“Savaş üzerine” adlı kitabında Alman generali Clauswist, döneminin savaş gerçekliğine dair önemli değerlendirmeler yapar. Özellikle kimi vurguları, tarihin her döneminde yakıcılığını koruyan önemdedir. Bunlardan bir tanesi de; aşınma, kendi ifadesiyle “sürtünme” durumudur.
O günün savaş tarzı farklıydı. Düzenli ordularla, belirli cephelerde sürdürülen savaşlar vardı. Cephe savaşları kimi zaman aylarca aynı siperlerde çıkmaksızın devam edebiliyordu. Clausewist, savaşın uzunluğuyla birlikte, tarzından kaynaklı doğabilecek kimi eğilimleri yazıyor. Savaşanların, belirli bir süre sonra tekdüzeliğin getirdiği etkilere kapıldıklarına değiniyor.
Savaşan tarafların, bir an önce sonuca ulaşmayı istediklerini, uzaması halinde, yavaş yavaş savaşma dinamiklerinin zayıflayacağını belirtti. Çünkü, siperlere sıkıştığı için savaşı bir an önce sonuca ulaştırabilecek ileriye dönük atılım istense de gerçekleşemiyor. Bu durumun devam etmesini, savaşanlar üzerinde zamanla bir aşınma yarattığına ve yıpranmaya neden olduğuna işaret ediyor Clausewist. Savaş süreci boyunca böylesine bir gerçekliğin var olabileceğini söylüyor.
Bu sürtünmenin, aşınmanın, yıpranmanın boyutunun kimi zaman savaşı hangi tarafın kazanacağında önemli rol oynadığını belirtir. Bu gerçekliği görerek, savaşta böylesine etkilerin en aza indirilmesi üzerine değerlendirmeler yapar.
Clausewist, savaşanları savaşmaya sürükleyen politik unsurlara işaret eder. Savaşanlar için savaşmaya neden olan unsurlar ne kadar güçlüyse ve savaşma nedenleri ne oranda kavranabilirse; dayanma ve savaşma gücünün de aynı şekilde paralellik göstereceğini vurgular… Eğer politik unsurlar zayıfsa ve savaşan da bu zayıflıklarla savaşa dahil olursa, savaşın zorlu gerçekliği karşısında gerekli gücü bulamaz. Uzayan çarpışmalar zayıf gerçekliği sürekli olarak aşındırır ve zamanla yenilgiyle uğratır. Bu kaçınılmaz bir süreçtir.
Clausewist, o yüzden politik temelin önemine işaret eder. Bu gerçeklik, koşullara paralel savaş tarzlarının, araçlarının ve kimi unsurlarının değişmesine rağmen, geçerliliğini korumaktadır. Savaş, esasta politik öze dayanır. Savaşanlardan bu politik nitelikle savaşma gücünü, azmini ve kararlılığını bulabilir. Politik nitelik, savaşanların savaşma dinamiklerini belirleyen esasların başında gelir. Aynı şekilde, uzun vadeli mücadelelerde sürekliliğin, istikrarın sağlanması da politik özün kavranmasıyla mümkündür. Savaşın bütün sürecinde öznelik ancak böyle sağlanabilir.
Süreklilik, düşünsel netliğin istikrarına bağlıdır
Düşünsel netlik, benimsenen düşünce çerçevesinde birçok açıdan belirli bir kavrayışı gerektirir. Kavrayıştaki derinlik, yol alarak benimsenen düşüncenin bütün özelliklerini ortaya koyar. Bu özellikler kişinin de niteliğini oluşturan unsurlardır aynı zamanda. Kişi, benimsemek istediği düşüncenin politik özüne ulaşabildiği ve bu özü kendinde ete-kemiğe büründürebildiği ölçüde, düşüncesinin öznesi olabilir. Aksi halde özne olamadığı için sürüklenmekten kurtulamaz. Düşüncesinin insanı olamayan, haliyle yönü belirli bir yola da sahip olamaz. Bunun için yaşamı şekillendirecek olan düşüncenin doğru temeller üzerinde kavranması çok önemlidir. Çünkü, pratiğin özü de oradan doğacaktır.
