Kadının Başucu Kitaplığı yazı dizisi kapsamında ele almayı düşündüğüm konulardan biri de milliyetçilik ve cinsiyetçilik arasındaki ilişkiydi. Bu konuda, hem teorik/kuramsal çözümlemelerin yer aldığı hem de yaşanan pratiklerin toplumsal cinsiyet perspektifiyle irdelendiği birçok kitap var.
Öncelikle teorik/kuramsal çerçeve sunan bir kitabı tanıtmayı düşünmüştüm. Ama son günlerde peş peşe işlenen kadın cinayetleri nedeniyle, acaba Türkiye pratiğini konu alan bir kitapla ilgili yazsam, güncel tartışmalara da katkı sunar mı diye düşündüm.
Zira yükselen milliyetçilik ve dincilik, şahlanan militarizmle yüceltilen erkeklik, içeride ve dışarıda devam eden savaş üzerinden şiddetin sıradanlaşması ve kutsanması, kadın cinayetlerinin ideolojik ve toplumsal altyapısını oluşturuyor. Bu nedenle kadın cinayetlerini önleme mücadelesinde güvenlik tedbirleri, koruma ve caydırıcı nitelikte ağır cezalar vermeye kadar, hatta belki daha fazlasıyla gündelik hayatlarımızda inşa edinen toplumsal cinsiyet rejimini sorgulamanın önemli olduğunu düşündüm.
Simter Coşar ve Aylin Özman tarafından derlenen “Milliyetçilik ve Toplumsal Cinsiyet” isimli kitapta Türkiye’de milliyetçiliğin ve toplumsal cinsiyet rejiminin nasıl inşa edildiği, yaşanan pratikler üzerinden anlatılıyor. Kitapta yer alan eğitim, medya, güzellik yarışması, televizyon dizileri, tiyatro oyunları üzerinde yapılan inceleme ve değerlendirmeler, cinsiyet hiyerarşisinin, milliyetçilik soslu halini gözler önüne seriyor. Kitapta farklı yazarlar tarafından kaleme alınan 11 makale bulunuyor. Makalelerin her biri farklı alanlarda ve geçmiş zaman dilimlerindeki pratikleri irdelese de günümüze dair çok şey söylüyor.
“Popüler Kültür ve Milliyetçilik: Sokağın Hissi” başlıklı makalede, milliyetçiliğin gündelik hayatlarda nasıl inşa edildiği anlatılıyor. Her yerde olduğu gibi Türkiye’de de milliyetçilik “öteki”ne karşıtlık üzerine kuruluyor. Milliyetçilik şöyle bir seyir izleyerek gündelik hayatlara yerleşiyor: Farklı olanın ötekileştirilmesi; ötekinin tehdit unsuru olarak görülmesi/gösterilmesi; tehdit algısının duygusal nefrete dönüşmesi; nefretin saldırganlığın motivasyon kaynağı olarak kullanılması; askerlik ve eğitim yoluyla duygusal nefretin yaygınlaştırılması; sanat, spor ve medya gibi kitle iletişim/ etkileşim kanalları devreye sokularak milliyetçiliğin popüler kılınması… Bütün bu süreçlerin baş aktörü “baskın erkeklik” formu olduğu için milliyetçilik ile cinsiyetçilik kesişen inşa süreçleri olarak gelişiyor.
Kitapta yer alan bir diğer makalede, eğitim yoluyla milliyetçiliğin ve toplumsal cinsiyet rejiminin nasıl inşa edildiği irdeleniyor. Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren, 2002’de başlayan AB tam üyelik süreci de dahil olmak üzere dönemsel olarak ders kitaplarında ne gibi değişikliklere gidildiği anlatılıyor. Makalede, ders kitaplarında siyasal konjoktüre göre kısmi değişimler olsa da ideal kadınlık/erkeklik kurgularında köklü değişikliklerin yaşanmadığı vurgulanıyor.
Kitapta “kadınların milliyetçiliği” konusu da ele alınıyor. 15 milliyetçi kadınla yapılan görüşmelerin, eleştirel feminist perspektifle analiz edilmesine dayanan makalede, milliyetçi kadınların “sevgi/nefret” karşıtlığı üzerine kurulu ideolojik dünyaları ve çalıştıkları siyasal yapılarla ilişkileri irdeleniyor. Kadınların milliyetçi ideolojiyi eğip bükerek dönüştürme potansiyeline sahip oldukları belirtiliyor.
Kitapta, milliyetçi/cinsiyetçi meyda pratiklerine dair birbirinden çarpıcı dört ayrı makale de yer alıyor. Mart 2011-2012 döneminde medyada yer alan bedelli askerlik ve vicdani ret tartışmalarının analiz edildiği makale, birkaç ay önce “sürekli bedelli askerlik” yasasısının kabul edilerek yürürlüğe girmesi nedeniyle son derece güncel.
Makalede, ekonomik nedenler üzerinden yürütülen bedelli askerlik tartışmalarının, modern siyaset anlayışının fayda/maliyet hesapları üzerine kurulu, sistem içi bir tartışma olduğu belirtilirken, aynı şeyin vicdani red için geçerli olmadığı vurgulanıyor.
Vicdani reddin “erkek olmak ve kadın olmak”la ilgili değerler ve normlara dair eleştiri ve sorgulamanın kapısını araladığı, hatta meydan okuma potansiyeli taşıdığı için geniş çaplı bir reddiyeyle karşılaştığı belirtiliyor. Çünkü militarizmle özdeşleşmiş, şiddete dayalı erkek değerlerin değişmesi, eril zihniyetin işine gelmiyor.
Televizyon dizilerinin masal ve fantezi dünyasının, insanların “gerçek” hayatına nasıl nüfuz ettiği “Kurtlar Vadisi” dizisi üzerinden anlatılıyor. Makale, milliyetçiliğin “zaten hep bir erkek fantezisi mi olduğu” yoksa “belirli erkeklik biçimlerinin mi milliyetçi fantezisi olduğu” soruları ile başlıyor. Dizinin karekterleri üzerinden fantestik hale getirilen “şedit ve hamasi erkeklik imgesi”nin sokağa indiği, rol model haline geldiği belirtilen makelede; kadınlara ve Kürtlere biçilen roller de irdeleniyor.
Son yıllarda neredeyse zorunlu yayın gibi tüm tv kanallarında benzer dizilerin gösterildiğini düşünürsek; medyanın yarattığı fantastik algının, kadın cinayetleri ve yükselen ırkçılıktaki payı daha da anlaşılır oluyor.
Milliyetçi/cinsiyetçi ortaklık genellikle “sağ milliyetçilik” üzerinden analiz edilirken; bu kitapta “sol milliyetçiliğin” sembolü olarak görülen Sözcü gazetesinde, 15 Eylül- 15 Ekim 2014 tarihleri arasında yayınlanan Kürtlerle ilgili haberlerin ve haberlere ilişkin okuyucu yorumlarının analizine dayanan bir makale de yer alıyor. Milliteçi-cinsiyetçi kodların “milli kriz anları”nda daha görünür hale geldiği belirtilen makalede, sadece haberler değil, bu haberlere ilişkin okuyucu yorumları da irdelenerek, medyanın çarpan etkisine dikkat çekiliyor.
1929-1933 yılları arasında Cumhuriyet gazetesi tarafından düzenlenen güzellik yarışmalarının, milli kimliğin inşası ve toplumsal cinsiyet rollerinin yeniden tanımlanması sürecinde üstlendiği rolü anlatan makale de bir hayli ilgi çekici.
Bu kitabı okurken, milliyetçiliğin ve cinsiyetçiliğin neredeyse bir kuyumcu titizliği ile gündelik hayatlarımıza nakşedilğini bir daha görmek, belki şaşırtıcı değil ama öğreticiydi.
İçine doğduğumuz, yeniden üretilme sürecinin bir parçası haline getirildiğimiz toplumsal cinsiyet rejimi, pratikler üzerinden sorgulamaya her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var. Zira erkek egemen zihniyetinin yoğun ideolojik saldırısı altındayız.
9 Ekim 2019 Yeni Yaşam