Mehmet Dağ da Sur halkının çoğunluğu gibi onurunun incinmişliğiyle yerinden oldu. Evet, o tokat Sur halkının direngenliğini kırmak adına hepimize atılmıştı. Sonrasında artan zorbalıklar karşısında zaten yaşam alanı kalmayınca Sur’un bazı mahalleri tamamen boşaldı. Mehmet Dağ, uğradığı yıkıcı haksızlığın hesabını sormak adına şikâyette bulundu. Bu uygulamalar, ulusal ve uluslararası tüm hukuk normlarında işkence suçu olarak tanımlanırken maalesef ki mesele Kürtler olunca failler yine vatani görevlerini ifa etmiş oldular.
14. yüzyılın son demlerinde Timur Diyarbakır’a ayak basarken, heybesinde atalarının barbarlık ve yıkımla yüklü tüm fragmanlarını da taşıyordu. Bundan olsa gerek, kenti ele geçirir geçirmez Sur’un üstüne çıkarak, askerlerine surları ve evleri yıkma emri vermiş. Fakat Timur ordusu Sur’un zor yıkılan yapısı nedeniyle yıkımı başaramamış.
Tarihin büyük medeniyetlerince inşa edilen ve her burcunda bu medeniyetlerin kitabelerinin yazıldığı Sur, 1920’lerde atanan bir valinin ‘şehir çok sıcak, sebebi etrafındaki taşlardır’ diyerek başladığı yıkımı da görür. Kötülüğün devamlılık arz eden hali, şaşmaz bir şekilde devam ederek, Timur’dan sonra bugün en büyük talan ve yıkıma da tanık oldu, oluyor.
Sur, kendinden önceki medeniyetlerin mirasını devralıp günümüze değin gelerek halkın kendi yaşam değerleri ile ördüğü toplumsal yapıya sahiptir. Sur, gerçek bir toplumsallık örneği olarak; daracık sokakların, küçük avlulara açılan evleri ile kocaman hayatları barındırırdı. Komşuluk, sevgi, saygı, komünal yaşam biçimi ile tarihi değerlerine yaraşır varlığını sürdürmüştü.
Sur, tarihsel gerçekliğinden koparılması, kimliksizleştirilmesi, küresel sermayenin ihtiyacına göre altyapıya kavuşturulması, kent merkezindeki sermayenin elit temsilcilerine açılması, bu bağlamda demografik yapısının değiştirilerek yoksulların uzaklaştırılıp, üst sınıfa yeni yaşam alanı oluşturması adına kentsel dönüşüm kararı ile talan edildi, ediliyor. Kentsel dönüşüm kararının alınma koşulları, belediyelere kentsel dönüşüm yetkisi veren kanun ve Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkındaki Kanun’da belirtilmiştir. Her iki kanunda da kentsel dönüşüm kararının ‘kent ve kentli yararına’ olacak şekilde alınması gerektiği hallerine dayanmaktadır. Ancak kentsel dönüşüm kararı ‘RANT’ a dayalı alınmıştır. Neticelerine bakarsak daha yıkım bitmeden yüksek meblağlar ile yeni alıcılara sunulmak üzere lüks yapılar yapılması için halkın mülkü müteahhitlere satıldı. Ya da tersten söylersek, Sur’da daha hiçbir şeyin esamesi okunmazken Ankara’nın dehlizlerinde kararlara imza atılmıştı.
Sur’daki yıkım tüm hızıyla devam ederken yıkılan hayatların, tarihin üzerine ‘yeni’ bir kent inşası planı yaşama geçirildi. Sur’da şuan altı (6) adet karakol yapılması planlanıyor. Karakol yapımı için ayrılan yerleşkeye bakılırsa bir garnizon kent haline dönüştürüleceği net. Projede, Kurşunlu Camii de dâhil tarihi yapıların yakınında ve Bedenler boyu uzanan kalekollar yapılacak. Bu kararın iptali amacıyla dava açıldı. Tarihi yapıların daha fazla talan edilmemesi adına garnizon kent projesinin iptali amacıyla açılan davadan olumlu karar çıkmasını umut ediyoruz.
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafında oluşturulan Sur projesinin uygulanmasında kayyum ve kolluk güçlerine rol verildi. Aylarca Sur halkı yaşam yerlerini korumak adına direndi. Bu süre içerisinde Sur halkı, elektrik ve suyu kesilerek insanlık sınırlarını zorlayan bir şiddete uğradı. Misal dünyanın en azılı düşmanları bile bayram günleri savaşı durdururken, Sur’un bayramında yıkım, zoraki göçertme pratikleri ve karşı koyan, gidecek yerleri olmayanların itirazlarına gösterilen tahammülsüzlük durmadı.
Hatırlarsınız aylar önce evini terk etmeyen Mehmet Dağ, kendisi ve ailesi evde bulunurken kepçeler ile gerçekleşen yıkıma maruz kaldı. Mehmet Dağ, yaşanan vahşete karşı tepkisini ortaya koymaya çalışırken polis tarafından çocuklarının, komşularının önünde kendisine tokat atıldı, ”evini boşalt” dendi. Bazen bazı anlar tüm sürecin ifadesi olur.
