Bir önceki sayımızda, kadın mücadelesinin mevcut durumu ve geleceğine dair yapılan tartışmalarda ortaya atılan “Kadın İttifakı” ile neyin tarif edildiğine dair yaptığımız alıntılarla giriş yapmıştık. Şimdi bu tarifler üzerinden tartışmaya geçebiliriz.
Birincisi; kadınların ikincil konumu, baskı-şiddet görmesi, emeğin sömürülmesi vb. tüm kadınlar açısından ortak mücadele gerekçesi midir gerçekten? Özellikle de emeğin sömürülmesi dediğimiz noktada tüm kadınlar için ortak bir mücadele hattı çizmek mümkün müdür? Ortak bir mücadele hattının dahi çizilemediği bir gerçeklikte, bu potansiyeli harekete geçirebilmek de, örgütlü bir güce dönüştürebilmek de imkansız ama hoş bir seda olarak kalacaktır.
Kadının cinsiyetinden kaynaklı şiddet görmesine hayır derken de, kadınların toplumsal cinsiyet rollerine hapsedilmeye çalışılmasına karşı çıkarken de, elbette tüm kadınlardan bahsetmekteyiz. Ancak bu, tüm sınıflardan kadınların her noktada ve sadece kadın oldukları için bir “ittifak” içinde birleşmesini mümkün kılmaz.
Hele ki, Gültan Kışanak’ın röportajda söylediği gibi “yoksulluğun kadın halini bilen-yaşayan ve emeğin sömürülmesini kabul etmeyen tüm kadınlar” bu ittifakın doğal bir bileşeni olabilirler mi? Sanki emeğin sömürülmesini kabul etmeyen (kadın) patron mümkünmüş ve sınıfsal bir zemine dayanmayan “toplumsal barış ittifakı” olabilirmiş gibi tam bir paradoks oluşturulmakta.
Böyle bir birliktelik elbette kurulabilir ancak bunun adı “Kadın İttifakı” değil, sınıf işbirlikçiliği olabilir.
Benzer bir ifade de Canan Çalağan’ın içinden geçtiğimiz tarihsel momenti “Bir yanda mevcut sistemden beslenen ve onu yeniden üreten erkek egemen otoriter iktidar yapıları ve devletler diğer yanda yerelden evrensele özgün renkleriyle dalga dalga büyüyen kadın özgürlük mücadelesi” şeklinde tanımlamasında yatıyor. “Dünyayı” ya da tabloyu yanlış yerden bölen bir yaklaşımı burada da görüyoruz.
Yerelden evrensele özgün renkleriyle kadın mücadelesinin büyümesi değerlidir, bizler de bu dalganın içinde yer alarak, ona rengimizi verme uğraşındayız. Ancak tarihsel momenti, sınıfsal temelde örgütlenmiş bir devrim mücadelesi olmaksızın tarif etmek, reformist bir bakış açısıdır. Devrim mücadelesinin de bir gerekliliği ve örgütlenme biçimi olan “merkeziyetçiliği” (burada bahsedilen demokratik merkeziyetçiliktir) erkek egemen sistemin bir yöntemi olarak tanımlayıp, karşısına yatay, çoğulcu… bir mücadele öngörmek de bu bakış açısının bir ürünüdür.
Özlem Gündüz’ün “Kadın ittifakı ya da kadın dayanışması diyebileceğimiz…” şeklindeki ifadesi en makul tanımlama olarak görünse de, o zaman da neden yeni bir kavrama ihtiyacımız var sorusu ortaya çıkıyor. Bazen ajitasyon, mobilizasyon vb. amaçlarla ve eski tanımlamaların yıprandığı, anlamını yitirdiği durumlarda yeni tanımlamalarla mücadeleyi yükseltmek makul bir yöntem olarak görünse de, biz “kadın dayanışması” vurgusunun hiç de yıpranmadığını, anlamını yitirmediğini hatta üzerinde çok daha fazla durmak gerektiğini düşünüyoruz. Sadece bu da değil; yukarıda ifade ettiğimiz gibi, “sınıfsal uzlaşmaya” denk düşen yaklaşımların varlığı durumunda bunu kabul etmek mümkün görünmüyor.
Yine Ayşe Acar Başaran’ın “8 Mart’ta da olduğu gibi tüm kimlikler bir tarafa bırakılır, kadın kimliğiyle sokağa çıkarız” ifadesi de sorunlu bir yaklaşımı içeriyor. Birincisi en azından devrimci kadın hareketi 8 Mart’ta tüm kimliklerini bir tarafa bırakarak sokağa çıkmıyor. Aksine devrimci kadın kimliğini de kuşanarak, sloganlarını, dövizlerini, taleplerini bu kimlik doğrultusunda belirleyerek mücadelede yerini alıyor.
Dahası, devrimci, komünist ya da demokratik kimlikler bir tarafa bırakılarak vazgeçilecek kimlikler değildir. Bizleri var eden, tanımlayan kimlikleri birbirinden ayırarak, varlık koşullarımızı reddeden ya da en hafif haliyle silikleştiren bir yaklaşımı elbette kabul etmek mümkün değildir. Bunu “Kadın İttifakı”nı savunan Kürt kadın hareketinin de yaptığını ve yapacağını düşünmüyoruz. Zira bu hareket de, tüm kimliklerini bir tarafa bırakarak sokağa çıkmıyor. Gayet de ulusal kimliğiyle, Öcalan bayraklarıyla vb. kimliğine, mücadelesine sahip çıkarak, kendi renkleriyle sokaklarda yerini alıyor.
Tüm bu farklılıklara karşın Dirayet Taşdemir’in yaptığı şu tanımlamayı önemsiyoruz:
Kadın ittifakları yerel ile uluslararası, tikel ile evrensel arasındaki optimal dengeye dayalı olarak bütün bileşenlerin kendi özerkliğini ve özgünlüğünü korumakla birlikte ortak mücadelenin içinde aktif yer almasıdır. Bununla birlikte kadınlarının öncelikle temel sorunlarını birlikte tartışıp, bu sorunların çözülmesi için ortak kararlar alması ve bu kararları birlikte pratikleştirmesi demektir. Yani ortak mücadelenin temelinde kadınların kolektif çözüm gücünü açığa çıkarıp uygulamak vardır. Bunun üzerinden küresel düzeyde örgütlülükler yeni stratejiler açığa çıkabilir.”
Yukarıda da altını çizdiğimiz gibi, “Kadın İttifakı”na dair çeşit çeşit tanımlamalar getirilmekte. Bu tanımlamalar içinde Dirayet’in ifade ettiği biçime, karşı çıkılacak herhangi bir neden bulunmuyor. Sadece bu ihtiyaç her zaman ifade edilirken, bunun için çaba da harcanırken yeni bir kavrama ihtiyaç var mı diye sorulabilir. Bu soruya ikna edici bir yanıt bulunduğu durumda, bu tanımlamanın kabul edilebilir ve anlamlı bir çağrı olduğunu düşünmekteyiz. (Bitti)