Makaleler

Emperyalizmin “savaş ganimeti” olarak mülteciler: Suriyeliler, Filistinler, Araft’ta kalanlar

Emperyalizmin “canlı savaş ganimeti” olarak tarif edilen mülteciler bugün dünya genelinde verdikleri yaşam mücadelesi ile gündemde yerlerini koruyor. Devlet politikaları ile sosyal ve politik dışlanma cenderesinde olan mülteciler hiçbir sosyal ve siyasal hakları bulunmuyor. Emperyalist politikaların bir ürünü olarak açığa çıkan ancak varlık itibari ile vicdani betimlemelerin ötesine geçmeyen mülteci sorunu, çözümden ve sorunun kaynağından uzak tartışılmaktadır.

Emperyalizmin bölge politikalarından kurtulmanın yolunun mültecilik olma hali, onu var eden sorunlardan uzak tartışılınca çözümden uzaklaşmış olunur. Emperyalist politikalar sonucu oluşan ve milyonlar olarak tarif ettiğimiz mülteciler dünya geneline savaş açlık ve yoksulluk nedeniyle yayılmış ve buralarda sermayenin sömürü çarkına girmiştir. Dünyaya yayılan ucuz işgücünün artı-değer hesaplamasında yarattığı aşırı kâr tahmin edilemeyecek kadar büyüktür. Zira bugün mültecilerin büyük bir çoğunluğu kayıt dışı çalışmaktadır.

Yazımızda genel anlamıyla Suriyeli mültecilere değineceğiz. Bugün dünya geneline damgasına vuran ve mülteci sorununu kendisi ile birlikte bütünleştiren bir Suriyeli mülteci sorunundan bahsedebiliriz. Bu açıdan Suriyeli mültecilere değinmek birçok açıdan genel olarak mülteci sorununa değinmeyi de beraberinde getiriyor. Suriyeli mültecileri ise Türkiye örneği üzerinden inceleyeceğiz. Ancak yazı içinde Ortadoğu’da önemli bir yeri olması açısından Filistinli mültecileri de ayrıca değerlendireceğiz.

 

Bir dış politika sarmalı olarak Suriyeli mülteciler

Ortadoğu’da dengeleri değiştiren isyanlar sonuçsuz tartışılamaz. Bu sonuçlardan birisi de isyanlar ve bölgede yaşanan katliamlar nedeniyle çeper ülkelerde oluşan mülteci yoğunluğudur. Sadece çeper değil aynı zamanda Avrupa’ya kadar uzanan bu durum ekonomik ve politik dengelerde ciddi değişimler yaratmıştır. Bu etki uzun vadede daha fazla etki yaratacaktır. Türkiye için bir dış politika sarmalı olan ve mültecilere ise mezar olan Suriye politikası emperyalizmin bölgesel politikalarının bir sonucu olarak şekillenmiştir. Her ne kadar hâkim sınıf ve klikleri durumu bir insani sorumluluk olarak nitelendirse de, mülteci sorununu karşın bir “vicdan tutulması” ile karşılasalar da sorunun yaratıcısı olarak bu durumdan muaf değillerdir. Mültecileri bir ekonomik güç olarak kullanmanın yanı sıra aynı zamanda bir siyasi güce dönüştüren devletler arasında en başta TC gelmektedir. AKP’nin iktidarı boyunca batı ile ilişkilerinde geldiği aşama esas olarak Ortadoğu eksenli oldu. Zira tarihsel Milli Görüş deneyiminden gelen ve yeşil, neo-liberal sermayenin yükselişi ile palazlanan AKP Ortadoğu’nun büyük gücü olma hevesiyle çıkışlar yapmıştır. Bu çıkışların en dikkat çekicisi ise “one minute” olmuştur. Ortadoğu halklarına ciddi etkide bulunan bu çıkışın özellikle 1980 itibari ile bölgenin baş çelişkisi konumuna erişen İsrail’e karşı olması TC/AKP’nin siyasal olarak ta iç politika da güçlenmesini sağlamıştır. 2011 yılı itibari ile başlayan isyanlar ve katliamlar neticesinde oluşan yoğun göçleri de bu çelişkiler çerçevesinde elinde tutan AKP mültecileri siyasal bir güce dönüştürmüştür. Bunun en net örneği ise 15 Temmuz darbe girişimi sırasında sokaklarda AKP’nin iktidarını korumak için mültecilerin meydanları doldurmasından akmasından görülmüştür.  

