H. Merkezi: 35 yıl önce devletin kanlı provalarından birini gerçekleştirdiği 1 Mayıs 1977 Taksim Meydanı, bugün hala hesabı sorulacaklar arasında kara bir nottur devrimcilerin defterinde.
Aradan 35 yıl geçmesinin ardından ne halk ne de bu halkın devrimcileri, ilericileri, yurtseverleri bu katliamı unutmadılar. Unutmadıkları gibi unutturmadılar da…
Bugün Halil Berktay ismindeki kendinde “aydın-yazar” maskesi taşıyan sistemin foseptik çukuru temsilcisi; 1 Mayıs 1977 katliamını devrimcilerin “kendi rezilliğinden bir mağduriyet efsanesi çıkarma” çabası olarak yorumluyor!
Hedefinde “Maocular” var…
Şimdi herkes Halil Berktay’ın “ağzının içine bakıyor”’! Sicili halka ve bu ülkenin devrimcileri, yurtseverleri ve demokratlarına yönelik aşağılık saldırganlıkları ile dolu olan Berktay, birdenbire başımıza “solun iç hesaplaşması için kendini feda eden ve bildiği gerçekleri açıklamayı kendine borç bilen bir aydın” olarak çıkarılmaya çalışılıyor. (Tabii bu konuda en büyük yardımcısı ABD emperyalizminin TC temsilciliği görevini üstlenmiş “yeşil yılan” misali halkın arasına sızmaya çalışan TARAF gazetesi olmuştur.)
Durun bir dakika!
“Musa ve Seyit bayrak açmışlar… Kemal idam edilmeleri gerektiğini belirtti. Şahsen ben bu fikre çok sempati duyuyorum” (Musa ile komünist önder İbrahim Kaypakkaya ve Seyit ile de Muzaffer Oruçoğlu kastediliyor) diyen Halil Berktay’ın kendisi değil miydi? Kendisiydi.
80 öncesinde “Sahte solu açıklıyoruz” diyerek Doğu Perinçek alçağı ile birlikte devrimcileri, fotoğrafları ile isim isim ihbar edenlerin arasında Halil Berktay yok muydu? Vardı.
12 Eylül mahkemelerinde “Biz hep milli devleti savunduk, Diyarbakır Apocular iddianamesi bizim açığa çıkardığımız bilgilerle yazılmadı mı?” diyen Halil Berktay değil miydi? Oydu.
Yine son dönemlerde devletin “KCK operasyonu” adı altında gerçekleştirdiği gözaltı ve tutuklama terörü sırasında devletin KCK’ye bakış açısını dile getiren ve aydın-yazarlar tutuklandığında “Sakın Ragıp ve Büşra’nın bırakılması için imza istemeyin, vallahi atmam” diyerek kendini ciddiye alınacak insan yerine koyan da oydu!
Şimdi bu adamın söyledikleri mi “solun iç hesaplaşması” kabul edilmeli? Ya da Taraf gazetesinin başyazarı Ahmet Altan’ın “İsrafilin surunu solcular için Halil Berktay çaldı” söyleminde olduğu gibi Halil Berktay “İsrafil” mi oldu başımıza?
İşte bu sorulara yanıt veren M. Ender Öndeş’in 5 Mayıs 2012 tarihli Özgür Gündem gazetesinde yayınlanan yazısını konunun güncelliğinden kaynaklı sizinle paylaşıyoruz:
“Ölülerimize dokunmayın; incinir onlar…”
Magazin dünyasından alışmıştık aslında; 70’lerin, 80’lerin çapsız oyuncuları, evvel zaman “Afroditleri” yani, Yeşilçam’ın rotası değişince uzun süre kenarlarda kaldılar; kimileri dizilerde yine de bir iki dikiş tutturdu ama hiç tutturamayanların şansı yoktu. Kendilerini ya ahmakça yarışma programlarına attılar; ya da düpedüz çirkefliğe vurdular işi.
“Bir bu eksikti” denilecek belki ama eksikti gerçekten. Son kırk yılın tarihini ters yüz edip sıfırlanmış genç belleklere bir yalan fırtınası gibi püskürten, bu topraklarda nerede şu kadarcık bir haysiyet zerresi varsa kirletmeyi vazife belleyen o büyük “çakma tarih” sektörü, 1 Mayıs 77’ye el atmasaydı şaşardık. Yalnızca sola, sosyalizme, Kürtlere değil, her nerede üç kişi bir araya gelip örgütlenip mevcut alçaklık düzenini değiştirmeye girişmişse ona mutlaka saldıran, mutlaka onu da kendi fosseptik çukuruna çekmeye çalışan bu sektör, nelere ele atmadı ki. Kendisine güvenenleri dağda terk edip kaçanlar dağdakilere, Türkiye tarihinin en büyük anti-faşist birliği olan FKDBC’yi sırtından hançerleyenler anti-faşistlere, hayatı boyunca Kürt coğrafyasında üç kazı güdememiş olanlar Kürt siyasi hareketine ağız dolusu sövmeyi alışkanlık edindiler. Toplu mezarlardan cesetler mi fışkırıyor, basınız düğmeye ve “PKK’nin infazları” kampanyası başlasın. Tutun mikrofonu haysiyet cellatlarına ötsünler bülbül gibi. Darbeler mi tartışılıyor; basınız düğmeye ve “devrimcilerin darbe oyuncağı olduğu” üzerine utanmaz arlanmaz cırtlak sesler yükselsin. Mekanizma böyle çalışıyor.
Neyse, olacaktı, oldu… 2 Mayıs’ta, sefil bir röportajı Türkiye’nin her yanındaki görkemli kutlamalardan daha önemli bulduğu anlaşılan Taraf gazetesi da hiç şaşırtmadı bizi. Halil Berktay, bir gün önce akşama kadar “77 katliamının sorumluları yargılansın” diye gırtlaklarını paralayan bir milyondan fazla insanın ne kadar beyhude bir iş yaptığını sürmanşetten bir çırpıda kanıtladı: “Katliam solcuların marifeti!” Onca yıldır milletin çözmeye çalıştığı hikaye aslında çok basitti. Dogmatik ve fanatik solcular kendi aralarında gerilmiş, çatışmış ve millet de panikten ezilip gitmişti. Otelmiş, Sular İdaresi’ymiş, panzerlermiş, hepsi “şehir efsanesi”nden ibaretti. Sol, “kendi rezilliğinden bir mağduriyet efsanesi çıkarmış”tı. (Hatırlarım, cinayetten sonra Metin Göktepe’nin “kendi örgüt arkadaşları tarafından öldürüldüğünü” yazan tek gazete Vakit idi; artık o iğrenç çukurda yalnız değiller.)
Okurun midesi kalkıyor, biliyorum, ancak yine de bu kusmuk yığınına elimizi daldırmak zorundayız; mümkün olduğunca hijyenik bir şekilde yapacağız bunu, ama zor.
Neye dayanıyor bu hikaye?
Solun, sosyalistlerin anılan dönemde gergin ve çatışmalı ilişkiler içinde olduğu doğru mu? Evet, doğru. Bu ilişkiler nedeniyle dönem boyunca son derece trajik olayların gerçekleştiği, hatta insan kayıplarının olduğu ve bunun da genel olarak emekçi hareketine büyük zarar verdiği doğru mu? Evet, doğru. 1 Mayıs 1977’ye gelinirken bu gerginliğin mevcut olduğu, alana girişte ve alanda çeşitli arbedelerin olduğu doğru mu? Evet, doğru. Bu karmaşanın provokasyon düzenlemek isteyen güçlere zemin sağladığı söylenebilir mi? Evet, söylenebilir. Bu bağlamda, daha doğru bir davranış çizgisiyle bu zemini azaltabilirdik denebilir mi? Evet, bu da denebilir.
Peki bütün bunlar, 77 kıyımının devlet tarafından organize edilmiş bir olay olmadığını kanıtlar mı?
Berktay’ın kanıtları var: Birincisi o, olay sırasında “Sular İdaresi’yle Gezi Parkı’nın merdivenleri arasındaki bir noktada” durmaktaymış ve Sular İdaresi tarafından silah seslerini duymuş. Görmüş mü? Hayır! “Şu kişinin elinde silah vardı, şuna ateş etti” diyor mu? Hayır! “Şöyle bir çatışma oldu” diyor mu? Hayır! Sadece “Herhalde” diyor, “DİSK’le karşılaşmışlardır!”
İkinci kanıt ise daha sağlam: “Polis ateş açsaydı” diyor Berktay, “O kalabalıkta yüzler ölür, binler yaralanır, çeşitli fraksiyonların hele liderlerinden az kişi sağ kalırdı.”
İşte bu kadar! İddia, kanıt, hepsi bu kadar! Berktay, silah sesi duyuyor, bir; “herhalde” solcular ateş etmiştir diyor, iki; devlet ateş açsa binler ölürdü diyor, üç… Daha Türkçesi şu: Alandaki herkes gibi o da ateş edildiğini duyup kendini yere atmış, hikaye bundan ibaret!
Artık ellerimiz yıkayıp, asıl soruya, kimsenin kibarlık yüzünden soramadığı soruya geçebiliriz: Derdin ne senin güzel kardeşim?
Ahmet ateş etmiş, Mehmet şöyle yapmış, geçiniz; senin derdin ne? 35 yıl sonra bu “ampul”ün aniden parlamasının sebebi hikmeti nedir? Kimsin sen? Nereden tanıyoruz seni? Seni bu davada bir zerrecik de olsa “güvenilir” kılan şey ne olabilir?
Türkiye devrimci hareketine hiçbir zaman dahil olmayan, aklı başında hiç kimsenin de bulaşmadığı tarihin en kirli ve şaibeli köşesinden geldiğin, o karanlık çukurun da bir zamanlar parlak teorisyeni olduğun biliniyor. Şimdilerde Silivri’de volta atan şeyhinle rahmetli Mao’yu da alet ederek icat ettiğin milliyetçi numaraları da, Sovyet Emperyalizmi hikayelerini de, 80 öncesinde “Sahte Solu Açıklıyoruz” adı altında devrimcileri fotoğraflı olarak isim isim ihbar ettiğiniz gazetelerinizi de biliyoruz. 12 Eylül mahkemelerinde, “biz hep milli devleti savunduk, Diyarbakır Apocular iddianamesi bizim açığa çıkardığımız bilgilerle yazılmadı mı” diye savcılara tafra atanları da biliyoruz.
Daha öncesi de var mı? Var! Unutuldu sanılıyor ama şükür ki tarihin belleği var: “Musa ve Seyit bayrak açmışlar… Rüstem oraya varınca hiçbir şey olmamış gibi Merkezin fikir ve eleştirilerini dinlemek için kendilerini çağırdığını söyleyecek, allem kallem edip, bunları Ankara’ya yollamayı başaracak. Biz onları Ankara’dan buraya kılavuz ile getireceğiz. Burada tevkif edip gerekeni yapacağız. Kemal idam edilmeleri gerektiğini belirtti. Şahsen bu fikre çok sempati duyuyorum…” Berktay’ın eski şeyhine yazdığı mektupta* kastettiği tutuklanması ve (idam edilmesi düşünülen) kişiler aslında çok tanıdık: Musa kod adlı İbrahim Kaypakkaya ve Seyit kod adlı Muzaffer Oruçoğlu…
Daha sonrası var mı? O da var! Huylu huyundan vazgeçer mi? Aradan 40 yıl geçtikten sonra, kanal kanal gezip KCK tutuklamalarına meşruiyetini anlatan kişi de aynıdır. KCK’nin PKK tarafından kurulduğunu, “Siyaset Akademilerinde kadro yetiştirildiğini” savcıdan önce keşfederek, kimse kendisini ciddiye bile almazken “sakın Ragıp ve Büşra’nın bırakılması için imza istemeyin vallahi atmam” diye tepinen, yine ortada kendisini ciddiye alan kimse yokken “Billahi BDP’ye oy vermem, BDP’ye oy vermek savaşa oy vermektir” diyen de aynı kişidir. Dahası 8 bine yakın üyesi, yöneticisi, belediye başkanı zindanda olan BDP’yi göre göre “Kürt hareketi bugün Türk devletine, ‘doğru bir şey yapma’ fırsatı vermiyor” deme aymazlığını gösteren de Berktay’dır.
Ve işte tam da bu “güvenilir” adam, günde iki kez bile doğruyu göstermekten aciz bu zembereği boşanmış saat, birdenbire bize 77 katliamının devlet tarafından değil, devrimciler tarafından yapıldığını söylüyor. Hem de en sağlam kanıtlarla! Silah seslerini kulağıyla duymuş, kendini yere atmış! O gün bugündür “alçak sürünme” devam ediyor…
Bu kadarı yeter… Uzattıkça içimiz kalkıyor, midemiz bulanıyor
Bakın Halil Bey, devrimcileri, sosyalistleri sevmeyebilirsiniz; onlar da sizi sevmiyorlar zaten, hatta umurlarında bile değilsiniz.
Halil Bey, Kürtleri de sevmeyebilirsiniz; işin doğrusu, onlar da size pek aşık sayılmazlar.
Halil Bey, kendinizi sevebilirsiniz; bu da bizi ilgilendirmez, ırmak orada, eğilin akşama kadar suretinize bakıp durun, kim ne karışır.
Ama ölülerimize dokunmayın. Yazıktır, incinir onlar.
Bundan sonrası sizin için, fesatla geçmiş bir ömrün zekatıdır; zaman, hidayet ve tövbe zamanıdır. O ki rahman ve rahimdir; halk suretinde gösterir kendisini bazen. Ve halk, safiyane bir topluluktur, bir tek doğruyla cümle yanlışı siler de geçer.
Ölülerimize dokunmayın. Yazıktır, günahtır.
Yok, bunu yapmakla vazifeliyseniz, diyecek bir şey yok; vazife vazifedir ama yarın sizi kimse hatırlamayacak biliyor musunuz? Taksim’de gencecik ellerde fotoğraflarını gördüğünüz civanmertler, hani o sizin şeyhinizle birlikte bin türlü çamura buladığınız halk kahramanları yine olacak ama sizin isminizi bile hatırlayan olmayacak; belki “maziyle yüzleşen bir solcu” diyerek şahsınızı kutsayan Nazlı Ilıcak hariç; ama o da yetmez ki…
Susun artık; bir susmasını öğrenin, ar ve edep duygusunu öğrenin.
Neredeyse kırk yıl oluyor, benim memleketimde bir meyhane duvarında okumuştum şu beyiti, Hayyam mı Mevlana mı bilmiyorum ama her eve lazım olduğu kesin: “Konuşmasını biliyorsan konuş, ibret alsınlar / Bilmiyorsan konuşmasını behey gafil, sus da adam sansınlar!”
NOT: Bildiğim kadarıyla, ne Anayasa’da, ne de Kur’an ayetlerinde, “solcular kendilerine uzatılan her mikrofona konuşmak zorundadır” diye bir hüküm yok. “İyi niyet”le, bu kusmuk üreticilerini meşrulaştırmak arasında da ciddi bir fark var…
* TİİKP, Esas Hakkında Mutalaa, sf: 114-115 / Mektubun tümü için Ethem Direhşan, Fırtınalı Yıllarda İbrahim Kaypakkaya, Belge Yayınları, İstanbul, 1997, s. 27-28