“İstanbul’u kaybedersek, Türkiye’yi kaybederiz” şeklindeki ifade, AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ağzından birkaç yıl önce çıktığı bilinen bir öngörüydü.
Erdoğan ve partisi, 23 Haziran 2019’da İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı için yapılan tekrar seçimlerde tarihi bir hezimete uğradı. AKP ve aşırı milliyetçi MHP’den oluşan Cumhur İttifakı’nın AKP’li adayı Binali Yıldırım, CHP’li rakibi Ekrem İmamoğlu’ndan 806 bin fark yedi. CHP ve sağdaki İyi Parti arasındaki Millet İttifakı’nın adayı CHP’li İmamoğlu, HDP seçmeninin de kararlı desteğiyle oyların yüzde 54,21’ini aldı; Yıldırım yüzde 45’te kaldı. Bu fark, Erdoğan ve AKP’nin İstanbul’daki kaybının büyük olduğunu gösteriyor.
Erdoğan’ın Yüksek Seçim Kurulu (YSK) üzerinde kurduğu baskı neticesinde iptal ettirdiği, İmamoğlu tarafından 13 bin oy farkla kazanılan 31 Mart 2019 İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçiminin ardından 8 Nisan’da söylediklerini hatırlarsak, neden “büyük kaybettiği” anlaşılır: “Bu kadar az bir farkla seçim kazanılması halkı rahatlatmaz. 13-14 bin oy farkla bir seçimi kazandım havasına kimsenin girmeye hakkı yoktur.” Erdoğan 31 Mart’ta 13 bin oy gibi “az bir farkla” kaybetmeyi sineye çekseydi 23 Haziran’da 806 bin oy farkla kaybetmeyecekti.
Erdoğan’ın kaybı bir siyasi deprem büyüklüğündedir. 23 Haziran’da Türkiye’de bir siyasi tektonik kırılma yaşandı. 23 Haziran seçim sonuçlarının bu tektonik etkisi İstanbul’un 39 ilçesinde de aynı doğrultuda kaydedildi. İmamoğlu 39 ilçenin tamamında oylarını artırırken, Yıldırım ise ilçelerin biri hariç hepsinde oy kaybetti.
İktidardan muhalefete doğru önemli bir oy kayması yaşandı. Bu geçiş, kimin daha çok oy aldığının İstanbul’un ilçeleri bazında mukayese edilmesiyle de gözlemlenebiliyor. 31 Mart seçimlerinde AKP’nin adayı Yıldırım, İstanbul’un 39 ilçesinin 23’ünde rakibi İmamoğlu’ndan daha çok oy almıştı. 23 Haziran’da ise Yıldırım, bu 23 ilçeden 12’sinde üstünlüğü İmamoğlu’na bıraktı. CHP’nin adayı İmamoğlu 28 ilçede birinci oldu.
Erdoğan İstanbul’u kaybetti. Ve Erdoğan’ın kehaneti mesnetsiz değil. Bundan sonra Türkiye’yi de kaybedebilir. İstanbul’da meydana gelen bir siyasi gelişme eninde sonunda tüm Türkiye’ye yansır. Çünkü İstanbul bütün Türkiye’nin rol modelidir. Bu 16 milyonluk megapol, ülkenin geri kalanı tarafından taklit edilir. Yaşam tarzlarında, tüketim alışkanlıklarında, sporda, kültürde, sanatta, hemen her eğilim İstanbul’da doğup Anadolu ve Trakya’ya yayılır. İstanbul’un benimsemediği bir eğilim ise Türkiye’ye ait olmaz, yerel kalır. Politik trendler için de bu söz konusudur. İstanbul’u kazanmadan Türkiye’yi kazanmak mümkün değildir.
Türkiye’de iktidara gelmiş hemen bütün siyasi partilerin önce yerel yönetimlerde sınandığı şehir İstanbul olmuştur. Tersi de geçerlidir. İstanbul’u kaybeden bir siyasi partinin artık iniş momentumunda olduğu nihayet idrak edilir. İstanbul başlangıç ve bitişi haber verir.
