“Hass.ktir!” tepkisi yerine ikame edilebilen bir tabir bildiğim kadarıyla yok. Öbür yandan, küfürlü dile karşı geliştirilen tepki yine o küfrün miktarına ve cümle içindeki bağlamına göre değişmiyor. Siz düşünmeden yazalım: “Küfür, küfürdür. Miktarla kast edilen ne?” eleştirisi de makul. Öbür yandan ‘eril olmayan küfür’ bugüne kadar bulunamadı! Uzun konu ancak antropolojik bilgilerle bakıldığında bulunması da mümkün değil sanırım.
Kimi sosyal medya kullanıcılarının genelde cümlelerinin sonuna iliştirdiği ‘amk’, ‘aq’ gibi kısaltmalar sıklıkla eleştiriliyor. Ve illaki değil ama genelde feminist camiada dile getiriliyor.
Küfürle ve bazen de argo ile dile getirilen hassasiyetlerin nedenleri neler? Bu hassasiyet “aşırı” olarak değerlendirilebilir mi? Cinselliğe bakış, ahlaki kodlarımız ve Türkiye’de kadın olma hikayeleri farklı olsaydı bu dile karşı kurulan kalkana ihtiyaç duyulur muydu? Birine “öküzsün!” dediğinizde aldığınız “türcüsün!” tepkisi ‘politik doğruculuk’ olabilir mi? Küfre tolerans kültürden kültüre değişiyor mu?
Dilbilimci Necmiye Alpay, sosyolog Selda Tuncer, bir süredir Türkiye’de çalışan Avusturyalı gazeteci/çevirmen Linda Say ve psikiyatrist İlker Küçükparlak’la mevzubahis çok yönlü konuyu konuşmaya çalıştık.
“KÜFÜRLÜ DİLİN TOPLUMSAL GÖSTERGELERİ VAR”
Dilbilimci Necmiye Alpay “argo”nun iç içe geçmiş gerçeklikleri olan, çok yönlü bir mesele olduğunu ifade ediyor. Konunun dilsel ve kültürel iki yanına dikkat çekiyor: “Mesela Muammer Aksoy Hocamız anlatmıştı: Bir İsviçreli arkadaşı, bir Türkün kendisine ‘ananı …’ diye bağırdığını söyleyip bunun anlamını sormuş. Sözün çevirisini duyunca da çok şaşırarak, ‘Ama annem 80 yaşındadır, nereden kapılmış bu fikre anlamadım’ demiş.”
Küfürlerin ve argo sözlerin deyimleştiğini, deyimleşmiş küfürlerin de ‘coğrafyaya özgü’ olduğunu söylüyor Alpay. 2000’lerden beri, Emrah Serbes gibi bir dizi yeni erkek romancının da bu dili kullanarak roman yazdıklarını, kendisinin bunlara “ihlal romancıları” dediğini belirten Alpay, bu durumu şöyle anlatıyor: “Edebiyatın bir kolunda dil olarak argo kullanılıyor ve uçlarda diyebileceğimiz hayat tarzları işleniyor. Dünyada 1950’lerden beri bu minvalde romanlar yazıldı. Bütün dillerde argo var ve bu yeni bir olay değil. Toplumun dışına ya da kenarlarına atılmış kesimlerden başka, gençlik gibi uzlaşma güçlüğü çeken kesimlerde de oluşabiliyor argo ve küfür. Romanlarda bu dilin kullanılmaya başlanmasının bir sebebi de, yapay ciddiyetlere, sistemin kodamanlarına, standart, uzlaşımsal, ezber kalıplara tepki vermek olabilir.” Sistemin bütün mekanizmaları tarafından ezilenlerin, dışlananların bir tepki aracı olarak bu dili kullandıkları da bir gerçek, diyor Alpay.
‘KÜFÜR ESAS OLARAK EGEMENLERİN ELİNDEKİ ARAÇTIR’
Dilin bütün ruhu kapsayan bir şey olduğunu dile getiren Alpay bunu şöyle izah ediyor: “Feministler hayatın her alanına sinmiş erkek egemen dünyanın izlerini görüyorlar o küfürlü dilde. Feminist arkadaşlar argoya dayalı bir dille yazılmış romanlar için haklı olarak diyorlar ki, sonuçta ruhumuzda ne kalıyor? Biz kadınların bu sözler karşısında edebileceğimiz pek fazla küfür yok. Daha düz, daha çocukça diyebileceğimiz küfürler geliyor aklımıza yalnızca. Feministlere ‘siz susun’ diyecek halimiz yok. Haklılar. Küfür esas olarak egemenlerin elindeki, dilindeki bir araç. Ancak, dediğim gibi, bazı nüanslar da var. Bir sokak çocuğu ya da bir kadın da korkusunu yenebildiği zamanlar, karşısındaki ‘egemen’e sıkı bir küfür sallayabiliyor. Bu yönlerini de konuşmak iyi olabilir.”
‘TÜRKİYE’DE ‘AMK’ DİYE GAZETE ÇIKIYOR’
Küfüre tolerans kültürden kültüre değişiyor mu sorusunu ise şöyle yanıtlıyor Alpay: “Kültürden ne kastettiğimize bağlı. Dilden dile değiştiği bir gerçek. Sınıflar arasındaki farklılaşmadan da söz edilebilir. Aristokrasi belki de argonun en az bulunabileceği bir sınıf. ‘AMK’ diye bir gazete çıkıyor. Kadınları her gün öldüren, yaralayan erkeklik, bu gazetenin fütursuzluğundan da güç almıyor mu? Erkeklik ideolojisinin bizdeki kadar ayyuka çıkmadığı ülkelerde de böyle bir gazete yayımlanabilir belki, ama ancak fanzin filan olarak. Öbür türlüsünü, yani anaakım medyaya dahil olmaya kalkan bir küfür gazetesini, mahkemeler değilse, toplum yaşatmaz, protesto eder, ayıplar, satın almaz.”
‘RESMİ MAKAMLAR BİLE KULLANIYOR’
Bir süredir Türkiye’de yaşayan, Avusturyalı gazeteci Linda Say; Türkçe, İngilizce ve Almanca çeviriler de yapıyor. Resmi makamlarda “bile” hakaret amaçlı kullanılan deyimler, sözcükler, hitaplar ve küfürlere fazlasıyla denk geldiğini söylüyor. “Bunların çevirisinde çoğu zaman zorlanıyorum. Karşılığını bulmak için epey uğraşıyorum. Bunu beceremediğim zamanlarda doğrudan alıntı yapmayarak, mealen ne demek istenildiğini anlatmaya çalışıyorum” diyor.
Örneğin “Hass.ktir” ifadesinin nasıl kullanıldığına göre anlamının değiştiğini söyleyen Say şunları söylüyor: “Türkçe’de olduğu gibi cinsiyetçi bir içeriği olmuyor. ‘Hass.ktir’in Almanca karşılığı ‘Scheiße’ olur, onun da birebir karşılığı ‘bok’ olur. Ama ‘sktir git’i çevirecek olursak o da ‘verpiss dich’, yani ‘defol’ olur.”
Gazeteci, “öküz!” hitabının Almancada da küfür olduğunu ve Türkiye bu ifadenin daha çok kullanıldığını söylüyor: “Ochse ya da Hornochse… Burada daha çok kaba erkekler için kullanılıyor ve sevgililer bile bunu sevdikleri insanlar için söylüyor.”
‘LEMAN 90’LARIN ÜRÜNÜYDÜ, PENGUEN SONRAKİ KUŞAĞIN’
Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi, Sosyoloji bölümünden Dr. Selda Tuncer, ‘amk’, ‘aq’ gibi ifadelerin noktalama işareti gibi kullanılmasını sorunlu bulduğunu dile getiriyor:
“Dünyanın en doğru cümlesi olsa dahi sonunda küfür varsa bir anlamı yok. Bu dil yeni bir kültür üretiyor gibi görünüyor ama bu kültür alternatif bir kültür değil. Zaten içinde olduğumuz, sakil, gürül gürül yaşadığımız ataerkil kültürün devamı olan bir kültür… Çoğu zaman bir isyan, bir tepki olarak yorumlanıyor ama hiçbir yapıbozumu yok. Örneğin Leman Dergisi 90’ların ürünüydü. Penguen ise sonraki kuşağın. Devam eden ortak şey ağır eril bir cinsiyetçi kültür ve dil. Bu dilin ortadan kalkması için insanların gündelik hayatını değiştirmesi gerekiyor. Bu da insanların zoruna gidiyor ve kolaya kaçma tercih ediliyor.”
‘GÜNDELİK OLANLA KÜFÜRLÜ DİL ARASINDA BAĞ VAR’
Tuncer, kendisine “bayan” diye hitap edildiğinde tepki vermeden önce karşıdaki insanın kim olduğuna, nereden geldiğine baktığını anlatıyor: “Eğer geleneksel biriyse ve bu konularda bilgisi yoksa ama iyi bir şeyler yapmaya çalışıyorsa çoğu zaman müdahale etmiyorum. Ancak orada gösterdiğim toleranslı tepki ile küfür konusundaki aynı olamaz.” Politik doğruculuğun bu tip durumlarda devreye girmesinin bir anlamı olmadığını söyleyen Tuncer, küfürlü dile ise ayrı bir paragraf açıyor: “Cinsiyetçi, kadını aşağılayan küfürleri görmezden geldikçe bu kültürün üretimine katkıda bulunuyoruz ve en kötüsü alışıp normalleştiriyoruz. Örneğin ‘amk” gazetesi ilk çıktığında şok geçirdik, şimdi ise alıştık, bütün twitter bundan geçilmiyor. Daha da akut hale geldi bu dil.”
