Bilinen bir Çin bedduasıdır “ilginç zamanlarda yaşayasın”. Dönüp bakınca içinden geçtiğimiz zamanların “ilginç” olduğunu düşündürtecek emareler çok fazla… İçinde yaşadığımız coğrafyadan bakmaya başlarsak hemen yanı başımızda şehirlerin yakılıp/yıkılması, bodrum katlarında “kadın-çocuk ayrımı olmadan” insanların yakılması “normal hayatı” hiç aksatmamaktadır. Rojava’da Kürtler kendi kaderlerini tayin etme hakkını kullanmak isterken, sadece Suriye’nin değil Türkiye’nin, Irak’ın, İran’ın ve KDP’nin bile saldırısına maruz kalıyor. DAİŞ’e karşı savaşımdaki kararlılığı, emperyalist devlet ABD’nin Rojava’ya her türlü desteği sunmasına yol açıyor. Bütün dünyaya baktığımızda savaşların, göçlerin, açlığın, yoksulluğun tablosunu görüyoruz. Dünyadan gözümüzü Türkiye’ye diktiğimizde ise 16 Nisan’da gerçekleşecek referanduma kilitlenmiş bir durum var ortada. Bu ortamda egemenler EVET için oy tahvil etmek kaygısıyla insan aklıyla alay eder tarzda krizler çıkarıyor, milliyetçiliği köpürtüyor, savaşı büyütüyor. Yaratılan bu tabloda Türkiye’deki ezilenlerin yararına en ufak bir şey yok. Ama ezilenlere yine de devlet partileri, egemenler ulaşıyor ve onları rahatlıkla manipüle ediyor.
Bu gerçeklikte ezilenlerin çıkarını savunan, onlar için savaşan devrimciler diz çökmeden mücadelelerini sürdürüyor. Fakat yaşam da hükmünü sürdürüyor. Kitlelerle güçlü bağ kuramayanların, mücadeleyi büyütemeyecekleri bilinen bir gerçek. Etraf yangın yeriyken buna cevap olabilmek için doğru adımların atılması ve bu iradenin sürdürülmesi komünist hareketlerin varoluş gerekçesidir. Yani komünist hareketler “ilginç” zamanlarda da, “normal” zamanlarda da ezilenlerin sorunlarına cevap olmakla yükümlüdür. Fakat bunu yapabilmesi için kitlelerin içinde kök salması ve bununla bağlantılı olarak güçlü örgütlenmeler yaratması gerekir. Bunlar birbirini besleyen durumlardır. Etkin, mücadeleye inancı sağlam, kararlı, yapacakları konusunda kafası net, devrime kendini adayan kadro ve militanların biraraya gelmeleriyle oluşacak örgütlenme ilk adımdır. Bundan sonrası için kitlelerle kurulup geliştirilecek bağlar önemlidir. Ki bu bağlar “kitlelerden kitlelere” şeklinde formül ettiğimiz siyasal çizginin iyi şekilde yaşam bulmasıyla mümkündür. Bu çizginin yaşam bulması için her türlü mücadele yöntemini kullanabilmek, değişen zamanlara uygun değişen mücadele yöntemleri hayata geçirilebilmelidir. Elbette bu da öngörüsü güçlü olan politik bir önderliği ve bu çizgiyle uyumlu hareket edebilen, harekete geçirici bir örgütsel gerçekliği gerektirmektedir.
Fakat tam da “ilginç zamanlar” olarak tanımladığımız hem objektif hem de subjektif koşulların toplamda mücadeleci örgütler ve yapılarda, kişilerde bir kırılma, aşınma, harekete geçmede yavaşlama, kendiliğindenci bir tarzda koşullara teslim olma gibi etkileri ortaya çıkardığını görüyoruz. Devrimin objektif koşullarının ülkenin sıkışmışlığı, ekonomik durum gibi birçok etkenden dolayı olgunlaştığı bu zamanlarda devrimcilerin subjektif gerçekliği sorunlara çözüm olabilmekten uzak durumdadır.
Devrimci çıkışın yaratılamadığı her durumda ya sağ ya da sol sapmaların ortaya çıkacağı ve devrime, halka, örgüte daha çok zarar vereceği hem uluslararası komünist hareketlerin tarihi hem de Türkiye devrim hareketinin tarihiyle sabittir. Bu nedenle “durum her şeye rağmen iyidir! Çünkü gerçekler devrimcidir” sözünü şiar edinen komünistlerin mevcut durumun üzerine giderek sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarına cevap olacak hale gelmek dışında bir seçeneği yoktur. Bir halk destanında denildiği gibi “Var’a yok deme! Var’a yok diyen yok olur!”
