Cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimleriyle her anımızın doldu(ruldu)ğu bir sürecin sonuna doğru yaklaşıyoruz. Bütün dünya, 14 Mayıs tarihi etrafında dönerken, kadın ve LGBTİ+lar açısından ise ölüm-sıtma eksenini aşmıyor tartışmalar. “Kız kıza takılmak kadar doğal”dan eşcinsellik çıkartan, meydanlarda “LGBTİ”yi yasadışı örgüt kısaltması gibi telaffuz eden, gökkuşağı renklerini görünce “bulaşıcı hastalık” gibi kaçışan, kendi kadın adaylarını bile “gölge” olarak tasvir eden, İstanbul Sözleşmesi’ni yiyip, sıradaki 2864 sayılı yasayı günün tatlı menüsüne çeviren, nafaka hakkını diline dolayan bir iktidar ve ölümle, bu konu karşısında dilsiz taklidi yapan, daha kötüsü, en çok “LGBTİ derneklerinin” AKP döneminde açıldığını söyleyerek iktidarın kurduğu halayda başı çekmeye çalışan muhalefet sıtmasıyla karşı karşıyayız.
Kadın ve LGBTİ+lar meydanlarda seçim nesnesi-kölesi haline getirilirken biz ne yaşıyoruz? Yaşadıklarımızın bir kısmı ortada, günlük basının üçüncü sayfasını “süslemeye” devam ediyoruz. İstanbul Bağcılar’da Sevim Turan (8 Nisan), İzmir’de Zehra Kalmaz (10 Nisan), Manisa Demirci’de Yeşim Akbaş (14 Nisan), Antep’te Sakine Solmaz (27 Nisan), İzmir Konak’ta Recibe Koluman (28 Nisan), İstanbul’da Buket Yorgancı (29 Nisan), Zonguldak Ereğli’de Yeşim Sönmez (1 Mayıs), İzmir Karşıyaka’da Sultan Kaya (2 Mayıs), Malatya’da Zeliha Temel (3 Mayıs), Aydın Nazilli’de Adanur Arslan (5 Mayıs)… Yani hemen her gün bir kadın cinayetiyle ölmeye devam ettik.
Sadece ölmedik tabii ki, örneğin depremin yaşandığı bölgelerde hala çadırlarda kalan, hatta çadır dahi bulamayan ailelerde kadınların sırtındaki yük dayanılmaz boyutta ağırlaştı, hijyen koşullarının hala “lüks” olduğu, tuvalet sorununun dahi çözülmediği, depremden önce mutfak-yatak odası arasında geçen kadın yaşamlarının tek göz çadırlara tıkıldığı gibi bilgiler hala bölgede kalarak halkın yaralarını sarmaya ve yaşananları kamuoyunun gündemine sokmaya çalışan kesimler tarafından paylaşılmaya devam ediyor.
Ekonomik krizin mutfakları boşalttığı, yarım saatte gezip bitirilecek pazar yerlerinde kadınların boş filelerle saatlerce dolaşıp üç kuruş ucuz bir şeyler almaya çalıştığı, çocukların beslenme çantasına -alabilmişlerse- koyacakları meyveyi dolapta özenle sakladığı, sadece son iki-üç yılda yoksulluk ve hatta sınırının altına itilen milyonlarca insanın sürekli bir “denkleştirme” peşinde olduğu koşullar bunlar.
Bize söz verip, baharlar vaat edenler seçimlerde galip geldiği durumda kadın ve LGBTİ+ların bu koşullarını nasıl ortadan kaldıracaklarını, her şeyin nasıl güzel olacağını açıklayabildikleri çok fazla cümle görmüyoruz ortada. “Siyasi İslam”, “gericiler”, “diktatör Erdoğan” gidecek ve biz nefes alacağız!!! Sonra? Erdoğan öncesine mi döneceğiz? Erdoğan’dan önce kadın ve LGBTİ+lar katledilmiyor muydu? Toplumsal cinsiyet eşitliği mi vardı? Yoksulluk, zenginle fakir arasındaki açı belki biraz daha azdı ama yine de yok muydu? Her yıl 350 değilse de, 200-250 kadın katledilmiyor muydu? Katillere “iyi hal indirimi” uygulanmıyor muydu?
Bize soran var mı, Erdoğan öncesi döneme dönmeyi isteyip istemediğimizi? Biz Erdoğan öncesini değil, gerçek özgürlüğe kavuşacağımız günlerin, gerçek bir kurtuluşun peşindeyiz. Evet “Erdoğan gitsin de, bir nefes alalım” cümlesiyle ne demek istendiğini anlıyoruz ama biz sadece “bir nefes”in peşinde değiliz. Biz dünyayı istiyoruz!
İşte bu hengamenin ortasında bize dünyayı vaat eden bir açıklama yapıldı. Komünist kadınlar kuruluş kongresini gerçekleştirdiklerini duyurdu. Bu açıklamanın son cümlesi önemliydi: “Kongremiz örgütlenme, önderleşme ve savaşı yükseltme çağrısıdır!” Çünkü gerçek kurtuluşumuzu, özgürlüğümüzü ancak bu şekilde kazanacağız. Ancak bu şekilde zincirlerimizin gevşetilmesini değil kırılmasını sağlayacağız. Bugüne kadar katledilen tüm kadın ve LGBTİ+lerin, toprağa karışmış her bir saç teli, örgütlenmek, önderleşmek ve mücadele etmek için ettiğimiz yemindir. Ataerkil sömürü sistemini yok edinceye kadar tek bir geri adım atmayacağız. Bu çağrı hepimize!