2011 yılından beri süren vekalet savaşı, bir yandan cihatçı-selefi çetelerin Rojava’da aldığı yenilgi, diğer yandan 2015 yılında Rusya’nın sahaya aktif dahiliyeti ile birlikte Suriye’de, Batı ittifakının beklentilerini ters yüz eden bir rotada seyrediyor.
Gelinen aşamada sahada bulunan selefi çeteler karşısında, Körfez ülkelerinden akan sınırsız desteğe, Türkiye’den akan lojistiğe, Batı ülkelerinin “muhalifler” şirinliğindeki maskeleme çabalarına rağmen Şam yönetiminin duruma büyük oranda hakim olduğunu söylemek mümkün. Şüphesiz ki bunda, Rusya’nın süreci domine etme başarısı, İsrail’in saldırıları, ABD’nin ve Avrupa’nın tehditleri altında Batı-Körfez ittifakını bozan hamlelerinin etkisi de büyük.
Bu minvalde son süreçteki en önemli gelişme ise İdlib’de kurulacak olan çatışmasızlık bölgesi ile ilgili olarak Rusya ve Türkiye arasında gerçekleşen anlaşma oldu. Türk basınında diplomatik zafermişçesine karşılanan anlaşma; Rus stratejisi ile kurduğu uyum, Türkiye’ye yüklediği riskler ve yine Türkiye’nin Rus uçağını “gerekirse yine düşürürüz”den “stratejik ortağımız Rusya”ya evrilen stratejik dönüşümü ile sağlanan mutabakat temelinde Türkiye’nin beklentileri noktasında önemli tartışma başlıklarına kapı aralıyor.
İdlib’te kim, ne istiyor?
Her aktörün cebinde ayrı bir hesap taşıdığı Astana sürecinde kararlaştırılan 4 çatışmasızlık bölgesinden en zorlusu olarak zikredilen İdlib, Suriye’deki çatışmaların başladığı günden beri cihatçı-selefi çetelerin en önemli üstlerinden biriydi.
Hali hazırda 2 milyon civarı bir nüfus ile eskisi, yenisi, ılımlısı, radikali vb. ile El Kaide çizgisinde birden çok örgütü barındıran İdlib; Humus, Hama, Şam kırsalı ve Dera’da sağlanan anlaşmalarla tahliye edilen cihatçılar ile Lübnan’ın Arsel bölgesinden çıkartılan Nusra üyelerinin de gönderilmesiyle birlikte ciddi rakamlarda cihatçıyı barındırır hale geldi. Şu anda bölgenin büyük çoğunluğunu Nusra’dan evrilen Heyet el Tahrir Şam elinde tutmakla birlikte onlarca cihatçı örgüte ev sahipliği yapıyor.
Görüşmeler sürecinde ve sağlanan mutabakatta zikredilen “insani durum”, “mülteci akını” gibi ifadelerin altında ise bahse konu bu rakamlar ile cihatçı-selefi güçlerin savaş kabiliyeti yatıyor. Gelgelelim Ortadoğu’da akan her kanda parmakları olanlar için “insani durum”un aslında başkaca çıkarları maskelemek adına bir perde olduğunu görmek hiç de zor değil.
Şöyle ki, yapılan mutabakat kabaca şu maddeleri içeriyor:
“ – 15 Ekim’e kadar silahlı gruplar ile hükümet güçlerinin kontrol ettiği alanların arasında silahlardan arındırılmış bir bölge oluşturulacak.
– 10 Ekim itibariyle 15-20 km derinliğindeki bu alanda bulunan tank, roket ve havan topu gibi ağır silahlar çekilmiş olacak.
– Muhalifler bulundukları yerlerde kalacak. Ancak Nusra Cephesi (Heyet Tahrir el Şam-HTŞ) dahil bütün radikal gruplar bu alandan tasfiye edilecek.
– Silahsızlandırılmış bölge sınırlarının iki tarafında Rus askeri polisi ile Türk askerleri devriye gezecek.
– TSK’nin İdlib’i çeviren 12 gözlem noktası tahkim edilecek.
– Yeni yıla kadar Halep-Hama ve Halep-Lazkiye yolu açılacak.
– Rusya, İdlib çatışmasızlık bölgesine saldırılmayacağını temin için gereken tedbirleri alacak.”
Sorun şu ki, maddelerde zikredilen örgütlerin hangileri olduğu ise net değil. Bu noktada Türkiye ile Rusya’nın aynı noktadan bakmadığı biliniyor.
Ayrıca planda Türkiye’nin yeminli cihatçıları nasıl bölgelerini terk etmeye zorlayacağını, verdiği teminatı nasıl karşılayacağını kestirmek mümkün görünmüyor. Zira Türkiye’nin Sukur el-Şam, Ceyş el-Ahrar ve Suriye Kurtuluş Cephesi gibi İdlib’de kendisine bağlı en önemli askeri grupları içine alan Ulusal Kurtuluş Cephesi adlı oluşumun ve ÖSO’nun dahi silah bırakmayacaklarını ve geri çekilmeyeceklerini belirten açıklamaları bulunuyor. Ayrıca bölgede etkili olan Heyet Tahrir Şam ve Hurras El Din gibi örgütlerin daha şimdiden silahlı eylem çağrısı yaptığı da biliniyor. Zira çeteler, daha öncesinde Doğu Halep, Doğu Guta ve Dera-Kuneytra’da çatışmasızlık rejimi adı altındaki girişimleri son kertede tasfiye ederek bu konuda yeterince deneyim kazandılar.
Türkiye bu bataklığa sürüklenirken açıklanan plan ise Rus stratejisi açsından ziyadesi ile uygun ilerliyor. Rusya, eğer Türkiye’nin önerdiği biçimde bir çatışmasızlık bölgesi üretebilirse, cihatçı safları bölebildiği kadar bölmüş ve kalanları tasfiye ederken Batı cephesinin çenesini de kapatmış olacak. Eğer strateji tökezlerse masada askeri operasyon seçeneğini tutuyor ki, Akdeniz’e yığdığı savaş gemileri ve İdlib’in güneyine yaptığı atışlar bunu gösteriyor.
Buna ek olarak Rusya, çatışmasızlık bölgesi mutabakatıyla, cihatçı grupların en radikalleri ile uğraşma görevini Türkiye’ye bırakmış oluyor. “Bizi satarsan 2 saatte Reyhanlı’dayız” minvalinde tehdit videoları çeken bu grupların Türkiye sınırına yığılması riski, muhtemel bir direnişte doğrudan çatışmaya girme ihtimali de yine Türkiye’nin başına kalmış oluyor, böylece.
Rusya ve Türkiye’nin kesişim noktası: Kürtler
Burada hem Rusya’yı hem de Türkiye’yi, diğer başkaca sebeplerle birlikte, aynı çizgide buluşturan temel unsuru ise Rojava Kürdistanı ve Kürtlerin silahlı gücü teşkil ediyor. Şam yönetiminin radikal açıklamaları, ABD ile YPG’nin geliştirdiği ilişkiler ve Rakka hamlesi karşısında bir yandan müzakerelere açık kapı bırakan, diğer yandan Suriye’de elinde silah bulunan tüm grupları terör örgütü sayan yaklaşımı biliniyor.
Bu noktada Rusya’nın, Türkiye’nin YPG’yi cihatçı çetelerden çok tehdit saydığı yönelimi ile uyuşması hiç de zor değil. Nitekim Rusya da Batı ittifakının vekil aktörlerinin sahada yaşadığı yenilgilerin ardından Batı ile de teması olan tek aktör olarak YPG’nin hedeflemesinin Şam yönetiminin elini güçlendireceği aşikar. Bu nedenle Suriye’deki silahlı herkesi terörist gören Rusya’nın Türk Ordusu’nun El-Bab işgalinden Afrin İşgaline kadar askeri hiçbir operasyonuna ses çıkartmaması, bilinçsiz bir sessizlik olmadığı görülüyor. Zira yavaş yavaş sona yaklaşılan Suriye Savaşı’nda Rusya’nın ve doğallığında Şam yönetiminin de son hedefinin Suriye’nin kuzeyinde kurulan Rojava Kürdistanı olması muhtemeldir. Bu noktada Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’un şu sözleri Rusya’nın yaklaşımını özetliyor: “Suriye’nin toprak bütünlüğüne yönelik ana tehdit, ABD’nin doğrudan kontrol ettiği ve fiiliyatta bağımsız özerk yapıların kurulduğu Fırat’ın doğusundan yükseliyor.”
Gelinen aşamada İdlib mutabakatının da bu hatta temas ettiği söylenebilir. Zira Türkiye’nin hamiliğini üstlendiği cihatçı çeteleri, kendi planına ortak edebildiği oranda sahada tutmak adına Rojava’ya yönlendireceği aşikardır. Bu, hem Türkiye sınırına oluşabilecek bir yığılmanın önüne geçebileceği gibi, Şam yönetiminin de elini güçlendirecek, diğer yandan da Türkiye’yi sahada tutacak tek yoldur.
Sonuç olarak, İdlib mutabakatı, Rus yetkililerin de belirttiği şekli ile bir ara karar olma özelliği taşıyor. Türkiye’nin sahada kalma ve ganimetten pay kapma adına giriştiği selefi-cihatçı çetelerin sözcülüğü rolünün son kertede ne kadar iş tutacağı bir muamma. Bu minvalde İdlib mutabakatı, İdlib’e yönelik bir operasyon ve tasfiye hareketi öncesinde sahayı dizayn etme adına girişilen bir hamleden daha ileri bir anlam üretmiyor. Gel gelelim Türkiye’nin, Fırat Kalkanı ile kalkan olduklarının tasfiyesini engelleme ve saflarını yeniden tahkim ederek Rojava’yı yok etme sarhoşluğu ile girdiği İdlib sokağı, Türkiye’nin batması muhtemel bataklığa açılıyor.