Prometeus omuzlarını silkti ve kopmuş zincirlerini üzerinden silkeledi. “Belki bu dünyada saklanmam” diye mırıldandı.
Prometeus, bir Yunan tanrısı. Suçu, Zeus’tan ateşi çalıp insan ırkına vermekti.
Muzafer Oruçoğlu, yoldaşı İbrahim Kaypakkaya ile birlikte insanlığın kurtuluşu için Prometeus’tan aldıkları ateşi Munzurlara taşıdılar. Munzurların ruhunda dolaşan renkler bugün Olympos ruhunda buluşuyor. Ateşte pişen ruhlar, renkleriyle Tanrılar diyarını ziyarete geliyor.
Önce kaos vardı, Hesiodos’un anlatımına göre; Sonra, geniş göğüslü dişi bir tanrı belirdi, Ğoma diye adlandırılan Toprak. Onu, nesnelerin birbirlerini çekerek kaynaşmasını ve yeni şeyler üretmesini sağlayan tanrı, Eros izledi: Aşk doğdu. Toprak, yıldızlı gökyüzünü yarattı, adını Uranos koydu. M. Oruçoğlu yıldızlara en yakın yer olan Munzurlardandı. Munzurların diyarında ilk aşkla renkleri birleştirerek özgürlüğün tek kutsal tanrı olduğuna kanaat getirmişti. Prometeus insanlık için neden ateşi çaldığını beynindeki bilgi ilimin ateşine sunmuştu Munzurlarda.
Munzur’un asi ve direniş ruhunun Olympos ile tarihsel bir bağı vardır. Bu anlamda Oruçoğlu’nun bu resim sergisi bizler açısından da büyük bir önem taşımakta.
“Bütün Dünya Evim” diyen Muzaffer Oruçoğlu renkleriyle tanrılar diyarı Olympos’un evine misafir oluyor.
Renklerde ortaya çıkan karakterler Munzur mitolojisinin Tanrıları ve ana figüranları ise kendisi gökyüzü Tanrılarına savaş açmış durumda. Çünkü Gökyüzü Tanrıları çoktan yok olan dünya dışında 4 tane aya sahip başka bir gezegeni ele geçirmişler, savaşlarla bu gezegende yaşayan iblisleri mağaralara hapsetmişler ve zaman içerisinde kendi insanlarını da köleleştirmişlerdir. İnsanlığın sahip olduğu bütün bilgiye el koymuşlar ve yeni bir gelişe, ilerleme olmasına izin vermemektedirler. M. Oruçoğlu’nun renklerin öyküsü de burada başlamakta. İlimin çıkına sığmayan açlık, tuvalin üzerinden dünya gericiliğine meydan okuyor.
İlkçağ Yunan yaratıcılığında iki öge çıkar karşımıza. Nietzsche’nin Tragedyanın Doğuşu eserinde bu yaratıcılık, tanrıların simgelediği iki karşıt varlığın birleşmesiyle oluşur. Bu tanrılar Apollon ve Dionysos’tur. Apollon aydın, durgun, ölçülü gücü simgeler. Işıktır, doğayı görme, varlığı akılla algılama ve akla dayanan yöntemle biçimlendirme gücü ve yeteneğidir.
Işıltıları dünyaya fırçanın ucuyla tutan Oruçoğlu, renklerin içinden ateşi çalarak tanrılar diyarı Olympos’a geliyor.
Yunanlı ünlü yazar Nikos Kazacakis, Zorba kitabını yazarken yeniden çarmıha girmişti. Bu bağlamda ele alınınca, bu roman, Zorba ile yazarın yaşam öykülerinin çizili sınırları arasında sonsuz atkı ve çözgülerle okunmuş büyülü bir dağdır, denebilir; baştan sona sürekli bir arayışı, sonu gelmez çabaları yansıtan elle işlenmiş renkli nakıştır; insanı arayışın serüvenidir. İşte M. Oruçoğlu ile Kazacakis’in serüveninin ortak yanları çoktur. Şeytan renklerin detaylarında saklıdır. Oruçoğlu, tanrıların diyarında renkleriyle çarmıha girerek ateşte kendini yeniden sınacaktır.
Oruçoğlu tablolarındaki şeytanı renklerinde saklı tutuyor. Sanat, şeytani bir dürtüdür. Bundandır ki bütün diktatörler sanata düşmandır. Sanat bir öngörmedir, ışığın doğayı aydınlatarak karanlık kalan sırlarını çözümlemesidir. Fakat bu güç insanı taklitçi olmaktan ileri götürememektedir, yaratıcılık insanın doğaya coşkuyla karışmasını şart koşar. Bu karışmayı da şarap tanrısı Dionysos simgeler. Yunanistan’da şarabın kutsal bir içecek olması belki bundan dolayıdır. Bilge ressamın saçlarını tütün renginde olsa da sesi şarap kokmaktadır.
Dionysos sadece büyük bir tanrı değil, insana doğayla birleşmeyi sunan bir araç niteliği taşır. İnsan için düşünülmüş bir tanrıdır. Bu yüzden insan dişisinden doğmadır, insana karışır ve insan çilesi çeker ki taşkın gücün ne denli bir nimet olduğunu anlatabilsin insana. Dünyanın çilelerini çekenleri sanatına taşımıştır M. Oruçoğlu. Kendisi de çilelerin silsilelerinden süzülerek yürümüştür hayata.
Kendisini tek bir coğrafya ve bölgeyle sınırlı tutmuyor. Dünyanın bütün çilelerini kendi çilesi olarak görmektedir. “Bütün dünya evim.” Dünyayı evi gören insan irfanın rengiyle yıkanan insandır. Vartinik ve Munzur öyküsünün sırrı da burada saklıdır. Olipos’un, Munzur tanrılarıyla bağı da mağaralarına sığınan özgürlük savaşçıların aynı İrfanın nehrinde yıkandıklarından gelmektedir.
Yunan tanrılarının evine, Olympos’un ovasına renkleriyle birlikte Oruçoğlu misafir oluyor. O, büyük dağa, daha yakından ve kendi mitolojik dünyasından sohbet edecek. Tanrılarla sanatı konuşacak. Sanatın ateşli gücünün kendisiyle sınayarak renklerin özgürlük çağrısıyla tüm tanrılarla buluşacak. Dünyayı cehenneme çeviren savaşları, kirliliği, yabancılaşmayı, cehennem ateşine meydan okuyarak, Olympos zirvelerindeki Selanik kentinde açacağı resim sergisinde sanat penceresinden tanrıları dünyaya bakmaya sınayacak.
Olympos’un göğsü yaralıdır. Savaş tanrısı Aris’in mağarası hemen en altında maviye çalan muazzam bir nehir akmaktadır. Başı daima sisli ve asi olan dağların, akşam güneşi günün penceresini kapatmaya başladığında sıcacık renkler göğün ile dağın kardeşliğini yansıtır tanrıların dağ evinde.
Tanrıların dağ evine misafir olacak Muzaffer Oruçoğlu. Sanatıyla dünyaya ışık olmaya çalışan eserleriyle kutsal şarabın ahenk renklerin dansında yeniden ateşi çalacak Mayısın sarı-sıcak ayında.
Günün ilk ışınları dağların zirvelerine düştüğü gibi, günün son ışınları da yine dağların zirveleriyle kapanıyor. Munzurlardan yola çıkan serüven Olympos’a düşen ışınlar tanrılar tarafından çarmıha girecek.
Sanatının renkleriyle çarmıhta dem tutacak Muzaffer Oruçoğlu.