Türk siyasi tarihi de Erdoğan’ın kehanetini doğrulamaktadır. İstanbul’u kaybeden, Türkiye’yi er ya da geç kaybetmiştir.
Turgut Özal’ın partisi ANAP’ın çöküşü 1989’da İstanbul’daki yerel seçimi kaybetmesiyle başladı. Recep Tayyip Erdoğan’ın 1994’teki seçimi kazanıp belediye başkanı seçilmesi de siyasal İslam’ın merkezi iktidara yürüyüşünün habercisiydi.
23 Haziran’da İstanbul’un kaybı, trendin tersine döndüğünü alenen gösterdi. Erdoğan, İstanbul’la ilgili kehanetinde öngördüğü gibi sonunda Türkiye’yi de kaybedebilir çünkü 23 Haziran hezimeti sonucunda ancak daha da hızlanması beklenebilecek olan iniş momentumunu durdurmaya ya da tersine çevirmeye yeterli araçlara sahip değil.
“Araç” derken, Erdoğan iktidarında muhalefete karşı bir silah olarak kullanılan yargı akla geliyor ister istemez. Erdoğan, İstanbul’u geri alarak Türkiye’yi de kaybetmekten kurtulmak için bir araç olarak yargıya müracaat edebilir mi? Erdoğan, İmamoğlu’nun 6 Haziran’da Karadeniz kıyısındaki Ordu-Giresun Havaalanı’nda VIP’ten geçmesine izin vermeyen Ordu Valisi’ne hakaret ettiğine dair iddialar dolayısıyla yargıya başvurulabileceğinin işaretini 23 Haziran seçiminden üç gün önce vermişti.
Erdoğan, 20 Haziran’da bir TV kanalındaki seçim konuşması sırasında İmamoğlu’nun seçildikten sonra yargı yoluyla görevden alınabileceğini şu şekilde ifade etmişti: “Bu ülkenin valisine ‘it’ demenin ne olduğuna yasal olarak karar verecek olan merci yargıdır. Zaten yasalarımızda bir ilin valisine, yöneticisine bu tür küfürlerin karşılığı buralarda belli. Kaç yıldan, kaç yıla… (…) Belli bir süreyi aşan cezayı alması halinde bu düşecektir (İmamoğlu’nun belediye başkanlığını kastediyor)”.
Ardından Erdoğan, okuduğu bir şiir nedeniyle aldığı hüküm uyarınca 1999’da hapiste dört ay 10 gün geçirmesine atıfta bulunarak, kendisiyle İmamoğlu arasında şu mukayeseyi yaptı: “Ben belediye başkanıyken okuduğum şiir sebebiyle mahkum oldum. Benim elimden belediye başkanlığımı aldılar mı? Aldılar. Bu ise henüz belediye başkanı olmadan bir küfür ediyor.”
İmamoğlu’nun Ordu Valisi’ne hakaret ettiğine dair iddialar, iktidarın son dönem negatif seçim kampanyasının ana omurgasını oluştursa da bu durum muhalefet adayının İstanbul’da iktidara 10 puanlık devasa bir fark atmasına engel olamadı.
Türkiye’de yasa, bir yıldan daha ağır hapis cezası almaları halinde belediye başkanlarının seçilme yeterliliklerini ortadan kaldırıyor. Bakalım şimdi Erdoğan, seçimle gelmiş İmamoğlu’nu yargı silahını kullanarak düşürme yoluna gidecek mi? Yaparsa, bunun tek sonucunun İmamoğlu’nun daha da güçlenmesi olacağını, velhasıl yargı silahının geri tepeceğini öngörmek mümkün.
Erdoğan, İstanbul’dan sonra Türkiye’yi de kaybetmekten kurtulmak için, İstanbul’un kaybına yol açan bir numaralı neden olan artan hayat pahalılığı ve işsizliğe bir çare bulmaya mecbur. Büyük oy kaybına yol açan bu iki faktörü güçlendiren neden, iktidarın ülkede derinleşen ekonomik krize, kapsamlı ve inandırıcı bir önlemler paketi ile henüz cevap verememiş olması.