Devrimin, sınıf mücadelesinin öznesi olmayı isteriz hep. Öznelik, bahsedilen olguların kavranmasına paralel biçimlenir. Devrim, alabildiğine kapsamlı ve aynı şekilde derinliği olan bir olgudur. Gerçekleşmesi için verilecek mücadele de benzer özellikleri içerir. Devrim ve mücadeleyi kendi nesnel gerçekliği içerisinde doğru bir şekilde kavrayabildiğimiz ölçüde, devrim ve devrim mücadelesinin öznesi olabiliriz. Bu da kişideki düşünsel netliğin istikrarına bağlıdır.
Sık sık yaşanmakta olan ve hepimizin aslında çok iyi bildiği bir durum söz konusudur. İstikrarlı olamamak. İstikrardan kasıt sürüp giden rutin bir seyir değildir. Aksine, yoğun hareketliliği olan, inişli-çıkışlı yol izleyen ve mevcut durumu değişen şartlar yönünde sürekli yenilenmeye zorlayan bir süreç ve bu sürecin özelliklerine rağmen hedeflenene varabilme ısrarının azami düzeyde gösterebilmesi olarak kavranılması zorunlu bir gerçekliktir istikrar.
İstikrar, düşünsel temelde belirli bir alt yapıyı zorunlu kılar. Yani kişi, benimsemek ve pratikleştirmek istediği düşüncenin ideolojik-politik çerçevesini bilmelidir. Sadece bildikleriyle sınırlanmamalıdır. Öyle olduğunda rutinleşme yönünde, istikrarın kapısını açmış oluruz. Sürekli olarak teoride derinleşmeye, politikleşmede dinamikleşmeye çalışmalıdır. Teorik derinleşme, politik yetkinlik aynı zamanda ideolojik unsurların da besin kaynağıdır. Bunlar birbirlerini karşılıklı bir ilişki içerisinde etkiler. Ancak o zaman düşünsel çerçevede netlik, istikrar ve buna bağlı olarak bir süreklilikten söz edilebilir.
Devrim ve sınıf mücadelesini nasıl kavrayabiliyorsak onun içindeki yerimizi, misyonumuzu, katılım düzeyimizi ve öznelik niteliğimizi de ona paralel somutlamış oluruz. Tam da bu noktada kimi sorunlar yaşadığımız aşikardır.
Devrim olgusunu kaba, basit ve kimi genel söylemler üzerinde kalıplaştırılmış vurgularla algılıyoruz. Öyle ki kimi zaman, sloganımsı sözlere dönüşmüş ifadeler içerisine hapsedilen devrim ya da sınıf mücadelesi algılarıyla pratiğe atılabiliyoruz. Devrim ya da sınıf mücadelesinin böylesine yetersiz, zayıf hatta yanlış algılanması ve kavranması kaçınılmaz olarak kişiyi de aynı düşüncelere paralel şekillenmeye götürmektedir. Bunun ismi temelsizliktir. Aynı zamanda temelsizlik üzerine kurulan eğrelti bir inşa halidir. Zayıflık, zayıflığı doğurmuş denebilir.
Böylesine bir zeminde, düşünsel netlikten söz edilemez. Çünkü, düşüncenin kendisi henüz oluşabilmiş değildir. Bu şekillenişin istikrarı da olamaz.
Devrim olgusu, gerçek anlamda kendisinin teorik zeminine ulaşabilenler de, ideolojik-politik özünü kavrayabilenlerde ve pratikte kendisini adım adım inşa etmenin bilincine ve iradi gücüne erişebilenlerde hayat bulur. Bu da bir süreklilik işidir.
Devrim düşüncesini ve pratiğini kendi sınırlı algılarımız içerisinde tanımladığımız zaman, onun öznesi olamayız. Onu, kendi öznel fikirlerimizin gölgesine terk etmiş oluruz. Kavramları bu yanılgılı zemin üzerinde kendimizce yeniden tanımlamaya başlarız. Bunu bilinçli bir şekilde yapmasak da, mevcut sorunlu zemin böylesine bir durumu doğurur. Devrim düşüncesi ta başından sakatlanmış olarak doğar. Kişisel tercihlerle harmanlanan sınırlı bir katılım açığa çıkarır. Kişi, gerçek anlamda mücadelenin ruhuna erişemediği için, eklektik, eğrelti, parçalı, gel-gitli, ikircikli ve en genel haliyle kırılgan biçimde şekillenir. Karşılaşacağı zorlu süreçlerde, kendisine yenilme tehlikesinden kurtulması da güç olacaktır tabi ki.
Clausewist’in bahsettiği aşınmada bu şekilde yaşanıyor. Çünkü mücadelenin sürekliliği, güçlü, sağlam dinamiklerle sağlanabilir. Başından sorunlu doğan gerçeklik, kuşkusuz ki yaşamın en doğal seyrinde bile kendini koruyamayacaktır. Algılarının kırılganlığı içerisinde kişi, kendine yeni bir yaşam tarzı bulacaktır. Elbette ki bu tercih, devrimci mücadele yönünde olmayacaktı.
Savaşabilmenin düşüncesi, kendine güçlü bir zemin yaratamazsa; eylemselliğe dönüşerek güçlenmesi, yaygınlaşması ve yaşamının asıl dinamiği haline gelmesi de mümkün olmaz.
Tam da bu kapsamda önemli bir nokta da, şüphesiz ki, devrimin her açıdan bir değişim gerçekliğine sahip olduğunun yeterince kavranamaması sorunudur. Bir yıkım ve inşadan söz ederiz hep. Ama düşüncenin özündeki yıkım gerçekliğini, yıkıcılığını, kaçınılmazlığını yani zorunluluğunu her nedense kendi benliğimizi de kapsadığını yeterince kavrayamıyoruz. Yaşanılmayacak bir dünyadan, yaşanılası bir hayat kurulacak. Yaşanılmaz dünyanın birer yansımalarıyız her birimiz. Yani devrimi ilk önce kendi dünyamızda yaratmak zorundayız. Ancak o zaman değiştirebilme gücüne ulaşabiliriz.
Ne yazık ki, bu seyir öyle işlemiyor. Değişememenin sancısı içerisinde değiştirmeye çalışıyoruz çoğu zaman. Değişimin önemini yeterince anlayıp, ona göre hareket edemediğimiz için, değişememe özelliğimizi başka şeylerle örtmeye yeltenmeyi tercih ediyoruz. Ta ki yaşamın diyalektik seyri bu gerçeği aleni halde deşifre edene dek.
Halbuki devrim, devrimcileşme sürecidir. Eskimişin, çürümüşün, bozulmuşun, yozlaşmışın yani insana ve yaşama dair her türlü köhnemişliğin yıkılması demektir. Bu yıkım süreciyle devrimci dinamiklere hayat verilebilir ancak. Hem kişi hem de idealleri böyle devrimcileşebilir.
“Devrimcileşme” sürecinin sorunlu olması, kaçınılmaz olarak tutkunluğu, istikrarı, tutarlılığı ve düşünsel netliği olumsuz etkiliyor. Kişi, sorunlu bir şekilde bildiği devrim ya da mücadele gerçekliğinin izlerini sürecektir hep. Devrimcileşemediğinin farkına, belki de varamayacaktır. Çünkü bu gerçekliğin bilincine varmak bile devrimci tutumla mümkündür. Eğer amaçlarımızla bütünleşmenin kaygısını her daim hissetmezsek, bunun telaşıyla doğru adımları aramaya yönelemezsek ve devrimcileşmenin sancıları içerisinde hem de en zorlu, sıkıntılı, sorunlu süreçlere rağmen ısrarla yürümeye devam etmenin bilincine erişemezsek; istikrarsızlıktan, tutarsızlıktan gelip-geçici heveslerle ortaya konulan çabalara rağmen bir şey yaratamamanın sıkıntılarından ve özgüven sorunundan çokça söz ederiz. Bu da her açıdan sürekliliği sağlanmış bir mücadele seyrinin sakatlanması demektir.
Yani düşüncenin gerçek bilgisine ulaşma çabasında olmak zorundayız. Önce kendimizde bu düşüncenin tohumlarına hayat vermeliyiz. Ancak o zaman, adım atılan her yere devrim kavgasının ruhunu taşımak mümkündür. Tıpkı, kaynağında hiç durmaksızın beslenen bir suyun akışındaki sürekliliği gibi, yol almanın da hem düşünsel hem de pratik anlamda sürekliliği sağlanabilir.
Ancak o zaman aşınmanın önüne geçebilir ve kırılgan zeminin yaşam bulması engellenebilir. Bütün bunlar, bizim, devrimcileşme isteğimizin niteliğine bağlıdır.
Devrimcileşmek bir zorunluluktur
Gerçeği olgularda arayanlar yani yaşamın kaçınılmaz devrimci özünü, dinamiğini yakalayanlar doğal olarak devrimci düşüncenin izlerini ortaya koyar. Bütün mesele gerçeği görebilme, öğrenebilme düşüncesine sahip olabilmektedir. Yani doğru bir düşünce yöntemiyle, bakış açısıyla yaşamı ve olguları bilmenin yolunu öğrenebilmektir.
İnsanlığın, her açıdan öğütülerek kendinden uzaklaştırıldığı bir dünya gerçekliği söz konusu. İnsanlık her geçen gün daha fazla kendi özünden, köklerinden kopartılıyor. Kendi özüne dair birçok şey parça parça öldürüldü, yok edildi, tüketildi. Halen de devam etmektedir.
Emperyalist-kapitalist hegemonya yeryüzü halklarına en derin yoklukları yaşatıyor. Sömürü, talan, yağma dizginsiz hüküm sürerken her türden baskı, şiddet ve katliamlar dizginsizliğe yol açmaya devam ediyor. İnsanlık, tarihinin en karanlık dönemlerini yaşıyor. Bu karanlığa boyun eğmek, onunla yaşamayı tercih etmek, kendi köklerini topraktan söküp alarak, yaşamın öldürülmesine seyirci olmak demektir.
Oysa bir tek şeye ihtiyaç var; o da gerçeği aramak ve hayatı gerçeğin bilgisinde yeniden tanımlayabilmek. Gerçekler, bütün örtüleri, perdeleri, pelerinleri, görünmezlikleri söküp atabilir. Yeter ki gerçeğin bize yükleyeceği devrim yükünden sakınmayalım. O yük insanın yeniden kendini yaratmasının ağırlığıdır, var olmanın onurudur.
Gerçeği öğrenmenin bilgisi, bilinci insana sorumluluklar yükler. İşte bu sorumluluklar mücadele denilen olguyu tarihsel bir görev olarak insanın önüne koyar. Taşınması gereken yaşamsal bir sorumluluk söz konusudur. Yani mücadele. Yeter ki yaşamın öğretici özünden beslenebilelim.
Mesela, İnce Memed, içinde bulunduğu yaşamın sıkıntılarıyla birlikte var olmaya çalışıyordu. Ta ki Abdi ağanın dizginsiz zulmüyle birebir yüzleşene kadar. Zalimin zulmü, birikmiş olan baskının, sömürünün, yokluğun, yoksulluğun sessizliğini ateşlemişti. İnce Memed, dayatılan yaşamın en temel insani değerlerden, isteklerden, ihtiyaçlardan uzaklığını kendi yaşadıkları kadar görmüştü belki. Eline silahını alıp da kavgaya tutuştuğunda birçok insanın bulamayacağı bir yola girmişti. İsyanı Abdi Ağanın zulmüne olsa da aslında bir düzenin gerçekliğineydi.
