ABD’de liberal ve muhalif kimliğiyle bilinen Michael Moore’nin yönetmenliğini yaptığı “Şimdi Nereyi İşgal Edelim?” filmi genel olarak ABD eleştirisi sunan bir film olarak karşımıza çıkıyor.
Filmin yönetmeni Michael Moore daha önce çektiği filmlerle ABD’deki sağlık sorunu, bireysel silahlanma ve Amerikan politikasının içerisine girdiği bataklığı, özelinde ise eski ABD Başkanı George Bush’u mizahi bir dille eleştirerek izleyiciyi ABD hakkında bilgilendiriyordu.
ABD’li yönetmen en son filmi “Şimdi Nereyi İşgal Edelim?” ile ABD’nin yayılmacı politikalarını değişik bir şekilde kurgulayarak bizlere aktarıyor. Film ABD’nin son 50-60 yıl içerisinde Kore’de, Vietnam’da, Afganistan ve Irak’ta, son olarak ise Suriye’de yürüttüğü işgal politikalarının nasıl başarısız olduğuna, bu işgallerin DAİŞ gibi çetelerin oluşmasını nasıl sağladığına değinerek, yönetmenin kendi “işgal” politikasına geçiyor. Filme göre tüm bu savaşlarda başarısız olan ABD yöneticileri, filmin baş karakteri Michael Moore’ı çağırarak ondan yardım istiyor. Filmin kahramanı Michael ise çözüm olarak Avrupa ülkeleri ve Tunus olmak üzere, çeşitli ülkelere gidip, orada kendince “doğru” bulduğu politikaları ABD’ye sunmak için geri getirmeyi planlıyor.
Bu “işgal” planıyla yola çıkan Michael, ilk olarak İtalya’ya gidiyor. İtalya’da işçi sınıfına mensup bir çiftin evine konuk olan Michael onlarla çalışma saatleri ve tatilleri üzerine sohbet ediyor. İtalya’da çalışma saatlerinin az olması, tatil hakkının neredeyse 1 aydan fazla olması ve tatil boyunca hiçbir ücret kesintisinin olmamasını hayretler içinde karşılayan Michael, kendi ülkesinde işçi sınıfının bu hakların hiçbirisine sahip olmadığını söylüyor.
İtalya’dan sonra birkaç Avrupa ülkesinde daha aynı durumla karşılaşan Michael, aslında bu yöntemin daha doğru olduğunu belirtir. Çünkü ABD’ye göre işçiler daha az çalışıp, daha fazla tatil de yapsa ülkenin kalkınabileceğini ve bu uygulamaların insanın sağlığına ve onuruna daha uygun olduğunu belirtir.
Eğitim politikalarını incelemek için Fransa ve Finlandiya vb. gibi Avrupa ülkelerine giden Michael burada da şaşkınlığını dile getirir. Yoksul mahallelerdeki bir ilkokula giden Michael, okulda öğrencilerin öğle yemeğine katılır. Öğrencilerin nasıl sağlıklı beslendiklerine vurgu yapan Michael, ABD’de ise öğrencilere sağlıksız yemekler sunulduğunu göstererek bir karşılaştırmaya gidiyor. Yine aynı şekilde üniversitelerin ücretsiz olması ve eğitim anlayışının ezberci değil öğreten bir anlayış olduğunu gösterir.
Son olarak kadın sorununa değinen Michael, sorunun en yakıcı olduğu ülkelerden Tunus’a giderek kadınların haklarını nasıl sokaklarda kazandığını anlatır. Arap Baharı’nın başlamasının etkilerini ve bunun kadın cephesinden kazanımlarını inceleyen Michael örnek olarak bir Kadın Sağlığı Merkezi’ne gider. Burada kadınlara kürtaj, hamilelikten korunma ve birçok konuda eğitim ve hizmet verildiğini gösterir. En son olarak İzlanda’ya giden Michael burada ise kadınların oy kullanma, seçme ve seçilme hakkı başta olmak üzere birçok demokratik hakkın kazanıldığı kadın grevini ve ilk kadın devlet başkanını anlatır. Filmin sonunda ise aslında bunlar gibi birçok demokratik hak mücadelesinin ABD’de başlamasına rağmen şu an ABD’nin içinde olduğu durumu değinen Michael, tekrar bir şeyler yapıp bu hakların geri kazabileceğini vurgular.
Film 120 dakika olmasına rağmen mizahi bir dil ile izleyiciyi sıkmayarak bizlere emperyalistlerin içerisine girdiği krizi göstermektedir. Filmin yönetmeni Moore, Avrupa’da başta da belirttiğimiz gibi ABD’de olmayan ve kendince “doğru” bulduğu politikaları bizlere sunmuştur. Öncelikle değinmemiz gereken filmin geçtiği ülkelerin büyük çoğunlukla burjuva demokratik devrimini tamamlamış, burjuva demokrasisinin olduğu ülkeler olması. Avrupa işçi sınıfı ve komünist hareketlerin büyük oranda gerçekleştirdikleri mücadeleler sonrası Avrupa egemenlerinin elinden zorla aldığı bir takım haklar etrafında dönen filmin bu hakların nasıl kazanıldığı üzerine yüzeysel bir değinme ile yetinmesi eleştirilebilecek en büyük nokta. Filmin birkaç yerinde yüzeysel olarak işçi sınıfı, kadınların ve öğrencilerin mücadelesine değinip, komünistlerin payına ise hiç değinmemiştir. Bunun dışında ABD gibi emperyalist ülkelerin krize girdiğinde, ezilenlerin mücadelesi sonrası elde ettiği hakları nasıl bir çırpıda yok sayabileceğini gösteriyor. Bu kısımda parantez açmak gerekirse bunu sadece ABD ile sınırlandırıp, Avrupa’daki krizleri ve isyanları görmüyor. Bu da büyük oranda yönetmenin salt ABD yönlü eleştiri yapmasından kaynaklanıyor. Yoksa ABD’nin gerçekleştirdiği işgallere Avrupa ülkelerinin nasıl destek verdiği, destek vermese bile sessiz kaldığı ezilenler cephesinde gayet açık ve nettir. Yani kısacası yönetmen kapitalist toplumu izleyiciye yansıtabilirken, krizlerin nedenleri yahut kazanılan hakların nasıl kazanıldığına ya hiç girmiyor ya da yüzeysel bir değerlendirme yapıyor.
Tüm bunlara rağmen, yönetmenin dünya görüşü göz önüne alındığında, kapitalist-emperyalist toplumun incelenmesi açısından bu filmi ve diğer filmleri izlemeye ve incelenmeye değerdir. (Bir YDG’li)