” gerektirmeksizin dayatmaktadır: Faşist diktatörlük Kürt ulusuna ve kazanımlarına yönelik baskılarını, yok etme harekatını sistemli ve de sınırları dışına taşacak biçimde sürdürmekte, terör estirmeye devam etmektedir. Bütün demokratik girişimlere, hak ve özgürlük alanlarına saldırmakta, işçi sınıfına ve emekçi halkımıza yönelik giderek daha da yoksulluk, güvencesizlik dayatmaktadır.
Kısacası bizzat faşist diktatörlüğün kendisi sefaletin ve yoksulluğun büyüdüğü, zulmün koyulaştığı, yoksunluğun derinleştiği bir Türkiye tablosu çizmektedir. Böylelikle aslında kendi teşhirlerini açık biçimde yine kendilerinin yaptığı bir tükenmişlik içerisinde sıkışmış bulunuyorlar.
Kendini onarma konusunda aslında göründüğü kadar güçlü olmayan ve katliamdan başka bir hünerleri olmayan egemen sınıflar bu gibi durumlarda kutuplaşma-kutuplaştırma, belli bir kitleyi kendi arkalarında konsolide etme ve kitle/halk desteği söylemini öne çıkarmaya çalışmakta; bunun için geniş halk kitlelerini sürekli yalanlarla, yönlendirilmeyle, şovenist kampanyalarla oyalamaya, uyutmaya ve kaygıya sürüklemeye çalışmaktadırlar.
Çürüyor ve çöküyor…
Türkiye, 1998-2008 arasında IMF programları ile yönetilmiş, bu zaman zarfı içinde 2001’de tarihinin en büyük ekonomik krizini yaşamıştır. 2002’de yapılan genel seçimlerde, krizin yarattığı öfkeyi de ardına alan AKP, tek başına iktidar olmuş, sert kemer sıkma politikalarını içeren IMF programını olduğu gibi devralmış ve uygulamak zorunda kalmıştır. 2000’lerin ilk yarısı, ABD’de uygulanan genişletici para politikaları sonucunda dünya ekonomisinde de büyümenin yaşandığı bir dönemdi.
Artan risk durumu, uluslararası fonların iştahını artırarak onları farklı arayışlara yönlendirmiş, AKP hükümeti de bu sermaye yatırımlarından alabildiğine yararlanmıştır. Dünya ekonomisinde 2008-2009 arasındaki resesyondan sonra ABD, AB ve Japonya merkez bankalarının koordineli olarak uyguladıkları genişletici para politikası nedeniyle sermaye yeniden Türkiye gibi ülkelere yönelmiş ve görece bir büyüme dönemi yaşanmıştır.
2013 yılı ise Türkiye ekonomisi için bir dönüm noktası olmuştur. Mayıs 2013’te ABD merkez bankası FED’in piyasalara faiz artıracağı sinyali vermesi, bir anda sermaye hareketlerinin yönünü değiştirmiş ve bu andan sonra, AKP’nin 2002’den itibaren uyguladığı ve yabancı sermaye girişlerine bağlı ekonomik model tıkanmıştır. Ardından 2018 başında ekonomi hızla kan kaybetmeye başlayınca parlamento ve cumhurbaşkanlığı seçimleri erkene alınmış, 24 Haziranın hemen ertesinde Rahip Brunson krizinden kısa süre sonra ABD’nin Türkiye’ye karşı ekonomik yaptırımlar uygulayacağı tehdidi ile kriz tırmanmış ve TL hızla değer kaybetmiştir.
Ve ardından 2019 yerel seçimler gerçekleştirildi. 31 Mart seçimlerinin birçok kilit noktada belirleyici sonuçları olduğu aşikardır. Aynı şekilde AKP’nin seçimlerden ciddi bir yara alarak çıktığı da. AKP’nin mutlak anlamda “devlet benim” hegemonyası sarsıldı ve bütün kamu kaynaklarını kendi kliğine yedekleyen, yerel yönetimleri kontrol ettiği işleyiş, yerel seçimlerle darbe aldı.
Türkiye ekonomisi için çok önemli olan İstanbul seçimlerinin kaybedilmesi bu anlamda önemliydi. Bununla birlikte yine Türkiye ekonomisinin önemli bir rakamını temsil eden diğer büyük şehirlerinde kaybedilmesi AKP için alarm zillerinin çalması demekti.
Sadece yerel yönetimleri kaybetmedi AKP, bunun yanı sıra 17 yılın sonunda ilk kez parti içerisinden muhalif sesler çıkmaya başladı. Enflasyon, işsizlik, yoksulluk, yüksek döviz kuru vb. üzerinden yükselen ekonomi de cabası. Aslında tüm bunlar birlikte ele alındığında AKP’nin çoklu krizine tanıklık ettiğimiz bir süreç içerisindeyiz. İşte kaygı ve korkunun bu kadar derin olmasının nedenlerinden birisi de budur.
Ekonomik Krizin Çözümü: Rojava’ya İşgal Saldırısı
Bu çok boyutlu krizin bir şekilde “atlatılması”, başka bir alana akıtılması, üstünün örtülmesi, bu şekilde en azından yaratacağı sonuçların bir süreliğine dahi olsa ertelenmesi AKP açısından önemlidir. Bunun yapılabilmesi için de klasik refleksler devreye girmiş, şoven ve ırkçı söylemler istikrarlı şekilde yükseltilmiş, gelinen aşamada Rojava’ya yönelik işgal saldırısına start verilmiştir.
Bu durum, işgal saldırısının dış politika boyutlarının yanında iç politik duruma yönelik küçümsenmeyecek yanına işaret etmektedir. Neredeyse yerel seçimlerden bu yana ülke gündeminin en önemli başlıklarından biri olan kriz, otomatiğe bağlanmış şekilde motorine, çaya, elektriğe, şekere ve doğal gaza getirilen zamlar, hayat pahalılığı vb. saldırı ile birlikte “unutulmuş”, üstü örtülmüş durumdadır. Bununla da yetinilmemiş işgal saldırısı ile ilgili eleştirel bakışın, yorumun, eylemin ve protestonun anında boğulduğu bir sürece girilmiştir.
Faşist TC devletinin “Barış Pınarı” adını verdiği Rojava’yı işgal saldırısının karşılığında TC ekonomisini derinden etkileyecek noktalardan biri de ABD ile ilişkilerin geleceği olacaktır. Trump’ın saldırıya “sınırlı olmak” kaydıyla onay verdiğini açıkça dile getiren çıkışlarına karşın ABD Kongresi oldukça sert tutum almış durumdadır.
Bizzat Trump’ın da “ekonomik olarak bitiririm” tehditlerinin değişik versiyonları ile Türkiye’nin cezalandırılacağı dile getirilen gelişmeler arasında. Elbette Trump’ın ya da ABD Kongresi’nin derdi bölge halkının çıkarları değildir. Ancak bu tehditlerin yaşama geçtiği durumda halihazırdaki ekonomik kriz eşliğinde ABD yaptırımları ile yaşanabilecekler kimse için sürpriz olmayacaktır.
Burada altı çizilmesi gereken noktalardan biri de, egemenlerin krizden çıkılmakta olduğuna dair iddialarının pek bir önem arz etmediğidir. Bütün ekonomik veriler krizin sürdüğünü ve süreceğini göstermekle beraber AKP hükümeti cephesinden ise “tünelin sonundaki ışık” vurgusunun ötesine giden herhangi bir açıklama dahi yapılmamaktadır. En son Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak tekrar Yeni Ekonomi Programı’nı ilan etti. Ancak ortada ne yeni ne de program olabilecek bir şey vardır.
Rojava İşgali Halkın Krizini Daha Da Büyütecektir
Haksız savaşlardan, halkların kazançlı çıktığı görülmemiştir. İnsan kanıyla beslenen, emekçinin alınterini gasp ederek yaşayan, geniş kitlelerin sömürülmesi ve ezilmesiyle ayakta duran faşizmin politikalarının bir türü ve bir sonucudur haksız savaşlar. Sayısız insanı yıkıma, açlığa, sefalete, göçe uğratmanın, insanlığın tarihsel mirasını ve doğayı tahrip etmenin adıdır.
Bu savaşlardan halkların payına her zaman daha fazla sömürü, zulüm, kan ve gözyaşı düşmektedir.
Bugün de emekçilerin hiçbir çıkarının olmadığı bir saldırı söz konusudur.
Bu oyunu görmeli, buna karşı koymalı ve bozmalıyız. Ortadoğu’yu bir cehenneme çevirmeye çalışan savaş makinesinin Türkiye dişlisini kırmalı, bu talancı savaşa karşı çıkmalıyız.
Kuşkusuz ki bu saldırı ve işgal girişimi ile emekçi halkımızın yaşamı arasında çok sıkı ilişki vardır. Bu ilişkiyi kavramalı ve kavratmalıyız. Daha şimdiden savaşı finanse etmek için yeni zamların kapıda olduğu yapılan açıklamaların satır aralarında görülmektedir.
Yaşamın ve mücadelenin bütün alanlarında saldırı ve işgal politikasının teşhirini yapmalı, halkın düzenle var olan çelişkilerinin uç verdiği her alana yönelmeli; tepkileri, işgalci, talancı, saldırı karşıtı pratiklerde, hareketlerde birleştirebilmeliyiz.
Öncelikle ve özellikle devrimci güçler bu süreçte daha fazla güç birliği içinde hareket etmelidir. Saldırılara birlikte karşı koymanın gereği açıktır. En geniş halk kitlelerinin seferber edilmesi ve direnişten öte karşı bir mücadele hattının örülmesi bizlerin omzundadır.