Ortadoğu uzmanlarından Fehim Taştekin 2015 yılında yazdığı kitaba “Suriye: Yıkıl git, diren kal!” başlığını seçmişti. Kitabın giriş kısmında Esad rejiminin baskı uyguladığı çeşitli mezhebi grupların iç savaşın başlangıcında Esad rejimine “Yıkıl Git, Diren Kal” dedikleri ama süreç içerisinde yerine gelebilme olasılığı olanların daha fazla baskıyı, şiddeti getirebileceklerini gördükleri için başlayan iç savaşta yenilgiye çok yaklaştığı dönemler olsa da şimdilerde zafere daha yakın olmasını açıklayabilecek savlardan biri de budur.
Rejimin ayakta kalabilmesinin önemli nedenlerinden biri de Rusya ile SSCB zamanında kurduğu askeri ilişkilerini güçlü bir şekilde sürdürmesi ve İran’la Saddam karşıtlığı üzerinden gelişen işbirliğini muhafaza etmesiydi. Bunlarla birlikte AB ve esasta ABD’nin rejimden daha tehlikeli ve daha kontrol edilemez bulmalarıyla birlikte dikkatlerini IŞİD’e çevirmeleri, rejimin işini kolaylaştırmıştı.
Bütün bu etkenler, 2011 başında büyük bir iştahla “yıkıl git” denilen Esad rejimine “diren kal” denmesine yol açmıştır. Fakat sonuçta bir çıkar kavgasından bahsediyoruz ve her kesimin kendi çıkarını sonuna kadar savunacağı, bu kanlı pastadan en fazla payı isteyeceği açıktır. İşte yapılan tüm görüşmeler ve sahada çocuk gözyaşları, açlık, yoksulluk ve ölüm üzerinden dönen birbirini satmalar bu nedenledir. En son Halep’in doğu kesimindeki yıllardır silahlandırdığı muhalifleri El Bab karşılığında satan TC’nin pratiği de bu kapsamdadır.
Yeni Osmanlıcı hayaller ve gerçekler…
Türkiye, “Yeni Osmanlıcı” hayallerle Suriye’de silahlı çeteler oluşturdu veya ortaya çıkanlara her türlü desteği sundu. “Yıkıl git”in değiştiğini “diren kal” seçeneğinin etrafında pazarlıkların döndüğünü göremedi veya kabullenemedi. Oyunun yaramaz, kurallara uymayan figüranı olarak önce ABD’yi iknaya çalıştı, BM’den medet umdu, kimin yönlendirdiğini ummazken Rusya uçağını düşürerek NATO’yu devreyi sokacağını sandı, Suudi Arabistan ve Katar’la işbirliğine girişti. Fakat hiçbirinden umduğu sonucu alamadı. Üstelik reel politikaya çok ters bir biçimde tüm politikalarının merkezine anti Kürtçülüğü oturttuğu için kaybetmeye devam etti. Bu politikasını dayattığı ölçüde de ABD ve Almanya ile de çelişkiye düştü. 15 Temmuz darbe girişiminin böyle bir konjonktürde geliştiği unutulmamalıdır.
15 Temmuz sonrası başbakan yardımcısı Numan Kurtulmuş’un “başımıza bütün gelenler Suriye politikası nedeniyledir” şeklindeki belirlemesi önemli oranda doğru bir durum tespitidir. Erdoğan ve hükümeti “Yeni Osmanlıcılık” hayallerinde geri adım atmışlardır. Konakladıkları nokta Moskova bildirisinde de görüldüğü gibi Esad’ın varlığını ve Rusya’nın çözümünü kabul etmedir. 2015’te Rusya öncülüğünde başlatılan Astana toplantılarına destek verdiği grupların katılmasını önleyen Ankara, şimdi bu toplantılarda yer alacak.
Moskova Anlaşması ile ABD’nin diskalifiye edildiği yorumları doğru değildir. Geçen yıl bu zamanlarda Özgür Gelecek’te yer alan bazı yazılarda da vurgulandığı gibi 2015 Eylül’ünde Putin ve Obama’nın toplantısı sonucu Rusya, Suriye’de askeri olarak açıktan müdahil olmuştur. Şimdi ortaya çıkanlarla birlikte görünüyor ki, Esad’ın kalması kabul edilmiş ve Fırat’ın batı ve güney bölgelerinde rejimi tesis etme işi Rusya’ya bırakılmıştır. Bunun karşılığında ABD, Irak’ta ve Fırat’ın doğusunda Rakka civarında etkinliğini sürdürecektir. Elbette ki emperyalistler arası anlaşmaların ömrü çıkarların kesiştiği yere kadardır. Dolayısıyla çeşitli pazarlıkların ve sahada savaşın daha uzun süre devam edeceğini öngörmek zor değildir.
Gelinen aşamada El Bab’a kadar işgal ettiği ve anlaşılan o ki pazarlıklarda kullanmaya hazırlandığı bölge dışında Türkiye’nin en baştaki hayallerinden hiçbiri gerçekleşmemiştir. Rojava Kürtleri daha da güçlenmiş, desteklediği silahlı çete grupları başarısızlığa uğramış ve Halep’te görüldüğü gibi kendi eliyle satmış, Esad’ın varlığını kabul etmek zorunda kalmış, ABD ve Rusya’nın belirledikleri dışında adım atamaz duruma gelmiştir. Bununla birlikte Kürtler ve kazanımları halen Türk devletinin baş hedefi durumundadır. Esad rejiminin kendi güvenliğini sağladığı ölçüde, Kürtlerin kazanımlarına saldıracağı da açıktır. İran, Suriye, Türkiye ve Irak’ın aralarındaki sorun ne olursa olsun anlaştıkları tek konu Kürtlere saldırmaktır.
Buna dair çeşitli senaryolar mevcuttur. Türkiye El Bab’tan sonra Mimbiç’e yöneleceğini, bununla birlikte Rojava’dan geldiğini iddia ettiği tehlikeler karşısında güvenliğini sağlamak için askeri operasyon yapacağını söylemektedir. Diğer bir yorum da her ne kadar Moskova Anlaşması’nda PYD’nin adı geçmese de somut bir başlık açılmasa da şimdi Halep’te “muhaliflerin satılması” gibi İdlib’in karşılığında da Rojava’ya saldırıların olacağıdır. Aynı dönemde Barzani’nin Şengal’de PKK’yi gerekirse zor kullanarak çıkaracaklarını söylemesi de çarkların bu yönde işletildiğine delalettir. Bu T. Kürdistanı’nda yürütülen savaşın TC tarafından Rojava’ya ve PKK’nin olduğu her yere daha boyutlu bir şekilde sıçratılması anlamına gelecektir.
Diğer yandan faşist TC devletinin Suriye politikasında geldiği nokta; İstanbul-Ortaköy’de bulunan bir eğlence mekanına dönük yılbaşı gecesi gerçekleştirilen ve en az 39 kişinin yaşamını yitirdiği saldırıyla da görüldüğü üzere ülkedeki kaosu derinleştirmekte ve bu politikanın faturasının ödenmesinin öyle basit olmayacağını, kanlı bir şekilde yaşanmaya devam edeceğini göstermektedir. 2017’nin nasıl geçeceği ve Suriye’deki gelişmeleri “dış” değil, bir “iç mesele” olduğu daha yılın ilk saatlerinde böyle bir şekilde açığa çıkmıştır.
Rojava ve Kürt ulusal özgürlük hareketine dönük savaş hazırlığı ve Suriye politikasının ülkeye faturası… Tüm bunlar tüm devrimci kesimlerin sorumluluğunu büyütmektir.
Mevcut duruma pratik olarak saldırmak!
2015 Temmuz’unda başlayan devletin topyekûn saldırısının başkanlık sistemi ile beraber yeni bir aşamaya geçeceği aşikardır. Faşizmin azgın saldırıları karşısında yürütülmekte ısrarcı olunan salt demokratik sınırlara hapsedilmiş muhalefet tarzı, etkisizliği ve sürece yanıt olmaktan uzak niteliğiyle sistemi güçlendiren bir işlev görmeye başlamıştır. Bu, niyetlerden bağımsız bir şekilde böyle olmaktadır. Reformist ve legalist yöntemler, tüm önemine karşın aynı zamanda sistemin açıklarına işaret edilerek kurumsallaşması ve sağlamlaşmasına da neden olur. Bunun dışında düşmanın açık hedefi durumunda olunduğu için kontrol altında tutulmaları gerektiğinde etkisiz hale getirilmeleri kolaydır.
Durum gerçekten de Nazi dönemine de benzemektedir. Sisteme muhalif kesimler, devrimciler, demokratlar sistem tarafından tek tek susturulmakta, yok edilmektedir. Düşman topyekûn saldırırken devrimci kesimler parçalı durmaktadır. Güçlerin birleşmesi yönlü adımlar yeterince atılmamakta birlikte, atılan adımlar da işlevsizleştirilerek düşmanın darbeleri karşısında savunmasız kalınmaktadır. Tartışıp durmak, süreçleri yorumlayıp durmak, olması gerekeni teorik olarak ortaya koyup yapma iradesini göstermemek, her dönem kaybettirir. Marks dünyayı değiştirmenin en iyi yolu olarak tartışıp duranlara Alman İdeolojisi’nde şunu söylemektedir: “…gerçekte ve pratik materyalist için, yani komünist için sorun, mevcut dünyayı köklü biçimde dönüştürmek, varolan duruma pratik olarak saldırmak ve onu değiştirmektir.” (s. 46)
Bırakalım dünyayı bir bireyin kendi yaşamını değiştirmesi bile lafla olmamıştır. Mücadeleyi ortak düşmana karşı birlikte büyütmeyi savunanların mevcut sürece, hareketsizliğe itiraz edenlerin “varolan duruma pratik olarak saldırmak” dışında bir seçeneği yoktur. Savunulanlar her alanda yaşama geçirilmelidir. Ezilenlerin kazanımlarına yönelik her türlü saldırının karşısında ancak böyle durulur ve devrimci mücadele hakkıyla böyle verilir. Halkların mevcut faşist rejimlere “yıkıl git” demeleri ancak pratik olarak ortaya çıkan güçlü bir direnişle sağlanacaktır.