İçinden geçilen süreçte kavranması gereken en önemli konu tüm bunların mücadele içinde her zaman karşılaşılabilecek olaylar olduğudur. Öyle olmasaydı, devrim her yerde çok daha kolay olurdu. Devrim zafere ulaştıktan sonra bile korunamayabiliyor, tam zıddına dönüşebiliyor. Örneğin bugün Rusya ve Çin, en büyük emperyal devletler arasındadır. Komünistler içerisinde oluşan bürokratizm, uzlaşmacılık, tasfiyecilikle zamanında yüzleşebilseydi belki şu anda daha farklı bir dünya dengesinden bahsediyor olabilirdik. Dolayısıyla “gerçekle yüzleşilmesi” konusu her zaman için temel sorunlardan biri olmalıdır.
Gerçek ise yaşamın ta kendisinde, gözünü sokaklara, meydanlara, fabrikalara, dağlara çevirenlerin gözü önündedir. 8 Mart’tan Newroz’a devrimci dinamiklerin canlılığını orataya seren görüngülerdedir. Gerçek, HAYIR demenin zorluğuna karşın ortaya serilen iradede ve bu sayede kitlelerle kurulabilecek bağlara korkmadan atılabilme cesaretindedir.
Bugün baharın gelişi gerçeğin kendisidir. Ancak baharın getirdiği gerçek tek bununla sınırlı değildir. Bahar, sokaktaki mücadelenin güçlendiği bir dönem olmasının yanı sıra devletin baş düşmanlarından gördüğü gerillanın da mücadeleye aktif katılımının sağlanacağı bir dönem olması itibariyle de faşist ordunun askeri operasyonlarına hız verdiği bir dönemdir. Keza kış boyunca da operasyonlarına ara vermeyen devlet, “son 30 yılın en büyük askeri operasyonlarını” sürdürmektedir. Özellikle Lice ve Dersim’de neredeyse tüm kırsalı “özel güvenlik bölgesi” ilan eden devlet, gerillaya dönük kapsamlı operasyonlara başlamış durumdadır. Gerçek bunu görüp buna göre şekillenmek, gücünü tesis etmektir.
Diğer yandan hala ismi açıklanmayan 3 halk savaşçısının kimliklerinin netleşmesi de bu savaş ortamında gerçekleşecektir. Halk savaşçılarının hak ettikleri şekilde karşılanması ve aylardır bekletilen cenazelerin onların mücadelelerinin devralınacağı sözleri ile son yolculuklarına uğurlanması gerekecektir!
Bin yelkenli, on bin fışkın…
Başkan Mao, “insanların kafaları koşullar ve alışkanlıklarla sınırlanmaya yatkındır” der. TDH’de de bu sınırlılık çok belirgin olarak görülmektedir. Yakın tarihten örneklendirirsek, 2012-2015 aralığında çok geniş bir kitle çalışması yürütebilmenin yanında kalıcı örgütlenmeler yaratılıp mücadelenin bugünü için hazırlık yapılabilseydi bugünün ortamında gerekli atılım yapabilmeyi sağlayabilecek güce erişilmiş, kurumsallaşma sağlanmış olabilirdi. Ancak Temmuz 2015’ten bu yana ülkede yaşananlar ve bizlerin buna karşı konumlanışı, pek de bu konuda başarılı olunmadığını, bu yönelime girilmediğini ortaya seriyor.
Lenin’in “Ne Yapmalı?” kitabını esasta kendiliğindenciliğe müdahale için yazdığın anımsarsak, bu durumun hızlıca aşılması gerektiğini açıktır. Kendiliğindenciliği aşabilmek, iyi bir teoriyi, sağlam bir politikayı ve yeni koşullara uygun çelikten bir örgütü gerekli kılmaktadır. Mevcut durumun tahlilini yapmak acil görevler arasındadır.
Buna paralel önümüzdeki dönem için somut örgütlenme politikaları ortaya konulmalıdır. Az sayıda olunsa bile sistematik bir şekilde kitle çalışması yapılmalı, bundan hiçbir koşulda vazgeçilmemelidir. Bu saydıklarımız kısa vadede yapılacak çalışmalardır. Daha kalıcı ve esasta kolektifi kurumsallaştıracak çalışmalar için ideolojik-politik-örgütsel çalışmalara, çözümlemelere ihtiyaç vardır. Mao’nun “araştırma yapmayanın söz hakkı yoktur” sözü bugünkü bu koşullarda da çıkış noktamız olmalıdır.
Yaşanılan “ilginç zamanlardan” devrimci tarzda yararlanabilmek için bir komünist gözünü her zaman çelişkilerdeki yeniye dikmeli ve onu geliştirmenin, büyütmenin yollarını aramalıdır. Bununla birlikte komünistlerin devrimciler ve halk arasında güvenilirliği azaltan, hayal kırıklığı yaratan davranışlardan uzak durmak, varolanı tüketen değil yeni olanaklar yaratan/üreten, kısır tartışmalar/karalamalarla oyalanan değil, kendi politika ve pratiğine güvenen, kararlı, berrak bir çizgi izlemeliyiz. Başkan Mao der ki; “Batık geminin yanından bin yelkenli geçiyor, kurumuş ağacın ötesinde on bin fışkın fışkırıyor.” Bizler gözümüzü bin yelkenli ve on bin fışkına dikelim, çünkü gelecek buradan örgütlenecektir!