Makaleler

GADDARLIĞIN ESERİ, SİSTEME DE FATİHADIR FİRAVUNLARIN KADERİ!

Tunus’ta isyan başladığında diğer Arap ülkelerine yayılma olasılığından bahsediliyor ama buna güçlü bir ihtimal verilmiyordu. Hatta bu isyanın uzun ömürlü olamayacağı, kısa bir süre içinde sistemin bünyesinde eritileceğine hükmediliyordu. Nitekim ABD ve AB emperyalistleri de şaşkınlıklarını gizleyememekle beraber soğukkanlı davranmaya çalışıyor ve bu büyük “sürpriz” karşısında klasik bir tavırla “muhalefet”e sempatik mesajlar gönderiyordu: “Tunus’ta halkın iradesinin bir diktatörün buyruğundan daha güçlü olduğunu gördük.” (Obama, 26.01). Ama isyanın Mısır’a sıçraması durumu bambaşka bir noktaya getirdi. İşte asıl şimdi kritik bir durum vardı ve nasıl hareket edecekleri konusunda zorlanmaya başladılar: “ABD’nin sarsılmaz dostu olan Mısır hükümeti istikrarını korumaktadır.” (H. Clinton, 26.01)

Tunus, “model” olarak kabul edilen (radikal İslam’a da barikat olarak) ve o şekilde tanıtılan bir ülkeydi. G. Kore’nin Asya’daki rolüne biçilen misyon, İslam dünyasındaki “mucize”yi Tunus üzerinden pazarlıyordu. Emperyalist mali oligarşinin, turizm yatırımlarıyla palazlandırdığı ülkede hizmet sektörü yüzde 60’ları aşan bir yer işgal eder hale geldi. IMF ve DB’nin en gözde oyuncaklarından Tunus’un, dünya ölçekli ekonomik krizden “en az etkilenen”  hali, 2009’da bile yüzde 3 “büyüme” çizgisinde kalmasıyla kendini gösteriyor ama bu, halkın daha azgın bir sömürü cenderesi altına alınması sayesinde gerçekleşiyordu.

İşsizlik tavan yapmış, baskın orandaki genç nüfusun gömüldüğü “geleceksizlik”, büyük bir patlama için bütün şartları elverişli hale getirmişti. Durum elbette bütün Arap dünyası için geçerliydi ama birisi ilk olacak, bu paye ona verilecekti. Tunus, en zayıf halka olmayı, baskı ve debdebenin uçuşa geçmesi ve buna paralel politik atmosferde daha fazla ısınmaya borçlu olacaktı. Durum hiçbir bölge ülkesi açısından farklı mecrada seyretmiyordu ve on yılların birikimi sonucu, patlamaya hazır barut fıçısıydı.

Mısır ise Tunus’la kıyaslanmayacak özellikleriyle bölgede “kilit” bir role sahipti ve tarihsel süreçte hep bu konumda kalmıştı. Bu, Süveyş Kanalı başta olmak üzere jeo-politik konumu sayesindeydi ve bu pozisyonun da oynadığı rolle toprakları üzerinde biriken kültürel miras, ona etkin bir yer kazandırmıştı. ABD’nin yıllık 1.5 milyar dolar hibeyle beslediği, bölgede İsrail ve Türkiye ile birlikte en büyük görev ve önem atfettiği Mısır, Arap âlemindeki ağabey rolünü en çok da Filistin sorununda gösteriyor, rejim yapısı bakımından çizdiği tabloyla, sultanlar-krallar silsilesine güvence oluşturuyordu.

ABD’nin BOP (yenilenmiş haliyle GOKAP) projesini kurarken planına aldığı en önemli hususlardan birisi, bölgenin faşist ve gerici devletlerindeki iktidar örgütlenmesinin (idari yapı) elden geçirilmesiydi. Wikileaks belgelerine de yansıyan şekilde, buralardaki keyfiyetin ölçüsüz bir hal alması karşısında kitlelerin tepkisi ölçülmeye çalışılıyor, “tehdit” ve “tehlike”den söz ediliyordu. Alternatifin oluşturulması ve yumuşak geçişlerin sağlanması, yeni bir biçim altında sistemin muhafaza yolları tartışılmaktaydı. Laiklik sosuna batırılmış “ılımlı İslam” modeli ve bu bağlamda AKP örneğinin de gündemde tutulduğu süreç, Irak ve Afganistan işgali üzerinden somut denemeler şansı bulacaktı. Oysa iplerin bir nebze ele alındığı Irak’ta yeni tipte bir rejim inşa çabalarının yaşadığı hüsrana tanık olundu.

Dünyadaki krizin hızla kısalttığı fitil yalnızca bölgede değil bütün yarı-sömürgelerde durumu daha nazik hale getirdi. Arap ülkelerinin öne geçmesi tesadüf değildi. Zira önceki yıllarda yaşanan gıda krizlerinde, eylem ve direnişlere yansıyan biçimiyle had safhaya varan yoksullaşma, yolsuzluk ve yozlaşmanın ayyuka çıktığı bir zeminin üretebileceği sonuçlar, en hafifinden sistemin görünen yüzüne öfkeydi. Sistemin kendisini hedeflemeyi de arzulayan boyut, içinde barındırdığı “proleter” unsurlar sayesindedir ama bunun politik yönelimin merkezi kumandasına oturacak bir nitelik taşımama hali de “olağan” sayılmalıdır.

Yemen, Ürdün ve Cezayir’e de sıçrayan ve yakın süreçte benzer gelişmelerin yaşanacağı açıkça görülen Tunus ve Mısır’daki halk ayaklanmasının itici gücü olan gençlerin işsizlik ve geleceksizlikle yoğrulan gerçekliği, halktaki yoksullaşmanın (sömürünün) ve yoğunlaşan baskı ile zulmün eseridir. Faşist yapının ana unsuru sermaye ile rejimin esaslı kurumları ve sembollerine yönelen öfkenin, hedefi yer yer şaşıran ve kaos taşıyan hali, çeşitli çarpıtma ve yönlendirmelerin aracı kılınmak istenmektedir. Ordu ile polis arasındaki ayrım meselesi, bizde ve pek çok ülkede yaşanan çeşitli süreçlerde de görüldüğü gibi sistemin muhafazasında kullanılan bir algı yanılsamasından kaynaklanmaktadır.

Orduyu “halkın” bir parçası olarak gösterme ve “tarafsız” konumda tutma çabası, “zorunlu haller” dışında halkla yüzleştirmekten kaçınmakla kendini ifade etmekte, “güven” kaybının bu sayede önüne geçilebilmektedir. Devlet/iktidar denilen olgunun bu en önemli parçasının devreye girdiği koşullar, sürekli olarak “uçurumun” eşiği biçiminde tarif edilmiş, politikadan azade tarif etmenin pratiğinde “temiz” ve dokunulmaz kalmasına özen gösterilmiştir. Kuruluşlar ya da yeni dönemlere perde aralayışlarda ordunun üstlendiği “kurtarıcı” rol onu toplum katında hep ayrıcalıklı bir yere taşıdığı için de tasarrufları sorgulanmaz, pozisyonu tartışılmaz kılınmıştır.

Hem iç hem de dış boyutuyla “düşman” kavramı, silahlı kuvvetlerin yegâne teminat olarak kabul görmesinde belirleyici etkendir ve kurtarıcı ve kurucunun yanına “korumacı” sıfatının eklenmesi bu yüzden anlam kazanmıştır. Nihayet bütün bu vasıflar, lafta ülkenin ama esasta sistemin korunması için “kollamacı”lığı getirmektedir. Son iki pratikte ordunun farklı bir yere konması (kitleyle karşı karşıya gelmekten kaçınması ve hatta polise ateş açması gibi) ve bu sayede rejimdeki esaslı değişiklik çabalarına ya da ihtimaline rahatlıkla “dur” demesini bu gerçeklik içerisinde algılamak gerekir.

