Yeni ABD Başkanı Biden ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan / Fotoğraf: Reuters
Trump yönetiminin Dışişleri Bakanı Mike Pompeo, birkaç hafta önce, İranlı yetkilileri şu ifadelerle suçladı:
El Kaide Afganistan‘da da mevcuttur. Ancak orada dağlarda gizleniyorlar. Oysa İran, El Kaide elebaşlarının başlıca üslenme alanı oldu. 11 Eylül 2001 yılında uçak kaçırıp New York’taki terör eylemini gerçekleştiren örgüt unsurları da İran topraklarından geçip gelmişlerdi.
İran, artık yeni bir Afganistan işlevi görmektedir. Biz, İran’daki El Kaide önderleriyle Kürtlerden oluşan El Kaide birimlerinin üç komutanını, yasak ve yaptırım listesine aldık.
Örgüt elebaşlarından Muhammed Abbatay kod adlı Abdulrahman El Mağribi’nin İran’daki yerini bildirene ve onu bulana 7 milyon dolar ödül vereceğimizi duyurduk. İranlı yetkililer, ülkelerinde yoğunlaşmakta olan bu örgüt sorumlularını yakalayıp cezalandırmalıdırlar.
Pompeo, İran’daki El Kaidecilerin varlığına delil olarak, “Daha önce İran’da yaşayan örgütün ikinci adamı Ahmed el Mısri ile kızının (Usame bin Ladin’in oğlu Hamza’nın dul eşi) faili meçhul suikasta kurban gitmelerini” göstermişti.
İran yönetimi, bahsedilen suikast olayını doğrulamakla birlikte faillerin kimliklerini açıklamamıştı.
ABD istihbarat teşkilatı CIA yetkililerinin bilgileri doğrultusunda suikast hadisesini yorumlayan Amerikan gazetesi The New York Times‘a göre, İsrail ajanları, 7 Ağustos 2020 tarihinde, El Kaide örgütünün (sözde) “ikinci adamı” Ahmed El Mısri kod isimli Abdullah Ahmed Abdullah’ı öldürdüler.
Bu zat, 1998 yılında ABD‘nin Afrika‘daki büyükelçiliğine yapılan ölümcül saldırının planlayıcısıydı.
Arapça yayın yapan Amerikan televizyon kanalı El Hurra sitesinde ise, 11 Eylül saldırılarını araştırmakla görevli komisyonun raporu yayımlandı.
Bu raporun “İran ile Hizbullah’ın El Kaide Örgütüne Yardımı” başlıklı bölümünde şu tespitler yapılıyordu:
El Kaide’nin ileri gelen militanları, 1991-1992 yılları arasında patlayıcı maddeler konusunda eğitim almak maksadıyla İran’a gitmişler. İran, onlara belli eğitim alanları tahsis etmiş; askeri toplantılarını buralarda yapmalarını sağlamıştır.
İran’a gidip dönen elebaşılar arasında Bin Ladin’in yerine geçen Eymen El Zewahiri de bulunmaktaydı ki, kendisinin İran ile bağlantılarının tarihi hayli eskidir.
Mısır’daki illegal örgüt olan İslami Cihad baş sorumlusuyken 1990’lı yıllarda sık sık Tahran’a davetli konuk olarak gitmiş; o devirde İran İstihbarat Bakanı Ali Fellahyan ve Devrim Muhafızları bünyesindeki Kudüs Tümeni (veya Kudüs Kuvvetleri) komutanı Ahmed Vahidi ile görüşmüştür.
Aynı tarihte El Kaide militanı (sonradan Irak’taki El Kaide’nin kurucu önderliğini yapan) Ebu Mıs’ab El Zerkawi de Amerika’nın Irak’ı işgalinden sonra kaçıp İran’a sığınmış; Devrim Muhafızları’na bağlı Kudüs Alayı’nın özel birimi himayesinde eğitim gördükten sonra, uygun zamanda tekrar Irak’a geçmiştir.
Londra merkezli Ray El Yom gazetesi yayın yönetmeni Abdulbari Atwan, El Kaide tarihini araştırıp yazan ve örgüt lideri Usame bin Ladin ile görüşen bir gazetecidir.
