Dünya ve insanlık, emperyalist gericiliğin yarattığı yapısal krizlerle boğuşmakta.
Emperyalizmin aşırı kâr hırsı ile insan sağlığını hiçe sayan uygulamaları sonucu ortaya çıkan koronavirüsün karşısında –güya- güçlü-heybetli burjuvazinin yenilgisi ve çaresizliği dünyada var olan krizi daha da derinleştirmiştir.
Özellikle son dönemlerde yine aşırı kâr hırsı sonucu doğayı talan eden sistemin yarattığı doğa felaketleri, seller, orman yangınları dünyada ve özellikle Türkiye ve Türkiye Kürdistanı’nda yaşayan insanların canına ve malına kast etmiş, ciddi anlamda travmalar yaratmıştır.
Türk egemen sınıflarının siyasi temsilcisi AKP-MHP iktidarına karşı halkın kini ve öfkesi giderek artmaktadır. Faşist iktidar ciddi anlamda yönetme krizi yaşarken kuruluş kodlarında var olan ırkçılık ve şovenizm körüklenmekte, sokaklarda Kürt avına çıkılmakta, Alevilerin evleri işaretlenmekte, polis kontrolünde mültecilerin yaşadıkları evler eli silahlı ve bıçaklı sivil faşistler tarafından basılmakta, mülteciler linç edilmektedir.
20 yıllık ABD işgalinden sonra özellikle Taliban´ın Afganistan´da kontrolü sağlamasından sonra Türkiye´ye kaçan mültecilerin çoğalmasıyla birlikte zaten mevcut olan mülteci ve göçmen sorunu iyice harlanmış vaziyette.
Zorunlu göç ve mülteci sorunu
Emperyalistler eliyle Asya, Afrika ve Ortadoğu´da, özellikle de Suriye iç savaşının çıkartılmasıyla birlikte mülteci sorunu ülke açısından yakıcı bir hal almıştır. Bu sorun giderek büyüyen bir açmaz haline gelmiştir ve ceremesini hem Suriyeli hem de Türkiyeli işçi ve emekçi halk çekmektedir.
Türkiye´deki mültecilerin net sayısı verilmemekle birlikte, bu sayının kayıtsız mültecilerle birlikte 6 milyonu aştığı tahmin ediliyor. Bu sayı Türkiye nüfusunun % 7’sinden fazlasını oluşturuyor.
Böyle bir göç dalgası sonucu daha fazla barınma, ekonomik, kültürel ve sosyal sorunlar ortaya çıkmaktadır. Her şeyden önce işsizler ordusunun büyümesi anlamına gelmektedir. İş bulmak zorlaşmakta, zaten işsiz olanların iş bulma süreleri uzamaktadır. Türkiye´deki patronlar, mültecileri en ağır koşullarda ve karın tokluğuna çalıştırmakta, katmerli biçimde sömürmektedir. Mülteciler sigortası ve iş güvencesi olmadan, kuralsız bir şekilde çalıştırılmaktalar. Aynı zamanda mülteci işçiler patronlar tarafından yerli işçilerin ücretlerini aşağı çekmek için bir tehdit olarak kullanılmakta.
Komprador burjuvazinin; “insanlar iş beğenmiyor“ safsatası iktidarı destekleyen bazı kesimler tarafından da benimsenmiş durumda. Hatta bazıları “Mülteciler yüzünden işsiz kalıyoruz“ demektedir. Irkçılığın kodları bu masum gibi görünen kelimelerde saklıdır. Bu sorunsalın kaynağı asla mülteciler, onların varlıkları değil, bilakis sermayeye doymayan komprador burjuvazidedir. İktidar bu durumdan çok memnun, çünkü iktidar bir yandan mültecileri Avrupa’ya karşı koz olarak kullanırken diğer yandan ucuz işgücü olarak görmektedir.
TC´nin AB´den aldığı paralar
TC´nin bu durumdan memnun olmasını gerektirecek sebeplerden biri de Avrupa Birliğinden gelen tomarla paralardır. Avrupa Birliği Türkiye Delegasyonu raporuna göre “Avrupa Birliği, bu zorlu durumla mücadelesinde Türkiye’ye destek olma konusunda kararlıdır. Avrupa Birliği, insani yardımlar ve kalkınma yardımı için, AB bütçesinden ve Üye Ülkelerden gelen toplam 10.9 milyar Avro katkıyla, 2011 yılında başlayan çatışmalardan beri Suriye krizine yapılan uluslararası müdahalede en büyük bağışçı olmuştur.” Bu “bağış” adı altında TC’ye “mültecileri sakın sınırından Avrupa’ya geçmelerine izin verme, al sana sus parası” diyerek mülteci akınını AB ülkelerine engellemek için TC’ye rüşvet vermektedir.