Tunus ve Mısır’daki halk ayaklanmaları hiç kuşku yok ki sistemin çeşitli araç ve yöntemleriyle elimine edilecek ve faşist rejimler şimdilik yaşatılacaktır. Kendisini bir sınıf hareketi olarak billurlaştıramayan, doğru bir önderlik barındırmayan ve politik örgütlenme sahibi olmayan bir halk hareketinin kalıcı ve kurumsal sonuçlar elde etme açısından başarılı olma şansı yoktur. Bu durum, onun yol açtığı sonuçlar ve sağladığı kazanımlara rağmen hiçbir başarı elde etmediği ve o kadar da önemli mesajlar taşımadığı şeklinde asla yorumlanamaz. Bu şekilde değerlendirme yapanların emperyalistlerle oluşturduğu dolaylı ya da dolaysız ittifak, ayaklanmaları “devrim” olarak sunmaya çalışanların yarattığı bilinç bulanıklığından daha kötüdür.

Emperyalistler, önüne geçemedikleri halk muhalefetini, özellikle de “ayaklanma” boyutuna ulaşan isyan ve direnişleri kendi potalarında eritmek için çeşitli yöntemlerle hareket eder, bin bir türlü manipülasyon ve manevra geliştirirler. Tarih boyunca sayısız örneğine tanık olunan bu gerçeklik yine yaşanmakta, reform vaatleri, diktatörleri gözden çıkarma, yeni hükümet oluşturma, “kirlenmemiş” ya da az lekeli isimleri devreye sokma taktikleri; kitlelerin reaksiyonunu anlar görünme, hatta destekleme ve övme eşliğinde devreye sokulmaktadır. “Kral öldü yaşasın yeni kral” esprisini destur haline getirmekten gayrı çareleri yoktur. Yeni kral, en nihayetinde üstüne “sol”, “sosyalist” elbise giymiş birileri de olabilir, yeter ki sömürü ve zulüm düzeni başka biçimlerde de olsa işlemeye devam etsin. Latin Amerika’nın bir dizi ülkesinde yakın yıllarda böyle olmuş, şimdilerde bu maskeler de birer birer  “cazibesini” kaybetmeye, eskimeye başlamıştır…

Mısır ve Tunus’ta olan bitenlerin, (daha da olacaklar) önüne geçme şansı kalmadığı noktada “devrim” olarak gösterilmesi; tıpkı Sorosçu renkli “devrimler” ya da Latin Amerika’daki “devrimsiz devrimler” gibi büyük bir yanılsama aracı kılınması için hiç de geç kalınmayan bir faaliyet neredeyse eş zamanlı biçimde başlatılmıştır. “Yasemin” ve “Papirüs” adlandırmalarının yapıldığı süreçte, “internet devrimi”nden bile söz edilir olmuştur. Halkın öfkesi ve eylemini küçültmek, karşı-devrimin yönlendirmesine bağlamak, böylelikle emperyalistleri yine kadir-i mutlaklık mertebesinde göstermek isteyenlerin çabası, süreci gözü kapalı bir popülizm ile algılayanlar (ya da algılamak isteyen) sayesinde daha etkili olabilecektir.

Arap dünyasında yaşananlar; talepleri, yönelimi/hedefleri, katılımcıları, çıkış ve gelişme safhaları birlikte değerlendirildiğine, önderlik ve örgütsüzlük zafiyeti, manipüle çabaları ve çeşitli yanlış ve eksiklerine karşın zulme ve sömürüye, zorbalığa ve baskılara karşı ayaklanmalar ve proleter dünya devrimi mücadelesi için ışık saçan isyanlardır. Bu kitle hareketleri, yalnızca firavunların kaçması, acizleşmesi, zavallılaşmasını koşullasa, hükümet değişimleri, sahte reform ve açılımlar ile yetinse bile, zalimlerin alt edileceği, “kutsal”, “erişilmez”, “dokunulmaz”, “yıkılmaz” saltanatlarının yerle bir edilebileceğini ispatlamış, yoksulluk ve sefaletin kader olmadığı gibi ezilen halk ve ulusların kendi kaderine hükmetme kudretine sahip olduğunu göstermiştir. Bunun kavranmasına hizmet eden, dünya halklarına bunun mesajlarını veren bütün eylemler meşrudur, alkışlanması ve desteklenmesi için yeterince neden ortaya koymuşlar demektir.  

Özgür geleceğin ordularına, onun ateşini ve bayrağını taşıyanlara, Tunus ve Mısır’dan gönderilen isyan mesajlarında; ayaklanmalar yüzyılında tarihe gömülecek egemenler, devrilecek piyonlar ve sırasını bekleyen şahlar için “oyun bitti” yazmaktadır. Buzu kırmak ve engin denizlere açılmak için indirilen her darbe yolumuzu açmakta, geleceği yakınlaştırmaktadır. Zulmün kalelerine saldıran, sömürü ve zorbalığım sembollerine vuran ve bütün dünyadaki diktatörlere korku salan Arap halkı, hiç kuşku yok ki kendi iktidarını kuracak ve firavunlara dar ettiği topraklarda, zulmün egemenliğine de son verecektir.

Sürecin adımları hızlanıp, Tunus “halledilemediği” gibi Mısır da bütün ihtişamıyla devreye girince televizyonlar aracılığıyla her gün halka konuşan Tayyip’in verdiği mesajlar, korku imparatorluğunun boyutlarına delalettir. CHP’nin gerçekten de tamamen başka niyetlerle dile getirdiği “mahalle ve sokak direnişi” sözlerinden de yararlanan Tayyip’in “tahrik siyaseti” vurguları ve halkı uyanık olmaya, kışkırtmalara gelmemeye çağıran ifadeleri dikkat çekicidir. Torba yasa ile emekçilere karşı saldırılarını üst düzeyde yoğunlaştıran, “ileri” vitesiyle demokratik hak ve özgürlükler alanına saldırılarını dizginsiz hale getiren, Kürt ulusal güçlerine ve halkına yönelik azgın tavrını sürdüren,  kendi yandaş ve yaltakçılarının “yapıcı” eleştiri ve önerilerine dahi tahammülsüz davranan AKP yönetimindeki devletin seçimlere doğru istim üzerindeki yol alışı; hem de içinde bulunulan “İslam âlemi” bölgesindeki “talihsiz” gelişmelerle çok daha sıkıntılı bir hal almıştır.

Bu durum, ezilenler cephesi için tam aksine olanakları daha elverişli kullanma alanı ve fırsatı demektir ve bu nedenle de yüklenmenin tam zamanıdır. İşçi ve emekçi kitlelerin yeni saldırı yasalarına, bununla birlikte geliştirilmek istenen daha fazla örgütsüzleştirme, köleleştirme, baskı altına alma ve yoksullaştırma çabalarına direnme azmini yükseltmek, gelişen hareketleri büyütmek gerekir. Kürt ulusuna yönelik saldırılar karşısında, ulusal demokratik talepler etrafında örülen mücadelenin güçlendirilmesi, özellikle bu süreçte ihtiyaç olunan dinamizme en büyük katkıyı sunacaktır. Bin Ali ve Mübarek’in yerli dostlarına karşı Tunus ve Mısır’daki yangını bu topraklara taşıma ve Türkiye Kürdistanı’ndaki isyan rüzgârını bütün alanlara yayma borcunun ödenme zamanıdır…

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu