İlkin 12 Eylül referandumu akabinde de 16 Nisan 2017’de gerçekleşen anayasa referandumuyla siyasal sistemde köklü değişiklikler yapıldı.
Son olarak da 24 Haziran seçimleriyle TC devleti adı “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” kendisi “Tek adam diktası/Başkanlık” olan yeni bir rejimle yönetilmeye başlandı. Anayasal metinler Osmanlı’dan TC’ye her kritik dönemde değişik çap ve nitelikte pek çok değişikliğin hedefi oldu. Ne var ki TC’nin kuruluşundan bu yana en kapsamlı anayasa değişikliği AKP döneminde yapıldı. Zira AKP, 1920’lerden bugüne değin süregelen parlamenter maskeli rejimin yerinde tek adam sultasına dayanan Başkanlık rejimini ikame etti.
TC’nin anayasalar geçmişine bir göz atmak bu serüvenin bütünlüklü anlaşılması açısından faydalı olacaktır. Biz bu yazımızda 1921 ile 1960 anayasalarını Kürtlere yönelik tutum ve yaklaşımları üzerinde ele almaya çalıştık. Zira her iki anayasa da ilerici ve demokratik nitelikler atfedilerek öne çıkarılmaktadır.
Devlette sürekliliğin esas olduğu gerçeği, 1921’den 1960’a (1980 cuntasını saymıyoruz bile) geçen süre içinde Kürtlere yönelik değişmeyen politikalarda açıkça kendini gösteriyor. Türklük temelinde bir yapıyı inşa eden devletin bu temel kodlarında dünden bugüne öz itibariyle bir değişiklik olmamıştır. AKP iktidarını adım adım başkanlık rejimine ve Saray’a taşıyan başlıca gerekçelerden birinin Kürt sorununda yaşanan gelişmeler olduğunu söylemek yanlış olmaz. “Teröre karşı savaş” argümanı ve bunun etrafında örülen milliyetçi, şovenist histeri ve bu eksende yaratılan toplumsal tabanın Kürt sorununu absorbe etme niyeti taşıdığı çok açık!
Meşruti Monarşi’den Meclisi Mebusan’a
Osmanlı’dan TC’ye bu topraklarda anayasaların tarihi çok değil XIX. yüzyılın son çeyreğine uzanır. 1876’dan bu yana yapılan 5 anayasa ve birçok anayasa değişikliği, TC’nin siyasal rejiminin geçirdiği evrimin, devletin yeniden yapılandırmasının ve hâkim sınıf klikleri arasındaki güç ilişkilerinin bir yansıması olarak kilometre taşlarını oluşturmaktadır.
1876 tarihinde kabul edilen ilk anayasayla Osmanlı imparatorluğu meşruti monarşi dönemine girmiştir. Buna karşılık bu anayasada 1909 yılında yapılan değişiklikle coğrafyamız ilk “parlamenter rejim” deneyimine adım atmıştır. “Ulusal egemenlik” ya da başka bir deyişle ulus devlet 1921 Anayasası ile güvence altına alınmıştır. 1921 anayasası, Osmanlı’nın bakiyesi üzerinden kurulan ve Ermeni, Rum, Yahudi, Süryani, Keldanilerin kırımı, katliamla tasfiye edilmesiyle Türklük esası üzerinde inşa edilen Cumhuriyet rejiminin ilk anayasası olmuştur.
1961 Anayasası, uluslararası konjonktürün bir sonucu, baskısı ve de gereği olarak diğerlerine kıyasla görece daha farklı bir içeriğe sahipti. Kuşkusuz bu, dönemin açığa çıkardığı dinamikler karşısında Türk hâkim sınıflarının atmak zorunda kaldığı bir adım veyahut başka bir deyişle bir ön almaydı.
İlk Osmanlı anayasası olarak Kanun-i Esasi’nin yürürlüğe konması, devleti dönüştüren “Tanzimat” reformlarının siyasal alandaki sonucu olarak ortaya çıkmıştır. İlk Osmanlı anayasası, erkler ayrılığı ilkesini sadece şekli olarak tanıyordu. Yürütme erki, Sadrazam yardımcılığında padişaha aitti. Yasama erki ise, 120 mebustan oluşan Meclis-i Mebusan ile üyeleri padişahça ömür boyu olmak koşuluyla atanan bir Heyet-i Ayan’dan oluşan, iki kanatlı Meclis-i Umumi’ye aitti.
1876 rejimi, ilk meşruti monarşi olarak kabul edilmektedir. Osmanlı uyruklarına bazı haklar tanıyan 1876 Anayasası, bireysel özgürlük ve hukuk önünde eşitlik ilkeleri üzerinde temellendirilmiştir. 1889 yılında Kanun-i Esasi’nin yeniden yürürlüğe konulması ve 1909’da değiştirilmesi ile II. Meşrutiyet ilan edilmiş ve parlamenter rejim dönemi başlamıştır. Siyasal alandaki tüm bu gelişmeler uluslaşma arayışlarının Osmanlı coğrafyasının dört bir yanında giderek etkinlik kazanmasıyla ve Avrupa’dan dalga dalga yayılan demokrasi ve özgürlük seslerinin yarattığı ortam içinde anlaşılır olmaktadır.
“Kurtuluş” savaşının ilk günlerinde Meclis’in yürürlüğe koyduğu anayasal bir belge niteliğindeki “1921Teşkilat-ı Esasiye Kanunu”, egemenliğin kaynağı ve kullanılışı açısından siyasal ve anayasal tarih açısından büyük bir dönüm noktası olmuştur : “Hakimiyet bilâ kaydü şart milletindir. İdare usulü halkın mukadderatım bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir.” (Madde 1)
1924 Anayasası da ulusal egemenlik kavramı üzerinde temellenmektedir. “Egemenlik kayıtsız şartsız ulusa aittir.” 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu, gerçek anlamda bir yürütme erki öngörmezken, yeni devletin anayasası, daha gelişmiş bir yürütme organı oluşturacaktı. Yeni rejim, klasik parlamenter rejimin biçim ve prosedürlerini uygulamakla birlikte bir takım kendine özgü özelliklere de sahipti. Meclis feshedilemiyordu. Yürütme, meclis karşısında özerk bir erk statüsüne sahip değildi. Cumhuriyet’in siyasal rejimi, meclis hükümeti ile parlamenter rejim arası bir tür karma sistem olarak değerlendirilebilir. Anayasa, özgürlüklerle ilgili olarak şu tanımı yapmakta idi: “(Hürriyet) başkasına zarar vermeyecek her şeyi yapabilmektir. Tabii haklardan olan hürriyetin herkes için sınırı, başkalarının hürriyet sınırıdır.” (Madde 68)
Kürtlere özerklik sözü
1921 anayasasında Türk devleti yerine, etnik vurgu taşımayan ‘Türkiye devleti’ ifadesini tercih edilmişti. Bugün için özel önem taşıyan düzenlemeler ise 10. madde ve sonrasında: Ülke, coğrafi ve iktisadi gereklilikler nedeniyle vilayet (md. 11-14), kaza (md. 15) ve nahiyelere -bucak- (md. 16-21) ayrılmış, vilayet ve nahiye ‘şuraları’ oluşturulmuş ve bunlara muhtariyet/özerklik verilmiş, bu şekilde halkın yerel düzeyde‘kendi kendini yönetme’ hakkı geniş şekilde tanınmıştı. Yerel düzeyde özerkliğe sahip ‘vilayet şuraları’, yasalara bağlı kalmak kaydıyla ‘sağlık, maarif, iktisat, tarım, medreseler ve sosyal yardımlaşma’ gibi konularda yetkili kılınmıştı. Halka en yakın birim olan nahiye şuraları da ‘özerk’ti. Halk tarafından seçilen şuranın ve onun tarafından seçilen idare heyetinin, derecesi özel yasalarca (kavanini mahsusa) saptanan iktisadi ve mali yetkileri vardı. Bunu bugünün ‘bölgeli devlet’ sistemine benzetebiliriz.
‘Ulus devlet’ yaratmak isteyen Kemalist kadrolar, 1924 Anayasasında ‘üniter yapı’yı açıktan dile getirmeye başlamıştır. Zira artık emperyalistlerle kurdukları ilişkiler belli bir düzleme oturmuş, kurulan yeni devlet ve Osmanlı bakiyesi üzerindeki coğrafyada hâkimiyette inisiyatifi büyük oranda sağlamıştır. Bu açıdan “Kurtuluş” savaşında yan yana savaşılan ve özerklik vaatleri verilen Kürtlerle yolların ayrılmasının zamanı gelmişti. 1921’deki ‘halkçılığa’ vurgu yapan Kemalistler için, ‘Türklüğe’ dayanan bir toplumun inşasında ivmeyi yükseltmelerinin vakti gelmişti.
Böylece, 1921-1924 arasında muhtariyetin/özerkliğin konuşulduğu ve kendi kendini yönetme ilkesinin gerek 1921 Anayasası’na gerekse Mustafa Kemal’in taslağına girdiği günler geride bırakıldı. 13 Şubat 1925’te patlak veren Şeyh Said İsyanı Kemalistlerin bu yöndeki niyetlerini iyice açığa çıkaran bir rol oynayacaktı. Böylece Kemalistler, devletin Kürt politikasının ana çerçevesini oluşturan 8 Eylül 1925 tarihli Şark Islahat Planı’nı devreye sokacaktı.
Sözgelimi planın14. Maddesi (sadeleştirilmiş Türkçeyle) şöyleydi: “Aslen Türk olup Kürtlüğe yenilmeye başlayan Malatya, Elaziz, Diyarbakır, Bitlis, Van, Muş, Urfa, Ergani, Hozat, Erciş, Adilcevaz, Ahlat, Palu, Çarsancak, Çemişkezek, Ovacık, Hısnımansur, Behisni, Hekimhan, Birecik, Çermik vilayet ve kaza merkezlerinde, hükümet ve belediye dairelerinde ve diğer kurum ve kuruluşlarda, okullarda, çarşı ve pazarlarda, Türkçeden başka dil kullananlar, hükümet ve belediyenin emirlerine muhalefet etmek ve direnmek suçundan cezalandırılacaktır.” 1926’da toplanan Türk Ocakları Kurultayı’nda en büyük tartışmalar Türkçeden başka dillerin en çok da Kürtçenin konuşulmasını yasaklanması üzerine yapılmıştı.
27 Mayıs: “Size Kürt diyenlerin yüzüne tükürün!”
27 Mayıs 1960 darbesinin Kürtler tarafından büyük korku ve panik içinde karşılandığını söylemek yanlış olmaz. Nitekim darbeyi izleyen aylarda oluşturulan Milli Birlik Komitesi’nin (MBK) Kürtleri hedef alan uygulamaları, aldığı kararlar ve Kürtler için öngördüğü önlemler bölgede yaşanan korku ve tedirginliğin haklı nedenlere dayandığını açıklıkla ortaya koyuyordu.
MBK attığı ilk adımda Kürt düşmanlığını açıkça ifşa etmişti. 27 Mayıs darbecileri demokrasi dışına çıktığı gerekçesiyle Demokrat Parti’yi tasfiye etmek ve “demokrasiyi inşa etmek” için darbe yaptıklarını öne sürmüşlerdi. Darbeden hemen sonra siyasi tutsakları serbest bırakarak göstermelik bir adım attılar. Buna karşılık Menderes hükümetinin “Kürtçülük” (dönemin ifadesiyle) komplosuyla tutukladığı 49 Kürt öğrenci ve aydınlar ise tahliye edilmedi. Bu tutsaklar Harbiye tabutluklarında işkence altında tutulmaya devam edildi.
MBK’nın yaptığı ilk icraatlardan biri de, “Kürtçülük” yaptıkları iddiasıyla 550 Kürt ağa ve aydınını hiçbir gerekçe göstermeden ve mahkeme kararı olmadan Sivas’ta bir kampta toplamak oldu. Bu uygulamanın hiçbir zaman kanıtlanmayan resmi gerekçesi yakalananların 27 Mayıs darbesine karşı örgütlü bir ayaklanma başlatacakları iddiasıydı. Nitekim herhangi bir soruşturma ya da yargılama yapılmadan kampa gönderilen 495 kişi altı ay sonra serbest bırakıldı. Kalan 55 kişi de MBK’nın çıkardığı bir kanunla Kürtçülük suçlamasıyla Batı illerine sürüldü. Anılan sürgün yasası ancak dört yıl sonra 1964’te Üçüncü İnönü Hükümeti döneminde koalisyon ortağı Yeni Türkiye Partisi’nin (YTP) dayatmasıyla kaldırılabildi.
27 Mayıs darbecileri, Kürtleri asimile etmek için imha ve inkar politikasını yürürlüğe soktular. Başta Devlet Başkanı Cemal Gürsel olmak üzere MBK üyeleri T. Kürdistanı’na sık sık geziler yapıyor ve halka hitap ederken “Sizler öz ve öz Türksünüz, Kürtlüğü kabul etmeyin, reddedin! Size Kürt diyenlerin yüzüne tükürün” tarzında demeçler veriyordu.
MBK’nın “Kürt Raporu”
27 Mayıs Darbesi’yle birlikte korku ve tedirginlik içine giren Kürt halkı arasında, İttihat-Terakki’nin sürgün kararnamesi, Cumhuriyet döneminin Şark Islahat Planı ya da Mecburi İskan Kanunu’na benzer toplu sürgünler yapılacağı söylentileri yaygındı. Uzun yıllar sonra Ecevit’in özel belgeleri üzerinde çalışmalar yapan gazeteciler Can Dündar ve Rıdvan Akar tarafından bulunarak kamuoyuna açıklanan bir rapor bu endişelerin yersiz olmadığını gösterdi. Belgeden anlaşıldığına göre MBK tarafından Devlet Planlama Teşkilatı içinde, uzmanlardan oluşan ayrı bir “DOĞU GRUBU” kurulmuştu. Bu grup Kürtlerin nasıl asimile edileceğine ilişkin yol ve yöntemleri gösteren bir rapor hazırlamış ve kanunlaşması için MBK’ya göndermişti. Ancak seçimler yaklaştığından raporun kanunlaşması için zaman kalmadı. Ne var ki bu uygulamaların bir kısmı devlet politikası kapsamında zaman içinde yaşama geçirildi.
“Doğu Grubu”nun hazırladığı Kürt raporu büyük ölçüde Şark Islahat Planı ile Mecburi İskan Kanunu’nun hükümlerini içermekteydi. MBK’nın Kürtleri asimile etmek için hazırlattığı rapor, Cumhuriyetin kuruluş yıllarında aynı amaçlı hazırlanan mevzuatın 1960 dönemi koşullarına uyarlanan bir versiyonu niteliğindedir. Raporun kapsadığı hükümler şöyledir:
1-Bölgenin kendisini Kürt sananların nüfusu Türkler lehine değiştirilecek,
2-Bunun için Karadeniz sahilindeki fazla nüfusla, yurtdışından gelen Türkler bu bölgeye yerleştirilecek,
3-Bölgede kendilerini Kürt sananlar bölge dışına göç ettirilecek (sürgün edilecek),
4-Göç ettirilenler Türk çoğunluğun bulunduğu yerlere yerleştirilecek,
5-Kendilerini Kürt sananların kamusal alanda, çarşıda, pazarda ve topluluklar içinde kendi dillerinde konuşmaları yasaklanacak,
6- Türkiye’de kendilerini Kürt sananlar ile İran ve Irak’taki Kürtlerin irtibatını kesmek için bölge iskân sahalarına ayrılacak (eski Umumi Müfettişlikler benzeri uygulama amaçlanıyor),
7- Bölge okulları, köy okulları ve meslek okulları aracılığıyla kız ve erkek misyonerler yetiştirilecek,
8-Dünya entelektüel muhitine Türkiye’de Kürt meselesi olmadığı anlatılacak,
9-Bir üniversiteye bağlı Türkoloji Enstitüsü kurulacak ve kendilerini Kürt sananların menşelerinin Türk olduğu ispatlanarak yayınlanacak,
10-İslam Ansiklopedisi’ndeki Kürt maddesi tashih edilerek Kürtlerin dağlı Türkler olduğu yazılacak,
11-Bölge halkından kabiliyetli ve küçükken asimle edilen gençlere yüksek tahsil imkânı sağlanacak,
12-Kürtlere ırk bakımından Türk siyasal düzeninin en elverişli, en emin, en çok imkan sağlayan bir düzen olduğunu telkin eden (radyo vb. araçlarla) yayınlar yapılacak (AKP’nin TRT ŞEŞ’ine ne kadar da benziyor!),
13-Doğuya atanan memurların 6 seneden fazla aynı görevde kalmaları önlenecek (asimle olma ihtimalleri düşünülmüş olmalı).
Milli Güvenlik Kurulu
TC’de birbirini izleyen askeri darbelere hukuksal zemin hazırlanmıştır. Bu anayasanın oluşturduğu Milli Güvenlik Kurulu (MGK) ve bu kurulun genel sekreterliği orduyu, rejime yön veren en üst devlet organı haline getirmiştir. Keza bu anayasa daha önce Milli Savunma Bakanlığı’na bağlı olan Genelkurmay Başkanı’nı sadece Başbakan’a karşı sorumlu olan ama ona bağlı olmayan, özerk bir konuma getirmiştir. Böylece ordunun ve Genelkurmay başkanlarının sivil hükümetlerin her türlü tasarrufuna müdahale etmelerine ve yön vermelerine hukuksal zemini hazırlanmıştır.
27 Mayıs’tan sonra asker siyasetin tam da göbeğinde yer almış, devletin en önemli kararları artık açıktan yasaların sunduğu zemine dayanılarak yaşama geçirilmiştir. Nitekim 12 Eylül Askeri Faşist Cuntası’nı gerçekleştiren kadrolar sırtını buraya yaslamıştır. Devamında 90’lar ve 2000’lerin ortalarına kadar bu süreç kesintisiz bir şekilde devam etmiştir.
Başkanlık rejimi nafile, Kürtlerin direnişi yok edilemez!
27 Mayıs Anayasası’nın öngördüğü militarist yapı, Başkanlık rejimiyle yeniden elden geçirilmiş, güçlendirilerek, meşruiyetini sandıktan alan bir askeri rejime dönüştürülmüştür. Bu anlamda TC, işleyiş ve örgütlenme yapısı, yasama, yürütme ve yargı arasındaki ilişki bakımından 1900’lere geri dönmüştür.
TC’nin kuruluşundan bugüne gündeme getirilen tüm anayasalar ve anayasalara yapılan kimi değişiklikler dönemin siyasal, toplumsal koşullarının bir zorlaması sonucu ortaya çıkmıştır. Dünya konjonktürü bağlamında emperyalistler arasındaki çıkar dalaşı, egemen sınıf klikleri arasındaki hegemonya savaşı, hakim sınıflar ile ezilenler arasındaki çatışmanın andaki koordinatları, komprador burjuvazi ve toprak ağalarının devlet aparatını yeniden yapılandırmasında ve buna paralel bir şekilde anayasal düzlemde değişikler yapmasına neden olmuştur.
Ezen sınıflar ile ezilenler arasında kıyasıya bir şekilde süren, amansız hesaplaşma ve mücadelenin bu gelişmelerde çok önemli bir rol oynadığı bir gerçektir. İktidarı ellerinde tutanların, sürekli bir değişim ve hareket halinde olan toplumu denetim altında tutmak ve yönlendirmek için diktikleri elbiseyi sürekli yenilemesi gerekmiştir. Bu tasarruf kimi zaman, parlamenter maskenin esasına dayanılarak rejimde değişiklik yapılması şeklinde vuku bulmuş kimi zamanda 16 Nisan referandumunda olduğu gibi sistemin temel aksının değişmesini getiren “başkanlık rejimi” şeklinde olmuştur.
Nihayetinde Kürt ulusal sorunu açısından ele alındığında, kuruluşundan bugüne TC devletinin işleyişine yönelik her müdahalenin temel belirleyenlerinden birinin Kürtler olduğunu söylemek yanlış olmaz. Zira devlet ilk günden bu yana Kürt ulusunun yok sayılması, asimile ve imha edilmesi temel paradigması üzerinde yükselmiştir. Denilebilir ki Kürde düşmanlık bu devletin temel varlık gerekçelerinden biri olmuştur. Kürtlerin geride kalan zamanda tüm yapılanlara karşın yok edilememesi aksine çeşitli biçimler altında direnişlerini ve örgütlülüklerini, savaşımların büyüterek bugüne taşımaları Türk hakim sınıflarının söz konusu korkularının haksız olmadığını göstermiştir.
Açık ki Kürtler kimi zaman kısmi kimi zaman da yapısal değişikliklerin sadece başlıca belirleyenlerinden biri olmakla kalmamış, aynı zamanda her defasında kurulan yeni sistemin, rejimin de temel hedefi haline gelmiştir. Özellikle 7 Haziran 2015’te Kürt hareketinin, devrimci, ilerici güçlerle geniş toplumsal kesimlere ulaşması ve tüm barajları yıkıp geçmesi, dahası Rojava’da Kürtlerin elde ettiği kazanımların faşist diktatörlüğün uykularını kaçırdığına, alarm zillerini harekete geçirdiğine şüphe yoktur.
AKP- MHP ittifakının tabanını ikna etmek adına sarf ettiği beka söylemlerinin Kürt ulusunun gelişen mücadelesine atıfla söylendiği bir sır değildir. Osmanlı’dan TC’ye tarih bize zulmün olduğu yerde isyanın meşru ve kaçınılmaz olduğunu göstermiştir. “Başkanlık rejimi”yle inşa edilmek istenen tek adam diktatörlüğü, Kürt ulusunun demokrasi, özgürlük ve bağımsızlık mücadelesini durduramayacaktır!