Her koşulda çalışmaya mahkum mülteci
İnsanlar emperyalizmin sebep olduğu-başlattığı haksız savaşlarla can derdine düşerek, kendi vatanından daha iyi durumda olduğunu düşündüğü bir ülkeye –yollarda ölme pahasına- göç etmek zorunda bırakılıyor. Dolayısıyla o ülkeye ulaştıklarında yaşayabilmek için her koşulda çalışmayı kabul etmeye mecbur kalıyorlar.
“Ülkesinde kalsın savaşsın”, ”Suriyelilerin durumu bizden daha iyi”, ”Bayramda ülkelerine gidebiliyorlarsa, demek ki durumları iyi” sözlerini kendine sol-“sosyalist” diyen kesimlerden de dahil olmak üzere hemen her gün duymakta, karşılaşmaktayız.
Burada şu soruyu sormak gerekmektedir. Savaş ve ölümün olduğu bir ülkede geleceğinize dair bir umut görmüyorsanız orada kalıp savaşır mıydınız? Veya kim doğduğu, çocukluğunu geçirdiği, aile, akraba ve arkadaşlarını bırakıp bilmediği diyarlara gitmek ister? Ayrıca her şeyi tam olsa bile insan yaşadığı yerden başka bir yerde yaşamak isteyebilir.
Mesele ciddidir ve ötelenemez boyutlara gelmiştir. Mesele sınıf mücadelesinin bir parçasıdır, emekçilerin sorunudur. Aksi halde, halk kitleleri egemen ideoloji belirlemesiyle mülteciler gelsin-gitsin paradoksuna takılıp kalmaya mahkûm olacak, ırkçılık ve şovenizm boyutlanacaktır. Türkiye’de zaten var olan keskin emek-sermaye çelişkisi mültecilerin gelmesiyle köklü bir değişikliğe yol açmamış, fakat sömürünün daha da derinleşmesine yol açmıştır.
Su götürmez bir gerçektir; komünistlerin dolduramadığı her yeri ve her şeyi burjuvazi doldurur. Mülteci sorununun ortadan kalkmasını istiyorsak emperyalizmin haksız savaşlarına en gür sesimizle karşı çıkmalıyız. Emperyalizme karşı çıkmak demek onun yerli işbirlikçileri ve uşaklarına karşı devrimci savaşı büyütmek demektir. Mülteciler haraç mezat çalıştırılıyorsa, patronların yakasına yapışarak ortak sınıf mücadelesini büyütmek gerekir. Mültecilere yönelik ırkçılığın, milliyetçiliğin çözümü bu mücadeleden, ortaklaşma ve en önemlisi örgütlenmeden geçer. Sorun ülkesini terk etmek zorunda kalan mültecide değildir.
“Biz devrimciyiz, bizde ırkçılık yok”
Devrimci çevrelerde varlığını sürdüren seküler, batı merkezli oryantalist bakış açısı, bazen kaba, bazen ise inceltilmiş ırkçılık olarak ortaya çıkıyor. Sokaklarda, iş yerlerinde Arapça panolar asılması, nargile içilmesi, insanların sakallı ve çarşaflı olmaları, hatta Arapça (yani anadillerinde) konuşmaları dahi tepki çekiyor. Sahip oldukları çocuk sayısı bile hesaplanıp ırkçılık için malzeme haline getiriliyor.
Mültecilerin var olduğunu ve bu ülkede yaşadıklarını görmezden gelemeyiz. Bizim de parçası olduğumuz Ortadoğu coğrafyasının gerçekliğini görmeden, anlamadan, hatta yok sayarak ırkçılıktan kopamayız. Bu topraklarda çeşitli milliyet ve inançlardan insanlar her daim birlikte yaşamış ve yaşayacaklardır. Sonuç olarak devrimcilerin bu süreçteki görevi bahsetmiş olduğumuz hassasiyetleri dikkate alarak, içimizde var olan bu kaba ve inceltilmiş ırkçılık ile amasız ve amansız bir mücadele yürütmektir.