17 Ocak tarihli başyazında, Pompe’nun mugalâta ve sahte bilgilerini eleştirdi:
İran ile El Kaide arasında siyasi ve ideolojik bağ hiç olmamıştır. Tersine, El Kaide Afganistan’ın Mezarı Şerif yöresindeki Şiilere, Ebu Mıs’ab El Zerkawi de Irak’taki Şii ahaliye yönelik katliamlar yapmıştır. Keza İran’a sığınanlar katledilen Bin Ladin’in oğulları, kızları ve dul eşidirler ki, bir kısmı sonradan Suudi Arabistan büyükelçiliğine teslim edilmişlerdir.
Mossad’ın suikast kurbanı Abdullah Ahmed Abdullah (Ebu Muhammed El Mısri) ise iddia edildiğinin tersine, örgütün ikinci adamı değildi. İkinci adam, Bin Ladin’in oğlu Hamza idi.
Bütün bu olup bitenlere rağmen devletler politikasında ebedi düşmanlıklar yok, çıkarlar vardır: Menfaat birliği; mezhep, din, ideolojik ve siyasi husumetleri aşıp kolaylıkla işbirliğine dönüşebilir.
İran-El Kaide bağlantısına da bu açıdan bakılmalıdır.
Esasında bu iddialarda yeni bir kanıt, somut ipucu yoktur. İran Dışişleri Bakanı Cevad Zarif, Pompeo’nun açıklamasını, “Savaş çıkarmaya yönelik yalanlar” olarak niteledi.
Trump yönetiminin İsrail’in bölge politikası doğrultusunda Devrim Muhafızları (İran), Hizbullah (Lübnan), Husi hareketi diye bilinen Ensarullah (Yemen) ve Haşdi Şabi (Irak) türü örgütleri “terörist” olarak damgalaması iki ülke arasında giderek ısınan Soğuk Savaş’ın psikolojik mukaddimesi sayılır.
Maksat, İran’ın nüfuz alanını daraltmak, balistik füze ve nükleer üretim planını engellemektir.
Gidişat, ülkeyi kuşatmaktan sınır veya ötesindeki askeri operasyonlara, sıcak çatışmalara dönüşürse nereyi ve kimi yakacağı bilinmez.
Diğer yandan İsrail, Trump’ın imzasıyla Ortadoğu’daki Amerikan Merkezi Askeri Komutanlığı (CENTCOM) bünyesine alındı.
Yani bundan böyle İsrail, CENTCOM karargâhında görev almış olacak.
Beyaz Saray’daki makamından ayrılmasından sadece beş gün önce Trump’ın bu kararı vermesindeki amaç nedir?
Yorumlamak için belli emarelere bakmakta yarar var.
Mesela İsrail, Yemen’deki Husi ve Gazze’deki Hamas hareketiyle Lübnan Hizbullah örgütünün muhtemel roket ve füze saldırılarına karşı önlem olarak ülkenin güney ve kuzey sınırına “çelik kubbe” sistemini yerleştirmek üzere askerlerini seferber etmiştir.
Ordu teyakkuza geçmiş; İsrail uçakları, güya Hizbullah füzelerini imha etmek üzere Lübnan sınırında devriye ve keşif uçuşları yapmaktadır.
Aslında hedef, İran ve onun bölgedeki uzantıları sayılan Hizbullah, Husi, Hamas, Haşdi Şabi gibi hareketleri etkisiz hale getirmektir.
Peki, bunun CENTCOM ile ilgisi nedir?
CENTCOM, bundan böyle Körfez’deki Arap devletlerinin ordularıyla birlikte hareket edecektir.
İsrail askeri birimleri de, CENTCOM bünyesinde Körfez Arap askerleriyle omuz omuza Suudi Arabistan, Bahreyn, Katar, Umman, Yemen topraklarında ve İran sınırlarında kol gezecektir.
Kara, hava ve deniz yoluyla gerektiğinde İran’a diz çöktürüp hizaya getirme operasyonları başlatılabilecek; Lübnan ile Suriye’deki İran askerleri çekilmeye mecbur edilecek ya da etkisiz hale getirilecektir.
Wall Street Journal gazetesinde yayımlanan bir rapora inanılırsa, “İran nükleer bomba üretme aşamasına gelmiştir.”
Bu durumda İran, Amerikan yetkililerinin nazarında, “nükleer başlıklı füzeleri ve silahlarıyla artık tehlikeli bir hal almıştır.”
İran ise 17 Ocak’ta Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’na (UAEK) “bir alüminyum fabrikası” kuracağını bildirmiş; yeni ABD Başkanı Joe Biden çevresindeki yetkililer ise nükleer enerji hususunda İranlı mevkidaşlarıyla sessiz sakin görüşmeler yapacaklarını ifade etmişlerdir.
Bir başka gelişmeye bakalım:
Almanya, Fransa ve İngiltere, “Nükleer anlaşma maddelerine aykırı olan alüminyum üretme planının derhal durdurmasını” istediler.
İran ise hemen yanıtını verdi:
Alüminyum üretmek barışçıl amaçlar taşıdığından, nükleer anlaşmaya ters değildir!
Yeni bir dönüşüm daha: ABD–Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) üyeleri ve İsrail arasında şekillenen taze ittifakın baş hedefi İran ve bölgedeki uzantılarıdır.
Gelgelim Biden yönetiminin küresel ölçekte Rusya, Çin ve İran üçlüsüne karşı oluşturmaya niyetlendiği ABD-Avrupa Birliği-Arap Birliği (KİK, Sudan, Ürdün, olabilirse Irak) ortak cephe stratejisi, meseleyi küresel boyuta taşıyacaktır.
Atlantik ötesinden Ortadoğu’ya, Orta Asya’dan Uzak Doğu’ya kadar uzanması öngörülen böyle bir cephe, dünya çapında çok boyutlu bir mesele haline gelecektir.
Buna karşılık Rusya, İran ve Çin üçlüsü bir şekilde dayanışma içine girebilirler.
İsrail-ABD-KİK üçlüsünün bir taktiği de şudur:
Suriye konusunda İran’la belli ihtilaf ve çelişkileri bulunan Rusya aracılığıyla, İran ve Hizbullah birliklerini Suriye’den çıkarmak ki, kısa vadede, olmayacak duaya amin gibidir!
KİK üyesi devletlerin 41. Zirvesi, 5 Ocak 2021 tarihinde Suudi Arabistan’ın El Ula kentinde düzenlendi.
Varılan anlaşma sonucu, diğer üyelerin 2017’den beri Katar’a uyguladıkları ulaşım engeli, ekonomik, diplomatik abluka kaldırıldı.
Herkes kendince kazançlı çıktığını ileri sürdü; “kazan kazan” formülü uygulanmış gibi görünse de Katar, bu uzlaşmanın esas kazananı sayılabilir.
Uzlaşmanın, Trump yönetimini temsil eden damat Jared Koushner’in gözetiminde yapıldığı biliniyor.
Genel çerçevede mutabakata varıldı; ancak öne sürülen 13 madde konusuna açıklık getirilmedi.
Mesela KİK ile Katar arasında “büyük sorun” teşkil eden Katar-İran açılımı ve Türkiye-Katar ittifakına ek olarak son iki devletin Müslüman Kardeşler (İhvan) hareketine aktif desteklerinin akıbeti henüz kesinleşmiş değil.
Zira başta Suudi Arabistan ve BAE yönetimi olmak üzere KİK ülkeleriyle Mısır, Ihvan temsilcilerinin Katar’ın himayesinden çıkarılmasını ve onlara maddi-siyasi desteğin kesilmesini istiyorlar.
Bu noktada anlaşmada muğlâk ifadeler yer alıyor.
El Ula uzlaşmasının kendisinden ziyade Ortadoğu’daki dramatik siyasi yansımaları ön plana çıkmış görünüyor.
Mesela Mısır, Katar-Türkiye ittifakının İhvan hareketini desteklemesi nedeniyle uzlaşmaya destek vermekten kaçındı.
Ancak izleyen günlerde, Katar ile şartlı temaslarını sürdürdü. Buna göre; Katar, Mısır ile Libya’nın içişlerinden elini çekmeli; Mısırlı Ihvan hareketine maddi ve siyasi desteğini kesmelidir.
İlaveten daha önce Mısır‘a yaptığı ve sonradan durdurduğu yatırımları yeniden başlatmalı; Mısır bankalarından çektiği mevduatlarını tekrar ve fazlasıyla yatırmalıdır.
El Ula Zirvesi‘ndeki mutabakatın Filistin’deki yankıları daha dramatik.
Mahmud Abbas başkanlığındaki Filistin yönetimi ve Gazze’de hüküm süren İslamcı Hamas örgütü, ayrı ayrı “destek” açıklaması yaparak; bu uzlaşmanın Filistin için “hayırlı” olmasını dilediler.
Böylece Filistin yönetimiyle Hamas arasındaki muhtemel “birlik mutabakatına zemin hazırlayacağını” da öne sürdüler.