Ülkenin önde gelen ekonomistleri arasında, bu aşamadan sonra ekonomik krize çözümün IMF’nin kapısı çalınmadan bulunamayacağı yönünde bir fikir birliğinin bulunduğu gözlemleniyor. Buna karşılık Erdoğan’ın, “IMF defterinin kapandığını” Türkiye’de kriz derinleşirken birçok kez kesin ve net biçimde ifade ettiği ise hatırlarda.
Erdoğan’ın “IMF engelliliği,” yakın zamana kadar siyasi, ideolojik ve psikolojik karakterliydi. Ekonomik krizin baskısı Erdoğan’ın bu engelleri aşmasına yakın gelecekte yardımcı olsa bile, S-400 krizi yüzünden bu kez dış kaynaklı bir jeopolitik engel Türkiye’nin karşısına dikilebilir. Türkiye son dakikada caymaz ve Rusya’dan S-400 hava savunma sistemlerini alıp konuşlandırırsa, ABD Kongresi’nin 2017’de çıkardığı “Amerika’nın Karşıtlarına Yaptırımlarla Karşı Koyma Yasası” (CAATSA) çerçevesinde yaptırımlara maruz kalacak.
ABD Başkanı Trump’ın CAATSA’daki, hedef ülkeye karşı içlerinden beşini seçmekle mükellef olduğu 12 yaptırım kalemi arasında yer alan, “uluslararası mali kuruluşlardan yardım alınmasının önlenmesi” tedbirine Türkiye söz konusu olduğunda başvurmaması elbette mümkün. Bu durumda Türkiye’nin IMF’ye erişimi veto edilmemiş olacak. Lakin riskler yine de ortadan kalkmıyor. Bir dış borç krizinin ağırlaşan tehdidi altındayken, bunun üzerine bir de Amerikan ambargosuna maruz kalması halinde Türkiye’nin borçlanma maliyetinin dramatik biçimde artması bekleniyor. Bu büyük dezavantaj, Erdoğan’ın iniş momentumunun yönünü değiştirmesine yardım etmeyecek. IMF’yle anlaşılsa bile, bu bakımdan uygulanacak “acı reçete”nin siyasi maliyetleri olacak.
Diğer yandan iktidarın 23 Haziran’da uğradığı tarihsel yenilginin AKP’deki çözülme trendini daha da hızlandıracağı şimdiden belli oldu. Ekonomiden sorumlu eski Devlet Bakanı Ali Babacan’ın eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün desteğiyle kurması beklenen partiyi eylülde duyuracağı yolundaki haberler bu doğrultuda okunmalı.
Babacan’ın kuracağı parti AKP’nin Meclis grubundan kopmalara yol açabilir ve bu da MHP destekli iktidar koalisyonunu Meclis’te azınlığa düşürebilir. Bu gerçekleşirse, Türkiye daha da yönetilemez bir ülke haline gelecektir.
Cumhur İttifakı İstanbul’da hem İmamoğlu’na oy kaybetti, hem de AKP’li seçmenin sandığa gitme oranı düştü. Seçime katılma oranı sadece yüzde bir artarken İmamoğlu’nun Yıldırım’a 10 puan fark atması başka türlü açıklanamaz. Bu husus, hatırı sayılır miktardaki bir AKP seçmeninin partisinden uzaklaştığını gösteriyor. Babacan’ın partisi boşluktaki bu seçmenin yeni adresi olabilir ve bu durumda AKP’deki küçülme trendi güçlenerek devam eder.
23 Haziran Erdoğan iktidarının iniş momentumunu daha da hızlandıracaktır. 23 Haziran pek çoklarının dediği gibi “sonun başlangıcı” değildir, bunun da ötesinde “sonun başlangıcının sonu”dur. (Kaynak: Al Monitor)