“Son günlerde, Partinin kitle çalışmalarından sıkça söz edildiğini duyuyoruz. Herkes bu konu üzerine konuşuyor. Fakat soruna daha derinlemesine bakacak olursak, pek çok kişinin bu konuda, gerekli açıklıkta ve kesinlikte somut bir anlayışa sahip olmadığını görüyoruz…” (M. Kalinin- K. Kalasnikov, Bolşevik Ajitasyon Üzerine, Yurt Yay.)
Kalinin 1942 yılında Moskova’daki partili işçilere bir söylevinde sözlerine böyle başlıyordu. Farklı tarihsel ve ekonomik koşullar söz konusu olsa da bugün bu konudaki sorunumuza da aynı tespitle giriş yapmamız mümkün. Kitle çalışmaları nihayetinde devrim, sosyalizm ve sınıfsız topluma ulaşma mücadelemizin can damarıdır. Böyle olduğunda açıktır ki devrim diye bir sorunumuz olduğu müddetçe devrimin sorunları, bir başka deyişle de kitle çalışmalarında sorunlarımız olacaktır.
Bugün bir kez daha kitle çalışmasının gerçekte ne olduğu, bizim buna neden ve ne kadar ihtiyaç duyduğumuz, ortaya konan anlayışların somutta nasıl yaşam bulduğu gibi sorular genel belirlemelerin ötesinde cevap arayan sorular haline gelmiştir. Gelişmelerin herkesi hemfikir yaptığı bir nokta vardır ki; yaşamın somut rehberliği dışında genel belirlemelerin ve soyut tanımların bir hükmü kalmamıştır. Şu an bir oranda, aynı sorundan muzdarip olarak temel bazı şeyleri tekrarlamak zorunda kalacağız. Ancak bu temel bilgileri sorgulamak bakımından bunu gerekli gördüğümüzü belirtelim. Çünkü açık ki, tüm tekrarlara karşın devrimin kitlelerin eseri olacağı gerçeğinin kavranışında ciddi sorunlar vardır.
Öncelikle kendimize “neden kitleler?” sorusunu sormamız gerekmektedir. Uzun uzadıya açıklamaya gerek yok ki tarihi yapan kitlelerdir ve biz de tarihsel misyonumuzun bir gereği olarak kitleleri hedeflemekteyiz. Ancak amacımıza ulaşabilecek bir yolda mıyız ya da pratiklerimiz somutta buna hizmet ediyor mu, bu tartışmalı bir durumdur. Eğer kitlelerin gerisinde sürükleniyor ve kitle hareketinin sıçramalı niteliğine karşın ağır aksak adımlarla yol alıyorsak amacımıza ulaşamayacağımız açıktır.
Ya da tersinden kitlelerden kopuk, kendimizce ilerilerde yol alıyorsak da aynı durum geçerlidir. Birinde nesnel gerçeğin gerisinde kalındığını, diğerinde öznel gerçeklerin kısır döngüsüne sıkışıldığını söyleyebiliriz. Demek ki, “neden kitleler” sorusu, tüm basit görünümüne karşın gerçekte onlara nasıl bir misyon biçtiğimizle bağlantılı olarak asıl cevabını bulmaktadır. Bu durumda pratiğimize bakarak rahatlıkla şunu söyleyebiliriz ki; iyi niyetli söylemler dışında kitlelere, yani tarihin yapıcılarına hak ettiği değeri vermiyoruz. Kitleler, söylem düzeyinde ya da çalışmalarımızın “insan kaynağı”, “lojistik” ihtiyaçları düzeyinde bir gerçeklik kazanmışsa, kitlelerin rolüne dair MLM bir bilinç de edinilememiş demektir.
Kitlelerden kastımızın ne olduğu da sorulması gereken sorulardandır. Kitleler, bir başka deyişle kalabalıklar… Hem uğruna mücadele verdiğimiz hem de kazanmaya çalıştığımız insanlar… Görüldüğü gibi “kitleler”, şu haliyle genel bir kavramdır. Bu genel kavramın özüne inilmesi, faaliyetin kapsamına göre kitlelerin tanımlanması gerekmektedir. Bizim için söz konusu olan, devrimden çıkarı olan halk kitleleridir. Ancak halk kitleleri de kendi içerisinde çeşitli sınıf ve tabakaları barındırmaktadır. Üretim ilişkileri etrafında şekillenen halk kitleleri ve onun kendi içerisindeki öncü, önder, temel ve yedek güçler bir devrim mücadelesinde analiz edilmesi gereken unsurlardır.
Kitlelere güven sorunu nedir?
Devrim mücadelelerinin ivme kazandığı dönemlerde olduğu gibi, en geri dönemlerde de kitle çalışmaları farklı biçimlerde sürecektir. Ve her dönem, bu çalışmaları bulunduğu noktadan ileri sıçratacak dinamikler belirlenerek devam edecektir. Bu bazen durağan bir görüntü ve geri bir biçim arz etse de asıl olan doğru potansiyeller üzerinde yoğunlaşmak ve geleceğe hazırlık yapabilmek olacaktır. Çünkü durağanlık ve gerilik, KP’nin ideolojisi ve çalışma ruhunda değil, kitlelerin bilinç, deneyim ve örgüt gücünde bir zemine tekabül edecektir.
Bundan anlaşılıyor ki biçimler farklılaşsa da KP’nin kitle çalışmalarının özü aynı kalacak, ideolojik bir netlik ve kararlılık ile sürdürülebilecektir. Tabii ki devrimin ilerleme ve gerilemelerinden kopuk, tekdüze veya şaşmaz bir ideolojik hat olamaz. İdeolojimiz sınıflı bir toplumun ürünü olarak o toplumdaki her değişimden de bir biçimde etkilenecektir. Bu, kendimizi yenilemenin kaçınılmaz bir gereğidir.
Bugün dönüp dolaşıp “kitlelere güvenmek”ten söz ediyoruz. İçinden geçtiğimiz toplumsal sürecin ve bunun içinde örgütsel sürecimizin ağırlığı altında kitlelere güvensizliğin zemin bulduğunu tespit edebiliyoruz. Devrimin kitlelerin eseri olduğunu “bilen” Marksist-Leninist-Maoistler açısından bu güvensizliğin açık bir tezahürünü bulmak zordur. Ancak bu, sorunun özünü değiştirmiyor. Kitlelerden kopuk, bazen ona rağmen bir pratiğe hapsolmuş durumdaysak ve pratiği artık kanıksamaya başlamışsak bir şekilde ideolojik erozyona uğramamız kaçınılmazdır.
Doğaldır ki bu da tarihin öznelerine, kitlelere yönelik bir bilinç dejenerasyonunu, objektif olarak güvensizliği ortaya çıkarıyor. Bunlara rağmen eğer hala kitlelere güvenimizin sarsılmazlığından bahsediyorsak, bilinmelidir ki bu iyi niyetli bir temenni ya da idealist bir inançtan öteye geçemez. Bu niyet veya çabanın günümüzdeki yansıması tarihe ve geleceğe atıfla kitle hareketlerine güvenin propagandasıdır. Bu propagandada genel anlamda bir yanlış görmek mümkün değil. Fakat eğer bugünün sorunlarına yeterli ilgi gösterilmeyerek bu propaganda yapılıyorsa, genel doğruların kendisinin, belli gerçeklerin üstünü örtmeye başladığını söyleyebiliriz.
Tarihin deneyimleriyle aydınlanmak, bilinç ve irademizi beslemek şu özgülde büyük önemdedir ve tabii ki yapılmalıdır. Yine gelecekten taşınan umut, devrimcilerin varlıklarının ayrılmaz bir parçasıdır ve anlamıdır. Ama bu bilinç, irade ve umudun, içinde bulunduğumuz kesitte somutlanması da gerekir. Bu olmadığında tarih ile gelecek arasındaki bir zincir kopmuş, ayaklarımızın altındaki zemin kaymış demektir. Geleceğe artık bugünün adımlarıyla yol olabileceğimizi, devrimin daha parlak dönemlerine ancak bugün öreceğimiz taşlarla varabileceğimizi unutmamalıyız.
O yüzden “bugün” önemlidir. Hem tarihin diyalektiği hem de sınıflar mücadelesinin geldiği aşama bakımından önemlidir. Bu nedenle “bugün” atlanarak yapılacak gelecek kurgularının bizi şu anda ve kaçınılmaz olarak kendiliğindenciliğe mahkûm edeceğini bilmeliyiz. Bu bir oranda gerçekliğimizdir de. Bu noktada sergilenen kendiliğindenciliğin sağ veya sol, kitlelerin gerisinde veya ilerisinde tezahürlerinin olmasının özde bir farklı yoktur. Lenin’in Ne Yapmalı? adlı makalesinde “ekonomistler” ile “teröristlerin” kendiliğindenliği arasındaki ortak kökene ilişkin vurgusunu hatırlayacak olursak, sorunun, bir biçimde kitle hareketiyle bağ kuramamakla ilgili olduğu açıktır. Ve bu öznel niyetlere karşın objektif bir durumdur. Lenin şöyle diyordu:
“…Ekonomistlerle günümüz teröristlerinin ortak bir kökü var: bu, önceki bölümde genel bir olgu olarak söz ettiğimiz ve şimdi politik faaliyet ve politik mücadele alanındaki etkileri açısından inceleyeceğimiz kendiliğindenliğe tapmanın ta kendisidir. İlk bakışta, iddiamız paradoks gelebilir, çünkü ‘monoton günlük mücadele’yi vurgulayanlarla tek tek insanları en özverili mücadeleye çağıranlar arasındaki fark çok büyük gözükür. Fakat bu paradoks değildir. Ekonomistler ve teröristler, kendiliğinden hareketin iki farklı kutbuna tapanlardır; Ekonomistler, ‘salt-işçi hareketi’nin kendiliğindenliğine teröristler ise devrimci çalışmayı işçi hareketiyle bir bütün halinde birleştirmeyi bilmeyen ya da bu olanaktan yoksun aydınların tutkulu öfkesinin kendiliğindenliğine taparlar…”