Başlangıçta 22 Mayıs ile 31 Temmuz’da yapılması planlanan parlamento ve başkanlık seçimine katılmayacağını duyuran Hamas, El Ula Zirvesi’nden sonra seçime katılmayı kabul ettiğini beyan etti.
Gelgelelim Mahmud Abbas, kendi menfaatini düşünerek seçim kanunlarında değişiklik yaptı.
Hamas, bu tutumu kınayan zehir zemberek bir açıklama yayınladı. Seçimi boykot edebileceğine işaret etti.
Her iki örgütün El Ula’daki toplantı sonrasındaki dış ilişkilerine de bakalım.
Filistin yönetiminin hemen bütün Arap ülkeleriyle ilişkisi normal seyrediyor.
Ancak Filistin halkının haklarını hiçe sayan Amerikan-İsrail imalatı “Asrın Barışı” projesini destekleyen BAE, Bahreyn, Suudi Arabistan ile bu yönetim arasında soğukluk var.
Filistin yönetiminin, projeye karşı çıkan Türk yönetimiyle de arası hayli sıcak.
Ancak AKP iktidarı, ideolojik nedenlerle kendine yakın bulduğu Hamas’a daha fazla sahip çıkıp destek veriyor.
Hamas’ın zikzaklı serüveni ise çok ilginç! Başlangıçta sırtını İran-Suriye-Hizbullah ittifakına dayamıştı.
Suriye’deki iç savaşta silahlı muhalifler ve oradaki Ihvan hareketi başarılar elde ettikçe, başta Katar olmak üzere KİK üyesi devletlerle işbirliği yapıp Suriye-Hizbullah-İran ittifakına sırtını çevirdi.
İhvan hareketi Mısır’da parlamentoda çoğunluğu kazanıp Muhammed Mursi’nin cumhurbaşkanı olmasıyla beraber, onlarla daha sıkı işbirliğine gitti.
Mısır ve Tunus’taki İhvancı yönetimlerle iş tuttu. AKP lideri Recep Tayyip Erdoğan‘ın sıkı bir taraftarı haline geldi.
General Abdulfettah Sisi iktidarı ele geçirince Hamas’a ciddi bir ambargo uyguladı.
Derken KİK üyeleri İhvancılara karşı sert tutum alınca, Hamas sadece Katar’la idare etmeye mecbur kaldı.
Esas olarak Türkiye-Katar ittifakından destek aldı.
Suriye’deki iç savaş dengesi muhalifler aleyhine değişince, Hamas yeniden yön değiştirip Suriye-Hizbullah-İran ittifakıyla arasını düzeltti.
Mısır’daki yeni yönetimle uzlaşma içine girdi.
El Ula’daki uzlaşma, Hamas için yeni bir imtihan gibidir.
Eğer KİK üyesi devletlerle arasını düzeltirse, İran bundan hoşlanmayacak; KİK üyeleri ise onun İran’dan uzaklaşmasını isteyebilecektir.
Son günlerdeki iki ilginç gelişme daha:
Radikal dinci Siyonist harekete yakın “Makor Rişon” isimli İsrail sitesi, Tel Aviv’deki bazı emniyet yetkilerinin, “Hamas’ın başkanlık seçimlerini kazanması halinde ortaya çıkacak siyasi kaosa karşı sıkı tedbirler alacaklarını” yazdı.
İsrail’den Türkiye’ye gönderilen resmi bir mektupta, ikili ilişkilerin düzelebilmesi için Ankara-İstanbul gibi yerlerde yaşayan Hamas önderlerinin ülkeden çıkarılması şartı öne sürüldü.
Dramatik gelişmenin İsrail-Suriye tarafındaki yansımasına da bakalım:
İsrail-Suriye gizli görüşmelerine dair spekülatif iddia, Gaziantep’te faaliyet gösteren bazı Suriyeli muhalifler tarafından kurulan Cusur Araştırma Merkezi Genel Müdürü Muhammed Sermini tarafından 14 Ocak 2021 tarihinde ortaya atıldı.
Şöyle ki:
İsrail eski Genelkurmay Başkanı Gadi Eizenkot ve eski Mossad yetkilisi General Ari Ben Menaşe ile Suriye istihbarat şefi Ali Memluk ve danışmanı Bessam Hasan gizlice buluşup görüştüler. Görüşme, Rusya’nın Suriye’deki askeri hava üssünde, eski Rus Hava Kuvvetleri Komutanı Aleksander Çayko nezaretinde gerçekleşti.
İsrail’in talebi belli: Başta İran askeri birimleri olmak üzere Lübnan Hizbullah örgütü savaşçılarıyla ve İran tarafından bölgeye gönderilen Iraklı veya Afganistanlı gönüllü Şii milislerinin Suriye’deki bütün cephelerden çekilmesi!
Suriyeli muhalifleri de kapsayacak bir hükümet kurulmasına bağlı olarak ordudan firar eden subayların tekrar görevlendirilmesi. Bu arada emniyet teşkilatı ile ordu bünyesinde yeni bir inşa süreci başlatılması!
Suriye’nin taleplerine bakalım: Suriye’nin Arap Birliği’ne dönüş yolunun açılıp desteklenmesi ve ülkenin İran’a olan mali borçlarının ödenmesi için parasal yardım yapılması. Ayrıca, Suriye’ye uygulanan yaptırımların kaldırılması…
Adı geçen yazıda, görüşmeden ne tür bir sonuç çıktığına dair bilgi bulunmuyor.
Suriye Dışişleri Bakanlığı ise, “görüşme olayını” yalanladı.
Esasen hem İsrail tarafının (mesela Suriyeli muhaliflerin katılacağı bir hükümet kurulması, firari subayların görevlerine iade edilmesi gibi) talepleri bana pek inandırıcı gelmedi.
Zira İsrail, esas olarak ciddi tehlike kaynağı gördüğü İran ve Hizbullah’ın savaş cephesinden çekilmesine ağırlık verir.
Kendisini direkt ilgilendirmeyen yan konularla fazlaca uğraşmaz.
Aynı şekilde Suriye de, “Ülkesine uygulanan ABD ve Batı kaynaklı yaptırımların kaldırılmasına” yoğunlaşır; “İran’a olan borçlarının ödenmesi için dışarıdan mali yardım yapılması konusunu İsrail’e bildirmekle yetinir.”
Ancak esas olarak zengin Arapların ve Batılı devletlerin kapısını çalması daha makuldür.
Ayrıca, Arap Birliği teşkilatına girmesi noktasında İsrail ile pazarlık yapmak yerine zaten kendisiyle ilişkileri normalleştirmek için adım atmış olan Mısır, Ürdün, BAE ve Katar ile görüşüp anlaşmaya bakar.
Kaldı ki, Suriye’ye onca maddi, manevi, askeri ve siyasi yardımda bulunmuş olan İran ile Hizbullah, İsrail’in talebi üzerine hemen ve kolayca çekilecekler mi?
Çekilmeseler, İsrail-ABD belası var; çekilseler, İran-Hizbullah ile Suriye arasında yeni gerginlik, küskünlük, çekişme ve sorunlar yaşanması muhtemel.
Daha önemlisi de mevcut kuşatma ve çatışma ortamında Suriye’nin İran ile Hizbullah’tan gitmelerini istemesi ne kadar gerçekçidir?
Bütün bunlara rağmen siyasette hiçbir şey ihtimal dışı değildir kuralından hareketle, şimdilik böyle bir gelişmeyi “dramatik dönüşüm” hanesine kaydetmekle yetiniyoruz.
Buraya kadar irdelediğimiz gelişmelerin Türkiye’nin dış politikasını etkilemesi ve hatta “dramatik dönüşüm/değişime” uğratması kaçınılmazdı.
Bakalım:
Katar ile KİK üyelerinin imzaladıkları mutabakat anlaşmasının bir amacı da müzmin ve derin bir ekonomik krize yakalanmış Türkiye’yi yatırım, yardım ve mevduatlarıyla destekleyen Katar’ı Ankara’dan ayırmaktır.
Türkiye, varılan uzlaşmayı hoş karşıladığını açıklamasına rağmen aslında içi rahat değil.
Bu durumda, pragmatizmini iyi bildiğimiz Türkiye, Katar aracılığıyla BAE ve Suudi Arabistan ile uzlaşma arayışı içine girecektir.
Daha ötesi de mümkün: Yine Katar ve başka kanallarla İsrail ile arasını düzeltme girişiminde bulunabilir.
Çünkü CENTCOM’daki İsrail varlığı, şu ana kadar onunla arası bozuk olan Türkiye’yi baskılama aracı olarak kullanılacaktır.
Nitekim 20 Ocak tarihli Cumhuriyet gazetesi, buna ilişkin bir haber yorum yapmıştır:
Katar’a ablukanın kaldırılmasının ardından BAE’nin Dışişlerinden sorumlu Devlet Bakanı Enver Gargaş, ‘Türkiye ile normal ilişkiler istiyoruz’ mesajı verdi. Ancak ‘Ankara’nın Müslüman Kardeşler hareketine desteğinin son bulmasını’ şart koştu.
Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu da geçen hafta yaptığı açıklamada, ‘Körfez’deki normalleşmeden memnunuz. Sürecin bölgeye olumlu etkisi olacaktır’ demiş; ‘BAE’den de pozitif mesajlar geliyor. Ama biz somut şeyler de görmek istiyoruz’ ifadesini kullanmıştır.
İktidarı destekleyen Türkiye gazetesi, 18 Ocak tarihli nüshasında diplomatik çevrelere, “Abu Dabi ile Ankara arasındaki ilişkilerin düzeltilmesi için temaslar yapıldığına” dair bir haber-yorum yayımladı.
Habere göre;
Türkiye vatandaşlarına BAE’ye giriş vizesi verilmeye başlandı. BAE tarafından gelen sıcak mesajlar üzerine Ankara, karşı tarafla irtibata geçti. Hatta Abu Dabi’ye gidecek büyükelçi bile bir ay önceden belirlendi.
Abu Dabi yönetimi ise, ‘Milli egemenliğimize saygı göstermeyi esas olan bir normalleşme istiyoruz. Aramızda fazlaca problem yoktur. Üstelik Türkiye, yüzünü yeniden Avrupa’ya çevirmiş görünüyor ki, bu iyiye işarettir’ dedi.
Gazete yorumunu şöyle bitiriyor:
BAE ile normalleşme süreci Suudi Arabistan ve diğer KİK ülkeleriyle devam edecektir.
Sırada Türkiye-İsrail ilişkisindeki dramatik dönüşüm var.
Ray El Yom gazetesi yayın yönetmeni Abdulbari Atwan, 18 Ocak tarihli başyazısını Türk-İsrail yakınlaşmasını ayırdı:
“Tarihin garip cilvesine bakınız ki, son normalleşme furyasında Arap-İslam ülkeleriyle ticari ve diplomatik ilişkiler kurmakla yetinmeyen İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, Amerika’nın kudretini arkasına alarak kırmızı çizgileri aşmakta tereddüt etmiyor. Bazı ülkelere gönderdiği mesajlarla, kopuk ilişkilerin yeniden kurulmasını adeta dayatıyor.
Bugün sürpriz bir gelişmeyi, İsrail medyasından öğrendik. Netanyahu hükümeti, Türk hükümetine ilettiği mesajda mealen şöyle demiş:
‘Hamas askeri kanadının Türkiye’deki faaliyetine son vermedikçe, bilhassa İstanbul’da devşirilen Filistinli gençlerin terör faaliyetleri için eğitimi engellenmedikçe ve askeri kanat bünyesindeki yapılara para akışı durdurulmadıkça, Türkiye ile arzulanan şekilde ilişki kurup sürdüremeyiz.’
Garabete bakınız ki, normalleşme için Türkiye’nin İsrail tarafına şart dayatması gerekirken, tam tersi oluyor. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 25 Aralık 2020’de ülkesinin İsrail ile daha iyi ilişkiler kurulmasını arzuladığını açıklamıştı.
MİT müsteşarı Hakan Fidan, son zamanlarda Filistin topraklarını birkaç kez ziyaret etti. O sırada Mossad yetkilisi Yosi Kohen ile ikili ilişkilerin normalleştirilmesini de görüştüğü söyleniyor. Şu anda THY, İsrail’e haftada 60 sefer yapıyor. Siyasi kulislere bakılırsa, Türk-İsrail görüşmelerinin yolunu açan şahsiyet ise Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev imiş.
Erdoğan’ın İsrail ile ilişkileri normalleştirmeden umduğu bir şey daha var: Yeni ABD Başkanı Joe Biden yönetiminin kararlaştıracağı muhtemel yaptırımları engelleyebilmek için Amerika’daki Yahudi lobisinin desteğini almak.”
Benzer bir yorumu, Lübnan El Ahbar gazetesinin 19 Ocak tarihli nüshasında okuyoruz:
Türkiye’nin BAE ve diğer körfez ülkeleriyle yakınlaşmasına paralel olarak Türk-İsrail temaslarına dair haberler de geliyor. İsrail Yediot Ahronot gazetesi, üst düzey bir siyasi sorumludan normalleşme şartlarını aktarmış:
‘Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan, Ankara ile ilişkileri düzeltme niyetimizden memnunluk duymuş. Lakin bizi ilgilendiren esas şey, Hamas terör örgütünün Türkiye’deki faaliyetleridir. Batı Şeria (Filistin) bölgesinde gerçekleştirilmesi düşünülen eylemler orada planlanıyor, örgüt hücrelerine havale edilen paralar Türkiye üzerinden gönderiliyor.’
Yeri gelmişken değinelim:
Ekim 2020’de İngiliz The Times gazetesi, “Hamas’ın İstanbul’daki askeri kanat sorumluları, Türkiye’nin bilgisi dışında düşmanlarına karşı (Filistin yönetiminin Ramallah’taki bürosu, BAE ile Suudi Arabistan’ın Avrupa’daki büyükelçilik bürolarına) siber saldırıda bulunduğunu, bunun üzerine Türkiye’nin de Hamas’ı bu konuda ciddi biçimde uyardığını” yazdı.
Gazete, “Türkiye’nin onlarca üst düzey örgüt sorumlusuna vatandaşlık ve pasaport verdiğini, bu sayede onların Avrupa’ya kolayca girip çıkabildiklerini” iddia etmiş;
Türkiye ise bu iddiayı yalanlamıştı.
The Times‘ın uluslararası bazı istihbarat kaynaklarına dayandırdığı bir habere bakılırsa, “Bütün bu yasa dışı faaliyetlerden sorumlu olan Hamas’ın Türkiye’deki bürosu değil, bizzat Gazze’de yaşayan El Kessem Tugayları isimli askeri kanadın yetkilileri” imiş.
Gazeteye göre, İsrail Dışişleri Bakanlığı, İrit Lilian’ı, Ankara’daki büyükelçilik işlerini yönetmek üzere atamış bile.
Bu kadın diplomat, daha önce ülkesinin Bulgaristan’daki büyükelçisiymiş. Türkiye’yi tanıyan ve yakından takip eden tecrübeli biriymiş.
Onun atanması, İsrail’in de Türkiye’ye ne kadar önem verdiğinin bir göstergesiymiş!
İsrail merkezli Whynet sitesi, Türk basınındaki bazı haberlere dayanarak, Türk hükümetinin “Hamas’ın kimi faaliyetlerini kısıtladığına ve örgüt mensuplarına eskisi kadar kolay ikamet vermediğine” ilişkin bir haber yayımladı.
Örneğin, İstanbul Havaalanı’nda gözaltına alınan bir aktivist altı saat sorguya çekildikten sonra kendisinden ülkeyi terk etmesi istenmişti.
Aynı site, “Hamas’ın İstanbul’da kurduğu gayet donanımlı bir dinleme sistemiyle İsrail medyası ve iletişim kanallarını dinleyebildiğini, bu arada İran ile Hizbullah kaynaklarından da beslendiğini” ileri sürmüştü.
Türkiye, yukarıdaki iddiaları da yalanladı.
Son bir dramatik gelişmeye; Biden yönetimiyle birlikte değerlendirildiğinde Türkiye’nin Suriye ve Kürt politikalarına kısaca göz atalım:
ABD’nin yeni Suriye politikası, ilk elde ve büyük olasılıkla BM kanalıyla ve Rusya ile görüş alışverişinde bulunmak suretiyle, Cenevre görüşmeleri tarzında iktidar ile muhalefet arasında bir uzlaşmaya öncelik tanıyabilir.
Bir yıllık süre içinde gelişmelere göre tutum değişiklikleri yaşanabilir.
Beyaz Saray’da Dışişleri ve Savunma Bakanlıklarındaki yeni ekibin kendisinden hazzetmediğini bilen AKP iktidarı, çeşitli yollarla onları ikna etme girişimlerini sürdürüyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, eski Başkan Trump ile yaşanan türden telefon görüşmelerini yaparak ve Beyaz Saray’daki açık gedikleri iyi kullanarak istediğini elde edebiliyordu.
Bu yol, şimdilik pek açık değil. Rusya ile iş tutarak Biden ekibinden taviz koparmak da kolay olmayacak.
Görünen o ki; Türk-Amerikan ilişkileri, altı ay veya bir yıl kadar Ankara’nın arzuladığı biçimde düzelip istikrar kazanmayacağı gibi, kısa dönemde ciddi ara gerginlikler yaşanabilir.
