Makaleler

LEVENT KAÇAR YAZDI | İnsana rağmen insanca!

oltayı tutan balık

ucunda kancadaki ben

rakı şişesindeki kim

sen

gel de çık işin içinden….

 

İNSANA RAĞMEN İNSANCA!

Şu garip âdemoğlunun hükmüne, mülküne, çalımına bakılırsa doğanın ona bahşettiği ortalama bir ömrün tersine, sanki sonsuza dek beyler gibi yaşayacakmış, dünya malı ona tapuluymuşçasına biriktirmeye, bir tek doğrusu varmış gibi kendini dinlemeye/dinletmeye inatla devam ediyor. Neyin sahipliğidir bu, o da bilinmez. En kabadayısı bir asır süren ömrün sonunda; mezarına yalnız, mülksüz, iktidarsız ve “değer” diye nitelediği her bir şeyi ardında bırakarak giriyor.

“Kibir, Açgözlülük, Kıskançlık, Şehvet Düşkünlüğü, Oburluk, Zulmetmek, Miskinlik…” Hristiyanlığın öne çıkardığı meşhur yedi günah. Bütün dinler, gelenekler ve toplumsal felsefeler üç aşağı beş yukarı, yukarıda belirtilen kavramlara eleştirel yaklaşmayı bir marifet bellemenin yanı sıra bütün geleceklerini ve günlük yaşamlarını tam da bu kavramların esareti altında ikame ederler. İnsanın bu gönüllü kulluğu süresince de durumdan şikâyet etmeyi asla ihmal etmezler. İnsanlık tarafından yaratılıp da esareti altına girilmeyen ne var acaba? Bu ne yaman çelişkidir, düşünmeye değmez mi sizce de… İktidarların, dinlerin, paranın, zamanın, teknolojinin -liste saymakla bitmez- esareti ne vakit insanın yakasından düşer de insanlık “mutluluk” denen meseleye vakit ayırmaya başlar. Bu durumla ilgili birçok siyasal külliyat mevcut ama önce “insan kendini bu duruma uygun bir varlık haline nasıl sokacak?”, sorunun önemli bir kaynağı da burada gibi görünüyor.

İnsanın beyni etrafında örümcek ustalığıyla ördüğü ağların geçmişi yığınla tarihsel örneğe dek uzanır. Yani bu kargaşanın takvimi nesliyle hesaplaşmasıyla başlar, bugüne kadar akar gelir; durdurulamayan nehirler gibi.

Şanlı geçmişimiz(!) deyip bağrımıza bastığımız birçok kanlı hesaplaşmada; insana yabancılaşmanın, hemcinsine düşmanlığın suratlarımızda patlayan tokadı, çığlık çığlık hissettiğimiz destansı maceralarla dolu, değil mi?

Yine de insanın “değişen” ve “değiştiren” varlıkların en mükemmeli olduğu iddiası şimdilik kuşku götürmez bir kabul görmekte. Vazgeçebilmeyi başarabilecek, bilinen yegâne canlıdır insanoğlu. Ama ister mi gerçekten işte asıl mesele burada. İnsan bu değişme ve değiştirme sürecinde “zor”un rolü ile omuz başı yürümek, kendisiyle paylaşıp bilincine çıkardığı sonuçları onunla paylaşmak durumuna düştüğü bir uzun yürüyüşün dolaysız araçlarının en önemlisi. Bu nedenledir ki, zarar verme/görme yönünden de en büyük bedel ona ait. Bu bedelin ayırdına varmak insana dair sorulama sistemlerinin sayısız zenginliği yutmasına karşın onu kesinlemeye hiçbir kuram gücünün yetemeyeceğini anlamakla mümkün. Zira o, hareketsiz görüntü kesitlerinin değil, devingen bir sürekliliğin ifadesi olabilir ancak. Kendine ait bütün olumlu/olumsuz tanım biçimlerini üreten insanın kendisi olduğuna göre; o hâlde zamanlarla birlik değişen insan, nasıl olur kendini mutlak ifade eder?..

Bütün evreni dikkate alacak olursak okyanusta bir damla misali, “bu çırpınışın sonu nereye varır, insan bu konumlanmada kendini nereye oturtur?” Bu da bir başka sorun olarak çıkıyor önümüze. Her sorunu lehine çözebilme kudretine sahip midir? Doğa bu kudreti ve iktidarı sürdürmesine daha ne kadar izin verir? Bu denklemler çöz çöz bitmez. Bu denklem gazeteci Erol Çapa’nın insan ile ilgili bir sunumunda bakın nasıl tarif edilmiş; “Yeryüzünden insan yok olursa dünya yok olur mu? Dünya yok olursa güneş sistemi yok olur mu? Olmaz tabii ki; çekim nedeniyle bir miktar gezegenlerin rotaları değişir. Samanyolu galaksisinde yüz milyar yıldız olduğu söylenir. Güneş bunlar içinde sadece küçük ölçekli bir yıldız statüsünde. Güneş yok olursa bu Samanyolu’nu ne denli etkiler? Samanyolu bunun farkına varır mı? Hayır, tabii ki. Samanyolu’na gelince; o da orta küçük ölçekte bir galaksi ve evrende en az yüz milyar galaksi var, Samanyolu yok olsa bu evrenin ne kadar umurunda peki? O zaman ne cüretle her şeyin merkezinde siz insanlar varsınız? Düşünün bir; fok balıklarının kafalarına sopalarla vurup öldürdükten sonra alay edercesine derilerinden Fuck You marka ürünler çıkarma fütursuzluğunu nereden buluyorsunuz? Evren sizin etrafınızda dönmüyor. Eğer kendinizi bu kadar değerli görüyor iseniz, çok üstün iseniz o zaman sokaklarda kuyruksuz gezen köpeklere, aç gezen kedilere ve düşmanca davrandığınız yoksul insanlara karşı da bir sorumluluğunuz var.”

Her sistem odağına, insanı ve çok yönlü iktidarını oturttuğu içindir ki; mutsuzluk, empati yoksunluğu, ortaklaşmama, sorun üretme, zulüm vb. bir sürü mikrobik öge üreme fırsatı bularak, sıkıntılı hastalıklar saçıyor etrafa. Her yan kan gölü, açlık, yoksulluk, sevgisizlik duvarlarıyla çevrilmiş koca bir hapishaneye dönüşürken, sistemlerin kendine uygun; yabancılaşmış, bencil, kibirli, kendi çıkar ve doğrularına odaklı insan yaratma projeleri karşısında, biz itiraz edenlerin çabaları ise cılız kalıyor. Belki iddialı bir ifade olacak ama çoğunlukla biz egemenlere itiraz edenler de kendi dünyalarımızın koşuşturmacasına kapılarak bu çarkların dişlilerine kısılmış bir şekilde yalnızlaşmaya, bireysel konforun cazibesinde mutluluk oyunları oynamaya devam ediyoruz. İtiraz edenlerin bu denli dağınık ve birbirine uzak durması, birbirinin tökezlemesinden beslenmesi, “en doğru/güçlü benim o halde bana biat edin” takıntısı başka nasıl açıklanabilir ki o zaman? Dayanışmayı merkezine koyanlar farklı fikirlerin zenginliğinde, asgari müştereklerde bir araya gelebilme olgunluğuna sahip olabilme yeteneğine de sahip olanlardır. Belki insan doğası buna uygun özellikte değil; ama vazgeçebilme yeteneği, olumsuzlukların önüne geçebilecek tek çıkar yol gibi duruyor. Doğruya, güzele, geleceğe ulaşmak imkânsız değil, yeni alternatifler üretmek de öyle. Ama bütün bunların başlangıcında bir araya gelmek, içten istemek, farkında olmak, sembolik de olsa yukarıda saydığım yedi günahtan arınmak, temel düstur olmalı. İlk olarak da dünyalarını değiştirmeye ihtiyaç duyanların bunun farkına varması, o inançla hayata sarılması gerekiyor.

Biz itiraz edenlerin; en gencinden en yaşlısına, cins ayrımcılığına, her türlü canlıya, çiçeğe, böceğe, dağa, taşa, ırmağa, suya karşı, bize özgü bir yol haritamızın olması, bizi zenginleştiren bu değerlerin, böylece yerli yerine oturması gerekiyor. Yol uzun ve meşakkatli; ama bir o kadar cazip ve mutluluk verici. Ne dersiniz?   

 

Levent Kaçar

Nisan 2016

 

(Bu yazın, daha önce Ağustos-Eylül 2016 tarihli Sancı dergisinde yayımlanmıştır.)

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu