EmekMakaleler

IMF’siz IMF programı ve McKinsey

Gelinen aşamada AKP’ye yakın çevrelerin dahi itirazlarının bulunduğu, “ekonominin kozmik odası”ndan “Duyun-i Umumiye” benzetmelerine değin itiraz boyutlarının ulaştığı bir durumda Cumhurbaşkanı Erdoğan anlaşmayı iptal ettiklerine dair açıklamada bulunsa dahi, McKinsey olayı gerekçeleri ve sonuçları itibari ile tartışmayı hak eden bir temele oturuyor

Etkileri sarsıcı boyutlara ulaşarak ve egemen sınıflar açısından yıkıcı etkiler üreterek süren güncel kriz temelinde son sürecin en dikkat çekici gelişmesi Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın açıkladığı McKinsey ile yapılan anlaşma oldu. YEP (Yeni Ekonomi Programı) temelinde 16 Bakanlığın temsilcilerinin katılımı ile kurulacak ve ekonominin yönetiminde söz sahibi olacak olan Kamu Maliyesi ve Dönüşüm Ofisi için McKinsey Danışmanlık Şirketi ile anlaşması, birkaç gün öncesine kadar krizin “ana kaynağı” olarak lanse edilen Amerikan yönetimi ile yapılan görüşmeler, uluslararası sermayeye güven verme çabası gibi kimi başlıklar bu temelde kamuoyunda ciddi yer buldu.

Gelinen aşamada AKP’ye yakın çevrelerin dahi itirazlarının bulunduğu, “ekonominin kozmik odası”ndan “Duyun-i Umumiye” benzetmelerine değin itiraz boyutlarının ulaştığı bir durumda Cumhurbaşkanı Erdoğan anlaşmayı iptal ettiklerine dair açıklamada bulunsa dahi, McKinsey olayı gerekçeleri ve sonuçları itibari ile tartışmayı hak eden bir temele oturuyor.

Zira AKP’nin ve Erdoğan’ın sahte Amerikan karşıtlığını bir kenara bırakırsak, neo-liberal ekonominin baş aktörlerinden olan McKinsey’in ortaya koyabileceği çözüm önerilerinin ufku, son kertede güncel sistemin dökülen yerlerinin toparlanması ve sürdürülebilirliğin arttırılmasının ötesine taşmıyor.

Bu da dış bağımlılığın üst boyutlarda olduğu, borç krizi içerisinde boğulan bir ülkede daha fazla dış kaynak ve borçlanma, finans kapitale daha üst boyutta bir teslimiyetten öte bir anlam içermiyor. Diğer yandan McKinsey verili kriz koşullarında, YEP’in de hedeflerinden olan mali disiplin adı altında (kendi internet sitesindeki tabirle) “kamusal fonları daha verimli kullanmak” için krizin bakiyesini emekçi sınıfların sırtlarına yıkma anlamı taşıyor.

McKinsey’in tarihçesi ve Türkiye geçmişi

McKinsey Danışmanlık şirketi, 1926’dan beri var olan, dünya genelinde 60’dan fazla ülkede özel sektörde ve kamuda yönetim danışmanlığı yapan bir şirket. Kamu sektörü ile ilgili olarak kendi faaliyetlerini “Kamu maliyesi kurumlarının yeterliğinin, verimliliğinin, şeffaflığının ve mali durumlarının kamusal fonları daha verimli kullanacak şekilde iyileştirilmesi konusunda yardımcı oluruz…” şeklinde özetliyorlar. Şirketin özel sektördeki işleri bir tarafa özellikle kamusal alan ile ilgili yaptıkları işlerde ciddi sansasyonel olaylar mevcut. Şöyle ki, şirket dünyanın en yüksek borca sahip 3. Ülkesi olan Lübnan’a bir varlık yönetim şirketi kurulması, ülkenin yatırım bankacılığı üssüne dönüştürülmesi ve avokado ile tıbbi amaçlı marihuana yetiştiriciliğine başlanması gibi önerilerde bulunup, Suudi Arabistan’a Petrol dışı sektörlerin çeşitlendirilmesi vizyonu ve Mynmar’a ekonomik reform öneren McKinsey, Porto Riko’nun borç yapılandırmasına “yardımcı” olurken 20 Milyon Dolar değerinde devlet tahvilini elinde tutmasıyla da biliniyor.