Tuncer, “Sen de çok takılıyorsun bunlara, burada da feminizm yapma” tepkilerini ise sıkıntılı bulduğunu ifade ediyor ve şöyle açıklıyor: “Dil, her şeydir demiyorum ama gündelik hayatla yaşadıklarımızla doğrudan ilişkisi var. Bir adamın vahşi bir şekilde bir kadını öldürmesiyle kadın bedenine dair edilen küfürler arasında bir bağ var. Aynı şey değil ama bağ var ve ancak bu bağı kurabildiğimiz ölçüde ataerkil sistemle etkili mücadele edebiliriz. Yani o yüzden kadına yönelik şiddetle mücadele edip her cümlenin sonun amk, aq yazmak büyük çelişki.”
“ARGOYA YAKLAŞIM ‘VATANDAŞ TÜRKÇE KONUŞ’U ANDIRIYOR”
Psikiyatrist İlker Küçükparlak, argo ve küfüre ayrı başlıklar açarak anlatıyor. Argonun ‘kriptolu’ yani şifrelenmiş bir dil olduğunu söylüyor. Alt kültürlerin geliştirdiği ve kullanmakta ısrar ettiği bir dil olduğunu ve herhangi saldırganlık barındırmamasına rağmen bu dilin sakıncalı göründüğünü ifade ediyor.
Küçükparlak, argoya olan tutumun, “Vatandaş Türkçe konuş!” kampanyasını andırdığını söylüyor. Bu durumu, “Yani kendi aranızda anlıyorsunuz, biz anlamıyoruz gibi… Egemenlerin öyle olmaz biz de anlayacağız gibi bir yerden argoya karşı itirazları var” diye anlatıyor. Bunların yanında argonun dilin çok istisnai zenginliklerinden biri olduğunu söylüyor Küçükparlak.
İlker Küçükparlak, küfürlü dile verilen tepkiyi “aşırı” bulmuyor ve şöyle anlatıyor: “Neye göre aşırı? ‘Aşırı’ derken orada aşırılığı hisseden, o kırılganlığı barındıran ve buna karşı tutum geliştiren insanların hassasiyetini değerlendiriyoruz.”
İlker Küçükparlak: Hakkaten saldırgan bir niyetle de kullanılmayabilir ama yine de bir şekilde dışlayıcı, ayrımcı kültürün yeniden üretilmesine sebep oluyor.
Cinsiyetçi ve türcü itirazları ise şöyle değerlendiriyor: “Bu eleştirilerin temel dinamiği ne diye düşündüğün zaman ‘öküzsün’ diye hakaret edilen bir kültürde örneğin hayvan haklarına dair bir tutum geliştirmenin çok zor olduğunu düşünüyorum. Şöyle bir durum olsaydı; endüstriyel hayvancılığın olmadığı, hayvanların deneylerle kullanılmadığı, yaşam haklarına saygı duyulduğu bir dünyada yaşasaydık başka türlü düşünebilirdik. Buradan bakılınca ‘bu yaptığın öküzlük’ ile ‘bu yaptığını Kürt yapmaz’ birbirinden çok farklı gelmiyor.”
Dert edilmeyen meseleyi, ‘ne olacak canım, bu yerleşik tabirdir’ diye bir tutum göstermek olarak yorumluyor Küçükparlak: “Hakkaten saldırgan bir niyetle de kullanılmayabilir ama yine de bir şekilde dışlayıcı, ayrımcı kültürün yeniden üretilmesine sebep oluyor.”
“KUTSİYET ATFEDİLEBİLECEK CİNSELLİK HAKARET OLARAK KULLANILIYOR”
Küçükparlak, cinsellikle ilgili göndermelerin neden hakaret olduğu sorusu üzerinde durarak anlatıyor, “Dünyaya gelmemize neden olan edimden bahsediyoruz. Bir tarafta neredeyse bir kutsiyet atfedilebilecek bir tarafı olabilecekken çok sayıda örneğinde bir hakaret olarak kullanılıyor. Etolojik (hayvan davranışlarını inceleyen bilim dalı) olarak da çok benzer şeyler var aslında.
Primatlarda bir çatışma sonrasında bir erkek maymun diğer erkek maymunun üstünlüğünü kabul etmek zorunda kaldığı zaman yapılan ritüellerden biri ‘domalmak’ olarak tarif edebileceğimiz bir dişinin cinsel ilişki hazırlık pozisyonuna geçmesi. Baskın erkek de hakikaten birleşme taklidi, jestleri yaparak baskınlığını ilan ediyor. Teorik düzleme geçmeden, dil edimi olmadan bile böyle bir durumun varlığından bahsedebiliriz ama bu bize ne söylüyor? Kültürlenen, sembolik hayata geçen insanın ‘doğamızda var’ diyerek meseleye yaklaşması ne kadar doğru olabilir?”