Sur’u en iyi anlatacak şeylerden biri de uğradığı haksızlık sonrası hıncından ağlamamak üzere ağzını sıkıca kapatan Mehmet Dağ’ın fotoğraflara yansıyan o görüntüsüdür. Binlerce söze bedeldir bu görüntü.
1985’te Kolombiya’da bir yanardağdan püskürtülen lavlar sonrası üç gün suyun içinde kalan 13 yaşındaki Omayra Sanchez’in yakalanan son bakışları; 1936’da Büyük Buhran sonrası göç etmek zorunda kalanlardan ve açlık ile çaresizliğin meşhur simge fotosu “göçmen anne”nin eli yüzünde, bakışı uzakta, çocuklarına sarılı haldeki görüntüsü; 2002’de İran’da bir deprem sonrası ölen babası gömülürken elinde pantolonu ile mezarının bakışında dehşet içinde son bakışı atan küçük çocuğunun yüzü; ve Sur’da evlerini yıkan kepçeye bakan iki çocuğun hali hep aynı incinmişliği, kederi, anlatılamaz olanı anlatır…
Mehmet Dağ’ın yüzüne yansıyan da tüm bunların toplamıdır. Kapattığı ağzında daha önce göç ettiği yollarda kalanlar, anlatamadıkları, biriktirmesine fırsat verilmeyen hikâyeleri, Sur’da yıkılan her taşın meramı var. Ama kapalı ağzı… Bugün toplumdaki her ağız gibi!
Belirtmekte fayda var, denildiği gibi olmadı o işler, yani Sur halkının %78’i ile anlaşma sağlanmadı.
Mehmet Dağ da Sur halkının çoğunluğu gibi onurunun incinmişliğiyle yerinden oldu. Evet, o tokat Sur halkının direngenliğini kırmak adına hepimize atılmıştı. Sonrasında artan zorbalıklar karşısında zaten yaşam alanı kalmayınca Sur’un bazı mahalleri tamamen boşaldı. Mehmet Dağ, uğradığı yıkıcı haksızlığın hesabını sormak adına şikâyette bulundu. Bu uygulamalar, ulusal ve uluslararası tüm hukuk normlarında işkence suçu olarak tanımlanırken maalesef ki mesele Kürtler olunca failler yine vatani görevlerini ifa etmiş oldular.
Yaygın, sistematik olarak politik bir gaye ile yerinden etme, işkence uygulama insanlığa karşı suçların temelini oluşturmaktadır. Sur’un yıkılması Kürt, Ermeni ve birçok halkın ortak değerleri ile ördüğü coğrafyasını tarihsizleştirme, belleksizleştirme, soylulaştırma politikalarının uygulanmasıdır.
Sur’un bu biçimde yıkılması, gerçek sahiplerinden alınması insanlığa karşı işlenen suçtur.
“Görünmez Kentler” kitabında Calvino, bir hikâye anlatır.
Marco Polo, Kubilay Han’a tek tek her taşıyla bir köprüyü anlatıp, tasvir eder.
“Peki, köprüyü taşıyan taş hangisi?” diye sorar Kubilay Han.
“Köprüyü taşıyan şu taş ya da bu taş değil, taşların oluşturduğu kemerin kavsi,” der Marco.
Kubilay Han sessiz kalır bir süre, düşünür. Sonra ekler:
“Neden taşları anlatıp duruyorsun bana? Beni ilgilendiren tek şey var, o da kemer.”
Marco cevap verir: “Taşlar yoksa kemer de yoktur.”
Sur da aynen böyledir. İçindeki çeşitlilik, miras, kültür yoksa kendisi de yoktur. İçine kalekol yaparak, halkını tokatlayıp uzaklaştırarak Sur’u Sur yapamazsınız. Cadde üzerlerindeki bina, dükkânlara makyaj çekip süsleyerek utancı gizleyemezsiniz. Sur’un içindekiler yoksa Sur da yoktur.
Şimdi bunca büyük değerler ile günümüze gelen kültür mirasını, özünden koparmak ve yeni bir biçim vermek adına yaşanan yıkım dehşetinden sonra yapılanlar törenle açılıyor. Bu olsa olsa binlerce yıllık değerin moloza gömülmesi sebebiyle cenaze töreni olur. Sizler, bunca değerin oluşturulmasında hiçbir katkısı olmayanlar bugün bu cenaze töreninin ev sahipliğini yapabilirsiniz. Ama asıl sahipleri olarak Biz’ler, Sur’a veda etmedik. Sur’un kuçelerinde yaşam mührünü kendisi ile taşıyan ve duygularını şiirler üzerinden ifade eden Sabiha’nın dediği gibi:
“Hani eşyayı çekisen ya diğer odaya, biz de taşındık iki kuçe arkaya”
Değerlerimizi korumak, kentlerimizi yeniden inşa etmek adına mücadeleyi sürdüreceğiz. (GAZETE KARINCA)