Genel olarak çevre ekonomilerin neo-liberal süreçte yaşadıkları yalpalamalara karşı küresel piyasalara adaptasyonu temelinde çalışan şirketin aynı zamanda Türkiye’de de devletle ilişkisi yeni değil. İstanbul ofisini 1995 yılında açan McKinsey, o yıllarda Özelleştirme İdaresi Başkanlığına danışmanlık yapmıştı. 2001 krizi sonrası TMSF bünyesindeki 8 bankasının satış stratejilerinin belirlenmesi, aynı dönemde TRT’nin yapılandırılması planı, Pamukbank’ın Halkbank’a entegrasyonu gibi süreçler de yine McKinsey’den danışmanlık hizmetlerinin alındığı pratikler olarak öne çıkıyor. Buna ek olarak güncel krizle de bağlantılandırılabilecek bir içerik olarak AKP’nin iktidara geldiği yıllarda McKinsey’in hazırladığı “Türkiye’de Verimlilik ve Büyüme Atılımının Gerçekleşmesi” başlıklı rapor temelde şunlar kapsıyordu:

– Uzun vadeli konut kredisi pazarı kurulmalı. Kur riskini yönetecek ve konut kredisi piyasasını düzenleyip, oyuncuları denetleyecek Ulusal Konut Kredisi Kurumu oluşturulmalı.

– Bireysel bankacılıkta alternatif kanalların kullanılmasını artıracak kanuni düzenlemeler yapılmalı. Kredi başvuru işlemlerinin verimliliğini artırmak için ortak bir kredi puanlandırma altyapısı kurulmalı.

– Belediyelere arazi geliştirme teşvikleri sağlanmalı.

– İş Güvencesi Yasası benimsenmeli. Ancak büyük şirketlere eşiğin (10 kişi) üzerinde işçi çıkarabilmelerine olanak tanınmalı.

– Büyük ölçekli perakendecilerin şehir merkezlerine yerleşmelerini engelleyen kısıtlamalardan kaçınılmalı.

Sadece üstte geçen birkaç maddenin dahi, McKinsey’in ekonomik perspektifinin boyutlarını görmek ve onun rehberliğinin günceldeki krize katılımını ölçmek açısından işlevli olduğu aşikardır. Konut kredisi pazarı önermesinin akıbeti bir yandan inşaat şirketlerinin konkordato ilanlarından ve batık tüketici kredilerinin 2016’da yaptığı zirveden okunabilmektedir. Arazi teşvikleri ve perakendeciler üzerinden söyledikleri, ülkenin en ücra köşelerini dahi saran AVM zincirlerinden gözlemlenebilmekte, tüketime ve borçlanmaya dayalı ekonomik modelinin iflası ise güncel krizden okunabilmektedir.

Krizin Yapısallığı ve McKinsey’in Varyasyonları

Gelinen aşamada McKinsey üzerinden dönen tartışmanın, özellikle Erdoğan’ın açıklamasına rağmen kapanmamasının nedeni ise, McKinsey’in bir tercih değil bir zorunluluk olmasından dolayıdır.  Şöyle ki, bu şirketle ya da başka bir şirketle, İMF ile yahut İMF’siz biçimlerde… çerçevesi ne olursa olsun güncel kriz içerisinde AKP bir şekli ile böylesi bir programa yönelmek zorundadır.

Zira AKP’nin yapmak istediği şey, esas itibari ile kendisini 16 yıldır iktidarda tutan mekanizmayı kurtarmak üzerine kuruludur. Bu da, krizin yapısal kökenleri ile hesaplaşan bir dönüşümü olanaksız kılmakta, kısa vadeli sonuçlar üreten çözümlere yönelimi zorunlu kılmaktadır. Bunun anlamı, her halükarda bir İMF programı yahut bunun çeşitli varyasyonları üzerinde yürüyen, neo-liberalizmin çukuruna daha fazla batmış, krizin faturasını emekçi kesimlerin üzerine yıkmış bir modele yönelmekle mümkünüdür.

Verili zamansallıkta güncel kriz, dış kaynak akışıyla ve hızlı büyümeyle birlikte artan borç stokunun boyutları ile ilintilidir. Faizleri hariç 457 Milyar doları bulan borçlanma düzeyi, çeşitli yan etkenlerle birlikte artan döviz kurları ve dış kaynaktaki daralma son kertede ekonomiyi döndürülemeyecek boyutlara taşımıştır. Art arda özel sektörden gelen konkordato ilanlarının ötesinde, bugün artan faizler ve yükselen kurla birlikte özel sektörün döviz borçlarının TL karşılığı, firmaların piyasa değerlerinin üstüne çıkmış haldedir. Bu hali ile batık olan firmaların iş yapabilmek adına krediye erişimi imkansız hale gelmiştir. Ki, birçok firmanın iş durdurma kararı alması bununla ilgilidir. Buna ek olarak enflasyonda %24’lük artış, ayrıca üretici fiyatlarının eylül ayında %48 zamlanması, bunun halkın alım gücünü düşüren etkisi özel sektörde yakın dönemde iflasları gündemleştirecektir.

Bu noktada AKP’nin süreç karşısındaki tutumunu görmek adına dikkat çekici bir veri olarak, 15 Eylül 2018 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan “1/1/2023 tarihine kadar, Kanunun 376 ncı maddesi kapsamında sermaye kaybı veya borca batık olma durumuna ilişkin yapılan hesaplamalarda, henüz ifa edilmemiş yabancı para cinsi yükümlülüklerden doğan kur farkı zararları dikkate alınmayabilir” yönlü tebliğ gösterilebilir.

Bunun meali, fiilen batık olan firmaların krediye erişimini sürdürmek, böylece yandaşları kurtarmak için kur farkından doğan değer kaybını bankaların görmezden gelmesini talep etmektir ki, garantilerden yoksun böylesi bir kredi döngüsü bankacılık sektörünü de krize sokma riski taşımaktadır.

Son kertede bunun yaratacağı sonuç, devletin özel sektörün borçlarını üstlenmesi anlamına gelecektir ki, bu tabloda AKP’yi McKinsey’e yönlendiren temel moment, bir yandan borçların döndürülmesinin sağlanması ile bir krizi önleme amacının yanı sıra artan likidite ihtiyacını karşılamak adına uluslararası finans kapitale güven vermektir.

Gelgelelim, krizin yapısal kaynakları ile hesaplaşmayan böylesi bir girişimin son kertede becerebilirse krizi ötelemek dışında bir sonucu olmayacaktır. McKinsey’in yahut İMF’nin önerebileceği tüm programların emekçiler cephesinden karşılığı, mali disiplin diye boyanıp süslenen şey, dolaylı vergilerin artışı, enerji-yakıt gibi kalemlerde yapılan yeni zamlar, kamuda esnek istihdam modellerinin yaygınlaştırılması, halka dönük harcamaların kısılması gibi adımlar olacaktır. Diğer yandan böylesi koşullar, emekçilerin yaşam koşullarının bu denli zorlaştığı dönemler olarak toplumsal patlamaların mayalandığı zemini de teşkil etmektedir. 3. Havalimanı işçilerinden Flormar işçilerine sınıfın direnişi biriken öfkenin ve emekçilerin ufuktaki mücadelelerinin de göstergesi olmaktadır. Ekonomik krizin yarattığı sıkışma, tamda böylesi müdahalelerle gerçek bir çözüme kavuşabilir.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu