*Remziye Arslan
Haziran ayı: Şairleri ölümden korkutan ay. Ölüm ne zaman zordur diye bir soru sorsak, Hasan Hüseyin Korkmazgil’in çığlığı yıllar ötesinden uzanıp, yanı başımızda yankılanacaktır hemen: “Haziranda ölmek zor.” Soruyu değiştirmek de mümkün aslında. Ölüm, kimler için daha zordur; gidenler için mi, kalanlar için mi? Hiç kimse kendi ölümüne gözyaşı dökemediğine göre, ölüm, kalanlar için ölümdür. Mevsimler ise renklerini verebilirler belki ona. Haziran ölümleri sarı, yakıcı bir hüznü peşlerinden sürükleyerek geçip giderler ömürlerimizden. Kış ölümleriyse, dondurucu bir beyazı dalga dalga yayarlar etraflarına; yutucu bir beyazlıktır bu.
Nazım Hikmet, 1963’te, bir haziran günü, uzak diyarlarda yakalandı ölümün pençesine. Yanında götürebildiği en ağır yük, o uçsuz bucaksız hasretiydi; hapishanelerinde yattığı şehirlere, altında doğup büyüdüğü gökyüzüne ve sevdiklerine duyduğu hasreti… Geride kalanlar, şairlerini cezalandıran bir egemenlik sisteminin mazlum mağdurları olarak, sözün kudretine sığınmakta buldular çareyi. Onun şiirlerinin yankısını yıllara, on yıllara taşıdılar.
Şehirlerin şairi, dağların şairi…
Haziran ayında kaybettiğimiz bir diğer şair de, Ahmed Arif’tir. Haziran ölümünün hayattan ve şiirden koparıp aldığı bu iki şairden ikincisinin şiir serüveni, birincisinden bir hayli farklıdır. Cemal Süreya’nın bu farklılığa ilişkin yaptığı yorum, başka söze gerek bırakmayacak kadar doyurucudur. C. Süreya’ya göre, N. Hikmet: “…Şehirlerin şairidir. (…) Ovadan seslenir insanlara, büyük düzlüklerden…” A. Arif ise: “…Toplar dağların rüzgârlarını, dağıtır çocuklara erken (…) Uzun, tek bir ağıt gibidir onun şiiri…”
Ahmed Arif’in şiirinin “uzun, tek bir ağıt” olduğuna kim itiraz edebilir? A. Arif’in şiirine ilişkin bu saptama, melankolik bir şair kişiliğine işaret etmekten çok, bir entelektüel olarak onun sözünü esinlendiren toplumsal/kültürel tarihin yaralı sayfalarına işaret eder. A. Arif’in bireysel tarihini kuşatan toplumsal tarih, onun entelektüel vicdanına dokunan kanlı “malzemelerle” dolu bir tarihtir. Ona 33 Kurşun şiirini yazdıran edebi duyarlılığı, böylesi bir toplumsal / tarihsel arka plandan beslenmiştir tabii. Öyle bir duyarlılıktır ki bu, kendine dert edindiği şey, mazlumların hikâyesidir yalnızca. Mısralarında çığlık çığlığa seslendirdiği, “canı ecelsiz alınanlar”ın mağduriyetidir.
Kürdî coğrafyanın hikâyesi
1943 yılının bir temmuz sabahında, “Tan yeri atanda Van’da”, 3. ordu komutanı Mustafa Muğlalı’nın emriyle, hayvan kaçakçılığı yaptıkları iddiasıyla sınır boylarında sorgusuz, yargısız katledilen otuz üç köylünün hikâyesi, 20. yüzyılın başında, Ortadoğu’nun ve özellikle de, Kürdî coğrafyanın jeopolitik hikâyesinin bir izdüşümü olarak okunmalıdır.
Köylülere yönelik bu katliam, adına yeni sınır düzenlemeleri denen ve Kürt halkının hayatını ortasından bölen emperyal vandallığın tarihin aynasındaki kanlı yansımalarından sadece biridir. Yeni sınırlarla aileleri parçalayıp, her bir parçasını sınır aşırı uzak komşular haline getiren; tarlaları, bahçeleri bölüp, nehirlerin yataklarını değiştiren; kardeşi kardeşe “sınır ötesi akraba” yapan gözü dönmüş bir yıkıcılıktır bu. Ama, kökleri kadim zamanlara uzayan gerçek, sahte olana galebe çalar. Ortadoğu’da uluslararası ölçekte emperyal bir kurgunun ürünü olan yeni “devletçik”lerin sahte sınırlarında, tel örgülerin ötesinde ya da berisinde, bildik hayat hükmünü sürdürmeye kararlı, mayınlı tarlaların üzerinden atlayıp, yaralı damarlarında akmaya devam eder, yıllar yılı… Çünkü, “Karşı yaka köyleri ve obaları”nda kardeşler yine kardeş, kirveler yine kirvedir. 33 Kurşun şiirindeki: “Birbirine karışır tavuklarımız” dizesi, yalnızca coğrafi bir bütünlüğü ima etmez, onun da ötesinde canlı doğanın ve toplumsal yaşamın parçalanamazlığının, kadim bir kültürün bağrına çekilmiş dikenli tellerin hükümsüzlüğünün, bir manifestosu gibidir.
“Bilmezlikten değil,
Fıkaralıktan
Pasaporta ısınmamış içimiz
Budur katlimize sebep suçumuz
Gayri eşkiyaya çıkar adımız
Kaçakçıya
Soyguncuya
Hayına…”
Yukarıdaki dizelerde serzenişte bulunulan dil, geçmişi yağmalayıp, coğrafyaların sınırlarını çizen muktedirin dilidir; hoyratça yargılayıp damgalar. Tekrarlanan örnekleriyle resmi devlet söylemini üreten bir dildir bu ve içerdiği nefret söyleminin terminolojisi, dünden bugüne aktarılan klişeler üzerine kuruludur: “eşkıya”, “kaçakçı”, “hain” ve şimdilerde “terörist”… Bu söylem, muhataplarına yönelik her türlü şiddeti meşru ve mubah görür/gösterir. Ve zamanaşırı bir “geçerlilik” atfedilerek kullanıma sokulmuştur. 1943’te Van/Özalp’ta katledilen “kaçakçı” köylülerin yerini, şimdi Uludere/Roboski’deki “kaçakçı” çocukların alması, bundandır.
Roboski’li çocuklar…
Kefen-battaniyelerden sarkan ölü ayaklar… 35 – 36 – 37 – 38 ve belki de 40 – 42 numaralı ölü ayakkabılar… Bir zavallı katırın sırtında battaniyelerden fırlamış, vahşetin mekânından ağır ağır uzaklaşmaktalar… Anlı, şanlı Türk medyasının haber değerini yakıştırmakta “tereddüt” ettiği, 34 genç bedeni kara gömen katliam…
Derken, medya lütfedip de, yirmi dört saat sonra haber yapınca, dünya yeni bir “kaçakçı” kafilesini keşfetmiş oldu! Neyi, kimden kaçırıyorlardı acaba? 28 Aralık 2011 günü yollara düşenler, kendilerinin hatırlayamadıkları zamanlarda babalarının, dedelerinin ve büyük dedelerinin on yıllar boyunca yaptığı gibi, dağın ardındaki kasabada katırlara yükleyecekleri sigara paketleri, çay paketleri ve mazot bidonlarıyla köylerine geri döneceklerini biliyorlardı yalnızca. Olağan, sıradan bir gün yaşadığını sanan bu küçük ticaret kafilesi, kurtların-kuşların, karakol komutanlarının bakışları altında tepeleri aşarken, ne tereddüt yoklamıştı yüreklerini ne de endişe; çünkü, dağın öte yakası kirveydi, hısımdı, akrabaydı; çünkü, bacağı kopmuş bir kardeş protez bacak bekliyordu; çünkü, dershaneler yatırılacak taksidi bekliyordu; çünkü, bir düğün yavaştan yaklaşıyordu; çünkü, Roboski denen o köyde hayat, yaşanmayı bekliyordu.
Ama, yaşanmayı bekleyen hayatın yolu, bir kış akşamı, Türkiye-Irak sınırında heronlar tarafından kesildi.
Sonra… Sonra, dehşetli bir şaşkınlık içindeki otuz dört genç ömür, kanlı karların altına mühürlendi!.. Yalnız onlar mı? Katırları vardı bir de; bu kanlı yolculukta emektar yoldaşları olan katırları. Sınır boylarındaki Kürt köylerinin katırları… Onlar, sahiplerinin kanlı “kaderleri”ne dilsiz bir boyun eğişle ortak olmuşlardı yıllar yılı. İnsanın insana yaptığı zulmün dilsiz kurbanları olarak, bazen bir patikada, çoğu zaman da mayın tarlalarında, sırtlarındaki ağır yük ve kocaman karınlarıyla, boylu boyunca devrilmişlerdi toprağa. Uzun, nazlı boyunlarını toprağa son uzatışlarında ve gözleri usul usul kapanırken, sırtlarında ağır bir bidon ya da genç bir ölü olmadan dolaşıp otlandıkları bir çayırın yeşilliği mi oluyordu son hatırladıkları, bunu hiçbir zaman bilemeyeceğiz!..
Ve en sonunda; askeri, sivili, gazetecisi, siyasetçisi, akademisyeniyle bir günahkârlar ordusu, “güneşin altında” işlenmiş bu cinayetten, bir kanlı bilmece yaratmayı becerdi!…
Vicdanın izinden yürüyen onca onurlu insanın karşı çabalarına rağmen…
Şimdi bir şiir, şairini arıyor olsa gerek; kadın ya da erkek şairini…
“34 Bomba”yı yazacak bir başka “Ahmed Arif”i
*Özgür Gündem