Dünya ekonomi politikalarının nabzını tutmakta önemli bir yeri olan, dünya burjuvazisini, pek çok devlet başkanı ve yöneticisini buluşturan Davos- Dünya Ekonomik Forumu’nun (DEF) 47.cisi bu yıl “duyarlı ve sorumlu liderlik” temasıyla yapıldı. Forum sürerken, “lider” olarak tüm dünya tarafından tartışılan Trump da başkanlık koltuğunu selefi Obama’dan devraldı. Birçok gazetecinin yazdığına göre Trump, Davos’a gidememişse de “ruhu” oralarda dolaşıyordu.
Önce ön seçimleri geçerek aday olabilmesine “imkânsız” denilen, sonra seçimi kazanamayacağına kesin gözüyle bakılan Trump’ın bu yükselişinin ardında yatan sınıfsal güç dengelerinin durumu DEF tarafından hazırlanan çeşitli raporlarda, yapılan tartışmalarda kaçınılamayan gerçekler olarak ortaya konulmak zorunda kalındı. Bu noktada İngiliz “yardım kuruluşu” Oxfam’ın raporu en dikkat çekici olandı. Buna göre, dünyanın en zengin 8 kişisinin serveti, dünyanın yarısını oluşturan 3.6 milyar nüfusun servetine eşit. En zengin yüzde 1 geri kalan, yüzde 99’dan daha fazla servete sahip. 1988’den 2011’e en zengin yüzde 1’lik kesimin geliri 182 kat artarken en fakir yüzde onluk kesimin geliri 3 Dolardan az arttı. (17 Ocak, Hürriyet)
Sömüren-sömürülen arasındaki uçurumun, refah getireceği iddia edilen “küreselleşmeci” politikalarla bu ölçüde hızlı bir şekilde artması, bazen Türk burjuvazisinin müstesna isimlerinden olan Ali Koç, Ethem Sancak gibi isimlerin açıklamalarında da görüldüğü gibi kapitalizmi “sorgulatıyor.” Yaşanan savaşların, göç dalgaları, işsizlik, ekolojik felaketler kendi zenginliklerinin sebebi ve sonucu olsa da, dünyanın bu gidişatının kendileri için yakın bir zamanda fırtına bulutlarını topladığını, hatta başta Ortadoğu halklarının isyanları olmak üzere çoğu yerde fırtınanın başladığını görebiliyorlar. Bunu sonucu olsa gerek, Davos’taki konular arasında “Kapitalizmi yeniden düşünmek” ve “Sıkışmış ve öfkeli orta sınıf krizinin çaresi nedir?” başlıkları bulunuyordu.
Bu raporlarda en belirgin olarak hem ABD hem de AB ülkelerinde orta sınıfın, refahtan yeterli payı almadığını düşünmesinin, kendini güvensiz görmesinin bir sonucu olarak, ulusal-ırkçı popülist seçeneklere yöneldiği saptaması yapıldı. İstatistikler de, orta sınıfın hızla düşük gelirliler arasına sürüklendiğini göstermektedir. Bilindiği gibi Trump da ulusalcı (“first Amerika” söylemi), korumacı söylemlerle tüm kampanyasını yürüttü. Dünya devi otomotiv firmalarına yönelik yüzde 35’lik gümrük vergisi tehdidi ise seçimlerden sonra işe yaradı. Toyata, Fiat Chrysler Automobiles (FCA) Grubu, Ford, General Motors (GM) ve Hyundai Motor yatırımlarını ABD’ye çekeceklerini açıkladılar. Bir hafta içinde ABD’de yatırım miktarı 16 milyar Doları buldu. Peki Trump’ın seçim kampanyasındaki söylemleri, sadece oy avcılığı için miydi? Yoksa belli bir eğilimi mi temsil etmektedir? Tartışılan ve cevap bulunmaya çalışan soruların bunlar olduğunu söyleyebiliriz.
Mali sermaye hizaya mı çekiliyor?
Hatırlanacağı üzere 2007’de mali sermaye kaynaklı ortaya çıkan krizde, neoliberal politikaların aksine devlet müdahalesi ön plana çıkmıştı. Bu durum ise kendiliğinden bir şekilde, “devletlerin küçülmesi”, “piyasaya hiçbir müdahalenin olmaması” gibi sloganlarda ifadesini bulan neoliberalizmin sorgulanmasına yol açmış, “Keynesçi politikalara dönüş mü olacak?” sorusu güncel hale gelmişti. Elbette ki burada ifadesini bulan konu, olduğu gibi geçmişe dönüş değildir. Devlet müdahalesinin şekilleri ve içeriği, sermayenin yoğunlaşmasına ve etki alanlarına göre değişecektir. Mali sermayenin son yıllarda peş peşe krizler yaratan ve kontrol altına alınamayan yapısının, sanayi sermayesinin devlet teşvikleri veya yasakları ile (vergilendirme, ceza vs) öne çıkarılması ile denetlenmesi hedefleniyor. Ergin Yıldızoğlu, bir makalesinde bu durumu mali sermayenin merkez ülkesi sayılan ABD’de “sermayenin “küreselleşmeci-liberal-emperyalizm” eğilimi ile “ulusalcı-güçler dengesi-emperyalizm” eğilimlerinin “Büyük Strateji” oluşturma mücadelesi” olarak tanımlıyor. (16 Ocak, Cumhuriyet)
Bu eğilimlerin mücadelesi farklı şekillerde görünür hale geliyor. 2016 Nisan’ında polis baskınıyla ortaya dökülen Panama Belgeleri buna örnektir. Ki bu belgeler, kimlik bilgilerinin saklanması açısından son derece güvenilir bulunan “vergi cennetlerine” vurulan önemli bir darbedir. ABD, Rusya, Çin başta olmak üzere pek çok ülke liderinin, yöneticisinin, büyük sermayedarların vergi kaçırdığı için isimleri açıklanmıştı. O zaman yapılan açıklamalarda tüm dünyada yaklaşık 21 ila 32 trilyon Dolar arasındaki finansal varlığın ya düşük vergi ödenen ya da hiç ödenmeyen ülkelerde tutulduğu ortaya çıkmıştı. Nitekim Panama Belgelerinin ortaya çıkarılması da bu eğilimler arasındaki mücadelenin bir sonucuydu. Devlet elinin ulaşamayacağı düşünülen cennetlerden birine kırk yıl sonra “devlet eli” ulaşmıştı. Üstelik bunun sonucunda İngiltere Başbakanının koltuğu sallantılı hale gelmiş, İzlanda Başbakanı ise istifa etmişti. Dönemin ABD Başkanı Obama da bu sermayenin vergilendirilmesi gerektiğini söylemek zorunda kalmıştı. Bu vergi cennetleri dolayısıyla, sermayedarlara tanıdığı tüm vergi indirimlerine rağmen ABD’nin yılda 70 milyar Dolar kayba uğradığı belirtiliyordu. Yazının başında verilerini paylaştığımız Oxfam’ın bu yıl Davos’taki önerilerinden biri de, özellikle hükümetlerin vergi cennetlerinin işleyişini sona erdirmek için beraber çalışmalarıydı.
Mali sermayeyi dizginlenme isteğinin altında yatan sebeplerden birinin de, 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan beri ABD’nin “dünya jandarmalığı” olarak da tanımlanan, ama sadece askeri değil ekonomik/politik hegemonyasının son on yıldır belirgin bir şekilde gerilemesi olduğunu belirtebiliriz. Financial Times gazetesinden aktarılan verilere göre 1997 yılında dünyanın birinci ekonomisi ABD, yedinci ekonomisi Çin iken bugün Çin, ABD’nin hemen ardından dünyanın ikinci ekonomisi haline gelmiş durumda. Ticari mal ihracatında 1995 yılında ABD birinci sırada iken, on birinci sırada yer alan Çin bugün ABD’nin önüne geçerek birinci sıraya yükselmiştir. (Gila, Benmayor, Hürriyet, 18 Ocak) Bu yıl Davos’ta en çok dikkat çeken katılımcının Davos’a ilk defa gelen Çinli lider Şi Cinping olması da bu boyutuyla tesadüf değildir. Şi Cinping’in küreselleşmeyi öven konuşmasında “bir ticaret savaşına girersek, bunun kazananı olmaz” sözleri de Trump yönetimine açık bir uyarı niteliğindeydi.
Çin’in mali, askeri, teknolojik bir güç olarak yükselmesi, Latin Amerika’dan Avrupa’ya, Afrika’ya yeni nüfuz alanları edinmesi Rusya’dan daha büyük bir tehlike olarak görülmesine yol açıyor. Rusya’nın yakın bir gelecekte, ABD’nin karşısına bu ölçüde bir güç olarak çıkmasını kimse beklemiyor. Trump’ın, Obama’nın son dönemlerinin aksine Rusya’ya olumlu sinyaller yollamasının altında da bu yatıyor. Çin’in yükselişi Rusya ile dengelenmek amaçlanıyor. “Sanayi sermayesinin çıkarları açısından da Rusya’nın doğal kaynakları teknoloji, yatırım gereksinimi, tüketim potansiyeli, kısaca Batı kapitalizminin kapasite fazlası, talep yetersizliği sorununa bir çare olma şansı da bu jeopolitik yaklaşımı destekliyor.” (Yıldızoğlu E., Agy)
2016’daki NATO toplantısından çıkan ABD’nin öncülüğüyle Baltık ülkelerinde askeri gücün artırılması kararı, Ocak ayı içerisinde Obama’nın çok sayıda askeri göndermesiyle yaşama geçirilmiş durumda. Aynı şekilde Obama siber korsanlık yaptıkları iddiasıyla 35 Rusya diplomatını sınır dışı etti. Fakat Putin, bunların hiçbirine cevap vermeyerek Trump’ı işaret etti. Trump’ın selefi ve ulusal istihbarat teşkilatıyla karşı karşıya gelmesi de Rusya’nın, ABD’deki bahsi geçen iki eğilimin farkında olduğunu gösterir.
Elbette ki, Rusya ve Çin’in ilişkilerinin bozulması beklenmemeli, zira Rusya ve Çin arasında komünist dönemden kaynağını alan bir işbirliği ve güven ilişkisi var. 1999’dan beri Şanghay İşbirliği Örgütündeki birlikleri var. Yani güçler dengesinin ABD lehine sorunsuz işleyeceğini düşünmek büyük bir yanlış olur. Aksine, güçlerin ekonomik, teknolojik ve askeri olarak birbirine bu kadar yaklaştıkları dönemlerde savaşların boyutlanmasını, bölgesel savaşların artmasını beklemek gereklidir. ABD’de görüldüğü gibi, korumacılık ancak büyük bir ırkçı, şovenist, cinsiyetçi politikayla birlikte hayata geçirilebilecektir. Bu da hiç dinmeyen halk isyanları anlamına gelecektir.
Emperyalist kapitalizmin yıllardır çare bulamadığı süreğen krizini idare edilebilir hale getirmek için “neo Keynesyen” politikalara başvurup kapitalizmi ihtiyaçları doğrultusunda yeniden yapılandırma çalışmaları önümüzdeki sürece damgasını vuracaktır. Fakat bu yapılandırma hem kendi iç çelişkileri hem de tüm faturanın halklara çıkacak olması dolayısıyla gerçekleşmesi mümkün olmayan bir hayaldir. Bu noktada komünist devrimcilerin, enternasyonalizmi öne çıkarmaları ve bunun Türkiye coğrafyasında olacak olan yansımalarına hazırlanmaları önemli bir görev olarak öne çıkmaktadır.
* Fotoğrafta taşınan pankartta “Kapitalizm işlemiyor! Başka bir dünya mümkün” yazılı