Olabilirlik hesaplarıyla soralım:
Türkiye, İdlib üzerinden askeri tahkimat ve hamle yaparak Suriye ve Rusya’yı sıkıştırıp Amerika’yı bu ülkeye yeni bir askeri müdahalede bulunmaya mecbur edebilir mi?
ABD-Türkiye-AB ile Rusya-Suriye aktif kutuplaşması yaşanabilir mi?
Gerçekleştiğini varsayarsak, sıcak gibi görünen Erdoğan-Putin ilişkisinde ne tür bir değişiklik olabilir?
Türkiye’nin sınır ötesindeki Kürt meselesi noktasında ABD ile ilişkisinin geleceği nedir?
Türkiye’nin asla hoşlanmadığı Biden’ın yeni ekibi, başta Dışişleri Bakanı Antony J. Blinken ile Ortadoğu ve Afrika işlerinden sorumlu özel temsilci Brett McGurk, yeniden sahaya dönüyorlar.
Biden dâhil bunların Kürt meselesine bakışları özetle şöyledir:
Mümkün olduğu kadar PKK örgütünün Rojava ile Irak Kürdistan Bölgesi’nden (özellikle Sincar’dan) çıkarmak ve tecrit etmek.
Rojava’da PYD ile Barzani destekli Kürt gruplar arasında birliği sağlamlaştırmak. SDG’yi desteklemeye devam etmek.
Kürtleri Rusya ile Suriye’nin tarafına itmemek.
Rusya, Biden gelmeden az önce TSK ve Suriyeli milislerin Ayn İsa’ya hücumlarını vesile ederek SDG’den, elindeki şehir ve köylerin tamamını Suriye askerinin denetimine bırakmasını istedi.
Buna karşı çıkan SDG ise, Kürt sorununa çözüm için Suriye yönetimini müzakere masasına oturtmak amacıyla bir kısmı Suriye askeri denetiminde olan Haseke’yi kuşatma altına aldı.
PYD ve SDG’nin son hamlesi Biden yönetimine bir mesaj mıydı? Bilemiyorum.
Kanımca Biden ekibi, kısa vadede, Trump’ın yaptığı gibi aniden Kürtleri desteklemekten vazgeçip hemen ortalıkta bırakmaz.
Malum, Trump yönetiminin özel temsilcisi James Jeffrey, İran’ı ablukaya alıp diz çöktürmek için Türkiye’yi yanında görmek istiyordu.
Bu yüzden, “Kürtleri, Türkiye’ye yem etmek” üzere TSK ve Suriye Milli Ordusu milislerinin Barış Pınarı Harekâtı kapsamında Ras’ulayn (Serêkaniyê) ve Tel Abyad (Grê Spî) gibi yerleri askeri denetimine almasının yolunu açmıştı.
Trump ise, Erdoğan ile telefon görüşmesinden sonra, aniden, “Ben çekiliyorum, Kürtleri sana bırakıyorum” demişti.
HDP Dışişleri Eşsözcüsü Hişyar Özsoy’un geçen haftaki söyleşinin medyadaki başlığı daha gerçekçi ve isabetli görünüyor:
Biden’dan fazla beklenti yanılgıdır. Muhtemelen ABD’nin 40 yıllık Kürt tutumu, küçük değişikliklerle devam edecektir. ABD’nin Kürt politikası her parçada ayrı olacaktır.
Bu çetrefilli meseleleri şimdilik böyle bağlamış olalım.
Kaynakça:
Arab News sitesi, 14 Ocak 2021.
Abdel Bari Atwan, ” More fake news from Washington”, Raialyoum, 17 Ocak 2021.
إيران و«القاعدة» ونترات الأمونيوم- عالية منصور- 17 Ocak 2021 tarihli El Mecelle dergisi.
تقرير يتحدّث عن لقاء “سوري إسرائيلي” برعاية روسية في قاعدة حميميم – Ray el Yom, 18 Ocak 2021.
اشتراطات إسرائيلية لعودة العلاقة مع أنقرة – Lübnan El Ahbar gazetesi, 19 Ocak 2021.
Arab News, Turkey’s ties to Hamas risk hindering normalization with Israel, 21 Ocak 2021.
https://www.durushaber.com.tr/politika/ozsoy-abdnin-kurt-politikasi-her-parcada-ayri-olacak-h60129.html
(Independent Türkçe. 24 Ocak 2021)