Elazığ depreminin ardından Van’daki çığ felaketi ve uçak kazasıyla yaşanan can kayıplarına, İdlip işgalinde onlarca askerin öldürülmesiyle sonuçlanan saldırganlık eklenmesine rağmen son birkaç haftadır Türkiye burjuva siyasetinde “FETÖ’nün siyasi ayağı kim” tartışması gündem oldu.
Her ne kadar burjuva siyaseti halkın yaşadığı temel sorunların üzerini örtmek olarak ele alınsa da yaşanan tartışmaların içeriğine bakıldığında burjuva klikleri arasındaki dalaşın “yeni bir sürece” işaret ettiği anlaşılmaktadır. Bu sürece bir de alttan alta dillendirilen “darbe” tartışmaları da eklenince meselenin önemi daha da artmaktadır.
Bu anlamıyla burjuva kliklerin arasındaki dalaşı “daha önce de benzer tartışmaları yaptılar” diyerek göz ardı etmek doğru olmayacaktır. Emekli Genelkurmay Başkanı ve “terör örgütü üyeliği”nden bir süre hapis yatan İlker Başbuğ’un daha önceden de yaptığı açıklamalara benzer açıklamasının Erdoğan tarafından hedefe konulması ve tartışmanın “darbe” imalarıyla tırmandırılma biçimi, HDP’ye yönelen saldırganlığın bu kez de burjuva kliğin diğer temsilcisi CHP’ye ve onun liderine yönelmesi oldukça dikkat çekici.
HDP düzen içi bir parti olsa da ona rengini veren demokratik halkçı karakteri, faşizmin ona yönelik saldırganlığını “anlaşılır” kılsa da saldırganlık siyasetinin giderek düzenin kendi içinde diğer önemli kliğine yönelmesi, “Ankara’nın karanlık mahfilleri”nde bir şeylerin döndüğünü hissettirmektedir.
AKP-MHP kliği özellikle rakip klik lideri Kılıçdaroğlu’nu bir “milli güvenlik sorunu” olarak tanımlayarak doğrudan doğruya faşist yargıyı da işin içine katma ve tutuklama tehdidi dikkat çekicidir.
Benzer şekilde TC faşizminin siyasal tarihinde kullanılan “tahkikat komisyonları”nı andıran girişimlerden bahsedilmesi, burjuva düzen siyasetinin kendi içinde yaşadığı çelişkilerin ulaştığı aşamayı ve keskinliği özetlemektedir.
Elbette Gülen örgütlenmesinin siyasi ayağı tartışması, burjuva siyasi partiler arasında tartışma konusu olabilir ve kendi klik çıkarları için tüketilebilir bir gündem maddesidir. Ancak tartışmanın zamanlaması önemlidir. Makul ve mantıklı olan siyasi ayak tartışmasının Temmuz 2016 darbe girişiminden sonra olmasıdır.
CHP açısından aradan geçen yıllar için de tartışmayı bu düzeyde gündemleştirmeyip sonra da “FETÖ’nün siyasi ayağı olarak” doğrudan doğruya Erdoğan’ı işaret etmesi her ne kadar darbe girişimi sonrasında koşa koşa içinde yer aldığı “Yenikapı Ruhu”yla bağdaşmasa da zamanlama açısından dikkat çekicidir.
AKP açısından da yöneltilen bu eleştirilere üst perdeden yanıt verilmesi, asıl siyasi ayağın CHP olduğunun iddia edilmesi ve hatta dönemin askeri bürokrasisine yönelik olarak “Gülencileri niye temizlemediniz?” söylemlerinin yanında daha uç olarak dönemin askerlerine “neden siyasi iradeyi dinlediniz?”, “inisiyatif kullanarak Gülencileri temizleseydiniz?” denilmesi (böylelikle doğrudan AKP yanlıları tarafından darbe yapsaydınız çağrısında bulunulması), yaşanan durumu ve burjuva klikleri arasındaki çelişkinin şiddetini göstermektedir.
Hiç kuşkusuz ki işçi sınıfı ve halk açısından siyasi ayak meselesi üzerinden yaratılan tartışmanın bir kıymeti harbiyesi yoktur. Erdoğan’ın veciz sözleriyle ifade edecek olursak, “hepiniz oradaydınız be!”. Dolayısıyla 12 Eylül faşist darbecilerinden, AKP’den CHP’sine kadar bütün düzen partileri, Gülen Cemaatini’nin siyasi ayağı olarak hareket etmişlerdir.
Gülen Cemaati’nin kuruluşu, “komünizmle mücadele dernekleri” ve halka yönelik saldırganlıkta oynadığı rol son derece açıktır. Bu noktada asıl önemli olan husus, siyasi ayak tartışmaları üzerinden alttan alta dillendirilen darbe tartışmalarıdır.
Darbe tehlikesi var mı?
Çünkü bizler biliyoruz ki; askeri darbelerde görünürde düzen içinde kliklerden biri hedef olarak görülse de asıl olarak işçi sınıfı ve halk hareketi hedeflenmiştir.
Burjuva kliklerin kendi arasındaki rekabet, dalaş ve nihayetinde darbeler dönüp dolaşıp, ilericileri, devrimcileri, halk hareketini vurmuştur. TC devletinin kısa tarihi bu gerçeği özetler örneklerle doludur.
Alttan alta darbe tartışmalarının gündemleşmesinin bir nedeni de ABD emperyalizminin 1947’de kurulan ilk Think-Tank kuruluşlarından olan Rand Corporation tarafından Pentagon için hazırlanan 277 sayfalık “Türkiye Raporu”nda ifadelerdir.
Raporda, “Türkiye’nin değişken iç dinamiklerini, AKP hükümetleri altında 2002’den bu yana Türkiye’nin iç politik gelişimini, otoriter bir siyasal sisteme doğru kaymayı, büyüyen milliyetçiliği ve Temmuz 2016 askeri darbeye teşebbüsün ardından ortaya çıkan durumu” analiz edilmektedir.
Rapor ayrıca “Türkiye’nin dış politika, karar alma, sivil-asker ilişkileri ve gelecekteki muhtemel seyri üzerindeki etkilerini, Türkiye’nin komşuları, AB ve NATO ile ilişkilerindeki önemli eğilimleri ve itici güçleri ve ABD ulusal güvenlik ve savunma planlamasının etkilerini” inceleme konusu yapılmakta ve bazı belirlemelerde bulunulmaktadır: “2019’da Cumhuriyet Halk Partisi adaylarının Türkiye’nin en büyük on kentinin altısında belediye başkanı seçilmesi -özellikle İstanbul’daki Ekrem İmamoğlu’nun kesin zaferi- Erdoğan ve AKP’nin yenilmez olmadığını gösterdi” denilmekte ve darbe tartışmalarına neden olan şu tespitlerde bulunulmaktadır: “Orta seviye subayların askeri liderlikten son derece hayal kırıklığına uğradığı ve darbe sonrası devam eden tasfiyelerden endişe duydukları bildirilmektedir. Bu hoşnutsuzluk bir noktada başka bir darbe girişimine bile yol açabilir ve Erdoğan tehdidi ciddiye alıyor gibi görünüyor.”
ABD emperyalizminin bu tespitleri elbette önemsenmeli ve dikkate alınmalıdır. Ki başka kaynaklardan da ordu bürokrasisi içinde özellikle Libya ve Suriye’de izlenen politikalara karşı hoşnutsuzluk olduğu belirtilmektedir. TC devletinin emperyalizmle olan bağımlılık ilişkisi, TSK’nın tarihsel geçmişi, ordu içindeki klikleşmelerin varlığı vb. dikkate alındığında olası bir darbe ihtimali her zaman vardır.
Tek farkla geçmişte on yılda bir tekrarlanan darbeler, faşist rejimin içinde bulunduğu durum, ekonomik kriz ve bunun toplumda yarattığı öfke birikmesi, insanların açlık ve yoksulluktan kaynaklı olarak kendisini yakması, intiharlar vb. nedeniyle rejimin hareket alanı daha da sıkıştırması beraberinde düzenin kendi içinde “balans ayarı” yapma aralıklarını sıklaştırmış durumdadır.
Şu an içinde bulunduğumuz durumda işçi sınıfı ve halk zaten darbe koşullarında yaşamaktadır.
Geçmişin OHAL’ini bugünün KHK rejimi almış durumdadır. Türkiye’de faşist rejimin maskesi olarak kullanılan parlamento aracı bile işlevsizleştirilmiş durumda, göstermelik olarak bulunmaktadır. Türk tipi başkanlık rejimi ile faşizm hükmünü sürdürmektedir.
Rejimin içte ekonomik olarak sıkışma hali, sınır dışı harekatlarla, savaş naralarıyla kapatılmak istenmektedir.
Ne var ki bu durumun sürdürülebilir olmadığı açıktır. Tam da bu nedenle emperyalizm ve hakim sınıflar kendi içinde bir değişim sağlamayı hedeflemektedir. Bu değişimin kanlı mı yoksa kansız mı olacağı süreç içinde anlaşılacaktır. Ancak bu noktada önemli olan hakim sınıfların işçi sınıfı ve halkın verili koşullarda var olan düzene olan tepkisini ölçememeleridir. Tepkinin yükseldiği koşullarda, yeni Gezilerin ortaya çıkması ihtimalinde tereddüt etmeyecekler ve “halk adına” yönetime el koyacaklardır.