İnce Memed, Abdi Ağa gibilerinin gerçek yüzünü görüyordu. Gerçekliğin kendisini sürekli mücadeleye çağırdığını biliyordu. Bir bir vuruyordu ağaları. Her vuruşunda umutlansa da başka bir ağanın hışmını da üzerine çekiyordu. Zalimlere korku salarken, Çukurova’nın yoksul köylüsünün de umudu oluyordu. İhanetleri, sahtekarlıkları, bin bir düzenbazlığı görüyor, yaşıyordu. Yaşamı, dönüşü olmayan bir kavganın yolu üzerine kurulmuştu artık.
Yeri geldiğinde İnce Memed, karamsarlığa da düşüyor. Kavgasına rağmen değişmeyen düzen gerçekliği, en büyük acısı oluyor. Yer yer derinden bir umutsuzluğa kapılabiliyor. Yıpranıyor, yitiriyordu kimi şeylerini. Ama yeniden düşmesini de biliyordu kavga yollarına. Çünkü, omzundaki yükün ağırlığını taşıyordu.
Benzer birçok örnek verilebilir. Osmanlı’nın zulümkar düzenini ilmek ilmek ortaya sererek, döneminin en devrimci düşüncelerine ulaşmıştı Şeyh Bedreddin. Tüm insanlığın eşitliğine, sömürüsüz bir dünya düşüne inanarak tutuşmuştu kavgasına.
Keza Çakırcalı Efe, kafa tutmamış mıydı Zabtiyenin yaptığı onlarca çirkefliğe. Kavga etmenin güzelliğine inanarak mesken eylemişti Ege’nin dağlarını.
Babailer Anadolu’da tutuşturmuşlardı haksızlığa karşı savaşmanın ateşini. Ve daha birçok halk ayaklanması ya da devlete başkaldırmış hak kahramanlarından söz edilebilir.
Yine, yüzlerce yılın baskısı altında, yaşadıkları topraklardan her türden ölüme, yokluğa, yoksulluğa ve insana dair her ne varsa onlardan mahrum bırakılarak sindirilmeye mahkum edilmiş Mezopotamya’nın topluluklarından Kürtler. Asırlardır bir topluluk, hal ya da ulus olarak görülmediler. Kürt halkı ise yılların baskılarına sessiz kalmadı. Yeri geldi isyana durdular, yenildiler yeri geldi katliam tertipleriyle kırımdan geçirildiler. Yerlerinden, yurtlarından sökülüp atıldılar. Sürgünler, “hayat” diye önlerine konuldu. Ama uyanan ulusal bilinciyle sınırlı da olsa kendisiyle, tarihiyle hesaplaşmasını da biliyorlar artık. Belki yeterli değil ama mücadelenin yaydığı ışıkla daha iyi görebilmeyi öğrendiler.
Bu çerçevede birçok şey anlatılabilir. Aslolan bir şey var o da; mücadele etmenin unsurları, içinde bulunduğumuz yaşamın dört bir yanına saçılmış durumda. Bize düşen, sadece devrimci düşüncenin bilinciyle onlara bakmak ve onları tanımak. Peşi sıra isyana giden yolun önü açılacaktır. Yani mücadele etmek tarihin bir zorunluluğudur. Çünkü mücadeleye tutuşanlar gibi hepimizin sayısızca nedeni bulunmaktadır. Mesele yenmek ya da yenilmek vaya başarmak ya da başaramamak değildir. Cüret edebilmektir. Biz istesek de istemesek de yaşam bu sorumluluğu bütün insanlığa sunuyor zaten. Mücadele etmek, yaşama dair sorumluluktur.
Evet, B. Brecht’in dediği gibi “Mücadele eden yenilgiye uğrayabilir, mücadele etmeyen zaten yenilmiştir.” O halde, yenilgili gerçekliğe isyan ederek başlanmalıdır öncelikli olarak. Yani devrimcileşmenin, insanca yaşamanın, tarihsel bir zorunluluktan doğan sorumlulukların bilincine varmak olduğunu bilmeliyiz. Unutmamalıyız ki, yaşamın kendisi başlı başına mücadeledir zaten.
Kısacası, zorunlulukların bilincine varmalıyız. Daha önce de ifade edildiği gibi savaşmak, mücadele etmek bir tercih değildir. Bir gereklilik, bir zorunluluk ve tarihsel bir sorumluluktur. İnsan, kendisinden alınan öze yeniden kavuşmak zorundadır. Bu da devrimle mümkündür.
“İnsan bilmediklerinin esiridir, öğrendikçe özgürleşir.”
Devrim ve devrim mücadelesi aynı zamanda insanın özgürlük mücadelesidir, özgürleşmesidir. İnsan, esaretini, yoksunluğunu göremezse, özgürleşmenin gereğini de hissedemez. Özgürlük düşüncesine uzak her kişi, başkalarının özgürlüğünü gasp ederek yaşamaya çalışır. Çünkü sömürücü, baskıcı sistemlerin özgürlük anlayışı böyledir. Sisteme yedeklenenler de kaçınılmaz olarak bilinçli ya da bilinçsi veya doğrudan ya da dolaylı biçimde o anlayışların sürekliliğine hizmet ederler. Özgürlük, insanca yaşamanın temel yapı taşıdır. Bu yüzden gerçek anlamda özgürlük, devrimci düşüncelerle anlam kazanabilir.
Oysa bizler devrimci düşünceyi mücadelenin dinamik unsuru haline getirmede problemliyiz. Başından belirttiğimiz gibi, kavrayışımızda sorunlar var. Birçoğumuz kendimizdeki esaret zincirlerini yeterince göremiyoruz. Göremediğimiz için de, onları parçalayarak devrimci düşüncenin özgürlük tutkusunu süreklileştirecek iradi gücü açığa çıkaramıyoruz. Tam da filozofun dediği gibi “insan bilmediklerinin esiridir, öğrendikçe özgürleşir.”
Evet, gerçek anlamda özgürleşmek doğru bilginin öncülcüğünde verilecek mücadeleyle mümkündür. Savaşmanın gerekliliğini sürekli diri tutmak, durmaksızın bilginin derinliklerine inmekle mümkündür. Savaşma bilinci, özgürlük tutkusu ancak böylesine bir derinlikte yaşatılabilir. Çünkü bilgi, mücadelenin bütün unsurlarını kendi ateşi içinde besler, büyütür ve güçlü kılar. Esaretin düşmanı bilgi ve bilgiden doğan tutkudur.
Bizler, her bir yanımızı esaret zincirleriyle kuşatan sisteme yönelik özgürlük mücadelesi verirken, kendimizin neden olduğu esareti de unutmamalıyız. Kendi zincirlerini kıramayan bir gerçeklik, insanlığı özgürleştiremez.
Bu yüzden bilgilenme sürecinin sürekliliği çok önemlidir. Her koşulda, fırsatlar yaratılmalıdır. Daha doğrusu şartlar, bilgilenmenin olanakları olarak görülmeli ve değerlendirilmelidir. Tabi ki bu bilgilenme sadece soyut teori olmamalıdır. Düşüncenin önünü açacak somut bilgilere ağırlık verilmelidir.
Mao Zedung, yaptığı konuşmalarda sık sık inceleme ve araştırma yapmanın önemine değinir. “Koşulları öğrenmenin biricik yolu, sosyal araştırmalar yapmak; her sosyal sınıfın gerçek hayattaki durumunu araştırmaktır… Çin’in sosyal sorunlarına ilişkin en basit bilgileri bile ancak bu yolla elde edebiliriz.” (Cilt 3, Sy 14)
Mücadele eden kişi, mücadele ettiği koşulları birçok açıdan bilmeli, bilmeye çalışmalıdır. Ancak o zaman daha doğru politikalar, mücadele taktikleri oluşturabilir. Koşulları öğrenme çabası, kişinin bilgilenme sürecidir aynı zamanda.
Yine Mao Zedung, sık sık nesnel gerçekliğin incelenmesine vurguda bulunur. “Nesnel gerçekliğin incelenmesi yapılmadan, doğru bir çizgide yol alınamaz” diye belirtir. Sadece o günün nesnel koşullarının incelenmesiyle sınırlandırmaz. Marksizm-Leninizm-Maoizm’in evrensel gerçeğine dayanarak, mücadelenin somut gerçeğinin incelenmesine, ülke tarihinin incelenmesine, uluslararası devrimci tecrübelerin incelenmesine özel bir önem verir. Çünkü savaşın bütün unsurları incelemelerle varılacak gerçek bilgiye dayanarak biçimlenmektedir. Savaşma dinamikleri böylesine bir tutumla canlılık kazanabilir ancak. Yani politikleşmenin temel yöntemi, yolu; inceleme araştırma yapmaktır.
Bu noktada Mao Zedung’un “Araştırma yapmayanın söz hakkı yoktur” sözü ile Stalin’in “Teori, devrimci pratikle birleştirilmezse, amaçsız hale gelir” sözünü birlikte düşünüp, bilgilenme çabamızın kılavuzu biçiminde ele almamız gerekir.
Eğer, daha ileri bir niteliği yakalayamıyorsak, pratik çabalara rağmen, istenilen sonuçları alamıyorsak, kendimizi tekrarladığımızı ifade ediyorsak, mücadele içindeki misyonumuzu büyütemiyorsak, sürecin görevlerini omuzlayabilme cüretini yeterince gösteremiyorsak, zorlu koşullarda gereken özveriyi, çabayı ve katılımı tereddütsüzce ortaya koyamıyorsak; mücadelenin ateşleyici unsurlarından bir nebze olsun uzaklaşmışız ya da en iyi haliyle ciddi eksiklikler içerisindeyiz demektir.
Unutmamalıyız ki, durgunluk, bozulmaya, çürümeye neden olur. Tıpkı kapalı olanın erkenden bozulması gibi. Halkımızın “durgun su kokar” sözü bu açıdan oldukça anlamlıdır. Durgunluğun panzehiri devrim düşüncesinin bilgisindedir. Koşulları, somut gerçekliği hiç durmaksızın yeniden yeniden incelemek, değişimleri yakalamak ve tekrardan pratiğe yönelmek. Bunu bir yöntem olarak içselleştirmek zorundayız. Aksi halde, kendi barutumuz kadar sınırlı bir ateş gücüne sahip oluruz. Ve daha fazlasına ihtiyaç duyulduğu şartlarla karşılaşıldığında ise ortaya konulabilecek etkili bir tutumdan söz etmek mümkün olunmaz.
Son olarak; devrim ve mücadele bilgidir, bilgiye dayalı iradi güçtür. Ancak o zaman mücadelenin öznesi olunabilir.
Devrim ve mücadele, tarihsel bir sorumluluktur.
Sorumluluklarımızın bilincine varmakla, istikrar ve süreklilik sağlanabilir.
Devrim ve mücadele, kişinin kendinden vazgeçebilmesi, kendini unutabilmeyi bilmesidir. Ancak o zaman uzun süreli bir savaşın dayanıklı, direngen savaşçıları yaratılabilir.
Bizler, zorunlulukların bilincine ulaşmanın çabası içinde olmalıyız. Devrim ve mücadele bunu gerektirmektedir. Yaşamın devrimci dinamikleri, zorlulukların kavranmasında saklıdır. Eğer, kavganın sürekliliğine dair tarihsel bir sorumluluk yüklendiğimizi bilirsek, her birimiz devrimin ve mücadelenin birer dinamiği haline gelebiliriz.
Unutulmamalıdır ki, kavgayı süreklileştirenler, zorunlulukluları kavrayanlardır. Hayatın kendisi bu gerçekliğe göre yol almaktadır.
(Bir ÖG okuru)