Ankara Tren Garı’nda gerçekleşen ve son rakamlara göre 100’ün üzerinde kişinin katledildiği vahşi saldırı, özellikle 1 Kasım seçimlerine az bir vakit kala AKP’yi ve onun 12 yıllık iktidarı boyunca ördüğü savaş politikalarını en geniş yığınların sorgusuna açarken şaşırtıcı olmayan bir gelişme daha yaşandı.
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın başvurusu üzerine Ankara 6. Sulh Ceza Hakimliği, Ankara Katliamı ile ilgili olarak yayın yasağı kararı aldı. Kararda, soruşturma tamamlanıncaya kadar “dosya kapsamı hakkında yazılı, görsel, sosyal medya ile internet ortamında faaliyet gösteren her türlü medyada her türlü haber, röportaj, eleştiri ve benzeri yayınların” ifadeleri ile neredeyse basının ağzını açmasına dahi yasaklama getirildi. Buna ek olarak, yayın yapılması ise “kamu güvenliğini bozucu ve toprak bütünlüğünü zedeleyici” şeklinde tanımlanarak fiili sansür koşulları işler kılındı.
“Faili meçhul”lerin yeni türevi: Yayın yasakları!
Konuya dair ilk olarak belirtilmesi gereken nokta, uygulamanın ilk olmadığı, özellikle son süreçte Reyhanlı, Suruç, Soma, Roboski katliamları ile 17-25 Aralık yolsuzluk soruşturmaları gibi kitlelerde aktif tepki uyandıran olayda egemenlerce kullanıldığıdır. “Soruşturmanın salahiyeti” şeklinde hukuki kılıfla servis edilen yayın yasaklarının hukuki hiçbir sonuç doğurmadığı gibi, delillerin karartılması ve kitlelerin bilinçlerinde manipülasyon yaratılması dışında ek bir işlev görmediği de deneyimlerle sabittir.
Bu işlev ve yasaklama tutumu, medyanın toplumsal bilinci belirleme ve kitleleri seferber edebilme kapasitesi düşünüldüğünde çok daha belirgin olmaktadır. Devlet, kendi havuz medyası ile istediği bilgiyi basına servis etmekte; geri kalanları ise hasıraltı ederek, gerçeğin kapısını kitlelere kapalı tutmaktadır. Bu durum, toplumsal taban edinimi ve bu tabanın radikalize edilmesi açısından önemlidir; ki, AKP’nin özellikle son birkaç yıldır yaşadığı sarsıntıların yaralarını tamir etmenin son fırsatı olarak gördüğü 1 Kasım seçimleri öncesinde iki kat anlamlıdır.
Devletin bu niyetli yaklaşımı birçok örnekle ise sabittir. Şöyle ki, devlet eliyle, devlet desteği ile ya da devlet ihmali ile gerçekleşen birçok katliamda, “hukuki sürecin salahiyeti” açısından yayın yasakları getirilirken, özellikle AKP’ye propaganda malzemesi şeklinde işleyecek birçok süreçte ise basına açıkça “al bunu yayınla” denilmekte; son olarak Doğan Medya Grubu’na yönelik başlatılan linç kampanyasında görüldüğü gibi “nasıl yayınladığı, eksik yayınladığı, kullandığı resimler” vb içeriklerden ötürü basın kuruluşlarına saldırı örgütlenmektedir.
Bu hali ile de yaşanan süreç, 90’lı yılların faili meçhulleri ile ayın mahiyeti taşımaktadır. Binlerce insanın katili olan “kimliği belirsizlerin” yanına bugün, “kimliğini yayınlamanın yasak olduğu” yeni katiller eklenmiştir.
“Bu yasaklar bizim için yok hükmündedir”
Bitirmeden belirtilmesi gereken nokta ise yasağın siyasal boyutudur. Ankara Katliamı’na dair alınan yasak kararı “Anayasal Düzene Karşı İşlenen Suçlar Bürosu” imzasını taşımakta ve kapsam olarak neredeyse söylenebilecek her türlü sözü içine alırken, bu yayınları ise “kamu düzenini bozucu ve toprak bütünlüğüne zarar verici” olarak tanımlamaktadır. Bu hali ile bilinen yayın yasaklarının çerçevesini de aşmakta, açıktan bir karartma, sansür mahiyeti taşımaktadır.
Bu hali ile ciddi bir tepkiyi üstüne toplayan yayın yasağı şimdiden birçok muhalif gazetenin ise tepkisini almış ve gazeteci meslek örgütlerinin yaptığı açıklama ile “yasakların yok hükmünde olduğu” ilan edilmiştir.
Bu hali ile cevap olunması gereken yer, devletin devletliğini, bünyesinde karakterize olan şiddeti ve bunu toplumsal tabanına en “meşru” şekilde sunma eğiliminde değildir. Yapılması gereken ilk adım yasağı boşa düşürmek için katliamı daha fazla yazmak, devlet kaynaklı sansüre karşı, kitleleri daha fazla gerçekler etrafında seferber etmek olacaktır.