Emperyalizmin bölgesel politikaları ile dünya geneline yayılan mülteciler aynı zamanda bu krizin dünya geneline yayılması anlamına gelmektedir. Vahşet ve katliamdan kaçan milyonlarca insan mülteci konumuna düştükleri ülkelerin ekonomisine doğrudan etki etmektedir. Belki bu etki ilk başlarda kendisini ekonomik bir zeminde hissettiriyor olabilir. Ancak emperyalist kapitalist krizin her açığa çıkışında, her resesyonda, ya da emperyalist politikalar kapsamında mezhepsel ve dini çatışmaların oluşturulmasında ilk hedef her zaman mülteciler olmaktadır.

Emperyalizmin bölgesel politikaları kapsamında bugün 23 milyonluk Suriye nüfusunun 11 milyonu insani yardıma muhtaç hale geldi; 7 milyon kişi ülke içinde yer değiştirmek zorunda kaldı; 4 milyondan fazla Suriyeli mülteci komşu ülkelere sığındı; ülke içindeki ekonomik tahribat milyarlarca dolara ulaştı. Beş milyonu aşan Suriyeli mültecilerin sayısı ortalama her ay yüz bin artıyor.

Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin (BMMYK) Ağustos 2015 tarihli son verilerine göre, komşu ülkelere sığınan kayıtlı Suriye vatandaşlarının en yüksek olduğu ülke 2 milyona yakın sığınmacı ile Türkiye. İkinci sırada 1 milyonun üstünde sığınmacı kabulüyle Lübnan, daha az sayılarda Ürdün, Irak, Mısır gibi Orta Doğu ülkeleri var. Sınırlı bir mülteci kabulü AB’den gelmiş durumdadır. Türkiye’deki mültecilerin büyük bir bölümü kayıt dışı olarak kendi imkânları ile yaşamaktadır. Tüm bunların yanı sıra kavramsal olarak mültecilerin misafir veya sığınmacı olarak kabul edilmesi uluslar arası hukukta devletlerin sorumluluklarını ortadan kaldırmaktadır. Türk devleti Suriyeli mültecileri bir siyasal silah olarak kullanmak gibi bir politikayla kendini dünya kamuoyuna ispatlamıştır. Avrupa birliğine karşı bir tehdit silahı olarak kullanılırken siyasal İslam olgusu içinde eğitilen Mültecilerin bugün SADAT vb. örgütlenmeler içinde AKP’nin gayr-i nizami ordusunun bir bireyi haline getirilmektedir. Suriyeli mültecilerin dış politikanın bir argümanı haline getirilmesini ise TC’nin Avrupa kapılarını açma tehditlerinden görüldü. TC imtiyazlar elde etmek için bu tehditlerle Almanya başta olmak üzere AB ülkelerini tedirgin etti. Hakim sınıfların mültecileri bir“savaş atığı, toksik madde” gibi görme eğilimi iç politika da mültecilere dönük saldırılara kapı aralamaktadır. TC devletinin imtiyaz talebi karşılığında Avrupa ülkeleri mülteciler Türkiye’de kalsın diye tavizler vermektedir. Çok açıktır ki bugün Avrupa’nın birçok ülkesinde TC’nin mülteciler üzerinden hüküm sağlamaktadır. Siyasal tüm olgulara rağmen gerektiğinde devletler TC’nin istihbarat teşkilatı direktifinde kendi hukukunu çiğneyecek şekilde operasyonlar gerçekleştirmektedir. Bunun en net örneği de Almanya merkezli gerçekleştirilen ATİK operasyonudur. Alman devletinin uluslararası hukuku çiğneyecek derece de gerçekleştirdiği bu operasyon Türk devletinin ve istihbaratına verilen tavizleri kapsamaktadır.

Ancak bugün devletlerin Suriyeli mülteciler hakkında anlaşmalara gitmeleri açık bir şekilde hak ihlali anlamına gelmektedir. Uluslar arası insan hakları bildirgesinde mültecilerin Suriyelilerin, her mülteci adayı gibi uluslararası sözleşmelerle tanımlanmış “mülteci hakları” var ve BM’ye üye devletler bu haklara saygı göstermek zorundalar. Demokratik mücadelelerin bir sonucu olarak oluşturulan insan hakları bildirgesinin emperyalist devlet tarafından nasıl ihlal edildiği ortadadır. Suriyeliler kendi yollarını kendileri çizme, mülteci olmaktan gelen haklarını özgürce kullanma hakkına sahipler. Ne kadar AB ile Türkiye kendi kendilerine anlaşmış görünseler de Suriyeliler,  bu anlaşmaya uyarak Türkiye’ye yerleşmek, mülteci olarak Türkiye’yi seçmek zorunda değiller, tüm AB ülkelerine sığınma hakları var.  AB, para vaat ederek, sorunu Türkiye’de bloke etme çabası ile sorumluluktan kaçmaya çalışmaktadır.

 

Araf’ta kalanlar Suriyeli mülteciler

Ortadoğu’daki isyanların en şiddetlisinin yaşandığı ve dengeleri alt üst edecek bir savaşıma tanıklık eden Suriye bugün halen mülteci akınına kaynaklık eden bir ülkedir. Dünya genelinde sayıları 5 Milyon’u aşan Suriyeli mültecilerin en az üçte biri Türkiye’de bulunuyor. Ancak hali hazırda şehirlere yayılmış bir şekilde kayıt dışı bulunan yüz binlerce Suriyeli mültecide kaçak işçi olarak çalışmaktadır. Mart 2011 yılından bu yana kayıt dışı olarak Türkiye’de bulunan Suriyeli mültecilerde hesaplandığında bu rakam 1 Milyon 600 bini çoktan aştığı görülebilir. Gayri resmi rakamlara göre bu sayının 3 Milyona yakın olduğu tahmin edilirken Türkiye’deki Suriyeli mültecilerin yüzde ellisinin 18 yaşından küçük olduğuna da dikkat çekmekte fayda var. Bugün bir buçuk ile iki milyon insan Türkiye’nin iller skalasında Balıkesir, Aydın, Samsun, Diyarbakır, Samsun, Kayseri, Mersin, Konya veya Adana’ya tekabül etmektedir. Yani Türkiye’deki mültecilerin hepsinin bir araya gelmesi endüstrisinden, tarımına kadar bahsini ettiğimiz bu şehirlerden birisini tamamlamaktadır.

Birleşmiş Milletler Enformasyon Merkezi verilerine göre 2 Temmuz 2014 itibari ile Türkiye’de Suriyeli mültecilerin bulunduğu 22 kamp bulunmaktadır. Bu kamplar arasında bölge halkının ve Türkiye’deki devrimci demokratik kurum ve kuruluşların kurmuş olduğu çadır kentler sayılmamaktadır. Türk devleti kendi kampları dışında bulunan diğer kamplara desteklemede bulunmamaktadır. Zira kendi mültecisini yaratma politikası olarak AFAD çadırlarından dış politika için ihtiyaç olan kimlikler yaratılmaktadır. Örneğin Suriye’de DAİŞ saflarında savaşan birçok kişinin AFAD kartları bulunmaktadır. Bu kamplarda ise özellikle MİT tarafından askeri eğitimler verilmekte olup birçok kişi bu eğitimlere katılmadığı için kampları terk etmektedir. Mazlum-Der’in yaptığı açıklamaya göre bugün Türkiye’deki kamplarda Suriyeli mültecilerin sadece beşte biri barınmaktadır.

BM verilerine göre Türkiye bu zamana kadar Mülteciler için yaptığı harcama 5 Milyar doları geçmektedir. Ancak bu harcamanın bahsini ettiğimiz kamplarda ne kadarı mülteciler için kullanılmaktadır; bu bilinmez.

Esas mülteci yoğunluğu kent merkezlerine yayılmış ve insanlık dramının en korkuncunu burada yaşamaktadır. Suriye mülteciler kent mekânda yaşamlarını paylaştıkları “rakipleri” de bulunmaktadır. Ankara, İzmir Antalya, Hatay, Gaziantep ve Şanlıurfa’da çok sayıda Afgan, Nijeryalı, Kenyalı, Iraklı ve Azerbeycanlı da bulunmaktadır. Bu mülteciler ise genelde inşaat tekstil, makine ve matbaa işlerinde çalışmaktadır. Ortadoğu’da yaşanan savaşın yoğunluğu nedeniyle geri dönüş imkânlarının giderek azalmasına bağlı olarak mültecilere ev sahipliği yapan ülkeler iş gücü düzenlemelerinde değişiklikler yapmaktadır. Örneğin Türkiye mültecilerin çalıştırılmasını izne bağlamak için verilecek çalışma izinleri ile ilgili esasları belirlemek amacıyla 4817 sayılı “yasada Suriyeli mültecilerin çalıştırılmasına yönelik düzenlemeler yaptı. Bu düzenleme ile önü açılan patronların sanayi alanında ucuz işgücü olarak mültecileri çalıştırılması sömürü ağının giderek genişlemesi anlamına gelmektedir. Mültecilerin zor yaşam koşullarından istifa ederek sendikasızlaştırma ucuz ve güvencesiz çalıştırma saldırıları birçok sanayi ve işkolunda artmaktadır. Türkiye’nin Suriyeli mültecilere “geçici sığınma” statüsünde ağırlamasının bir nedeni de mültecileri sermayenin can suyu olarak gördüğündendir. Çok çeşitli ve katmanlı olarak açığa çıkan hak ihlali bahsini ettiğimiz bu statü sorunu yani yarım kabul halinin iktisadi açıdan incelenmesi gerekmektedir.

 

Yarım kabulün iktisadi hali ve emperyalist kapitalist pazarın can suyu olarak mülteciler

Bugün dünya genelinde 232 Milyon göçmenin ve 4.5 siyasi mültecinin olduğu, yılda 7.6 milyon insanın savaşlardan dolayı ülkesini terk ettiği, 8 milyonunun köleleştiği ve umut yolcuğunun ölüm yolculuğuna dönüştüğü bir dönemde insan bedenlerinin sermayeye dönüştürülmesi insanlığa yabancılaşmanın en bariz ifadesidir. Ortadoğu’nun enerji rezervlerinin paylaşılması için gerçekleştirilen savaşın bir sonucu olarak mülteciler bu savaşın seyyar ganimetleridir. Uluslararası toplumda sindirme maddeleri olarak yer alan göçmen politikalarının uygulanmasını bir kenara bırakalım mülteciler bugün iktidarların siyasal malzemesi, sermayenin can suyu olarak kullanılmaktadır. Türkiye’nin yarı sömürge ekonomisine can suyu olarak akıtılan mülteciler yarı feodal işgücünü de oluşturmaktadır. Birçok bölgede mülteciler işgücüne katıldığı için saldırılara uğramakta ve işçi sınıfı arasında keskin ve kimi yerlerde katliam ve saldırılara dönüşen bir bölünmeye neden olmaktadır.

1980 itibari ile Türkiye’de göçmen işçiler üzerinden bolca kâr edildi. Türkiye’ye resmi ve kaçak şekilde 350 bin kişi giriş yapmaktadır. Sadece 1980 döneminde Rusya’dan Türkiye’ye 2 milyon göçmen işçi gelmiş durumda. Bu veri aynı zamanda Uluslararası Çalışma Teşkilatı tarafından da doğrulandı. Ev hizmetleri, mevsimlik tarım işçisi, turizm madencilik, tekstil, eğlence sektörlerinde, merdiven altı atölyelerde yerli işçinin çalıştığı ücretin yarısına çalıştırıldı. Bugün açısından da Suriyeli mülteciler içinde bu durum aynıdır. Yarım kabul ediş hali içinde geri gönderilme tehdidi altında insan haklarından aykırı olarak patronların insafına terk edilen bu gölge iş gücü Marks’ın tarif ettiği gibi “sermayenin hafif piyadeleri” olarak günden güne büyümekte ancak kimse bu büyümenin farkına varmamaktadır. Bir nevi “kronik vatansızlık” olarak öne çıkan bu durum insanlık istismarını arşa çıkaran mağduriyeti ekonomik ve politik kâra dönüştüren bir özelliğe sahiptir.

Her ne kadar mültecilerin büyük bir kısmı Irak, Afganistan, Pakistan ve İran’dan gelse de son yıllarda Romanya, Ukrayna, Rusya, Bangladeş ve Gürcistan’dan da önemli ölçüde Türkiye’ye mülteci akınından bahsetmek mümkün. Suriyeliler ise bu zincirin son ve en belirgin halkasını oluşturuyorlar. Bugün özellikle küçük ve orta kademeli işyerleri ucuza, esnek çalışan, uzun saatler boyu çalışabilecek, vardiya pazarlığına girmeyecek, işçi haklarından, haklarını aramayacak ve can tehlikesi kapsamında dahi her şeye evet diyebilecek iş gücünü istihdam etmek istiyor. Bunun için ise mülteciler biçilmiş kaftan. Bugün açısından mültecilere dönük yaptırımlar ve düzenlenen yasalar esas olarak kol emeği rantından daha fazla istifade etmek daha fazla artı değer üretmeyi sağlamaktır. Örneğin Beykoz’da bir fırın sahibi yanında çalışan Suriyeli bir mülteciyi işten ayrılmasın diye önce parasına el koyuyor. İşçi yinede işten ayrılmak isteyince bu kez de işçiyi ayağından 9 metrelik bir zincirle bağlayarak çalıştırıyor. Bu şekilde işten kalmayı başaran işçi polise verdiği ifadede “1000 lira parama el koydu paramı versin şikayetçi olmamayım” diyor. (bkz:19 Mayıs 2012 Radikal)

Mültecileri asgari ücretin altında çalışarak yılda 432 milyon SGK ve vergi ödemeyerek 1 milyar 60 milyon kâr elde ediliyor. Son 15 yılda mülteciler üzerinden elde edilen kâr 12. 2 milyar doları geçmektedir.

 

Mülteciliğin görünmeyen yüzü kadınlar

Ortadoğu’da yaşanan savaşın esas mağduru olan kadınların mültecilikte de esas mağdur olduğu, zulmün, istismarın ve sömürünün esas yüzü bir gerçektir. Bugün kamplarda mültecilerin % 49’unu kadınlar oluşturuyor. 50 yaş üstü yalnızca % 5 olup kamp içinde ve dışında Suriyelilerin % 67’si evlidir. Yapılan saha araştırmaları neticesinde kadınların % 17’si hamiledir. 2011 yılından bu yana doğan çocukların kayıtları bulunmamakla beraber devlet tarafından herhangi bir destekleme veya eğitim alamamaktadırlar. Ev içi emeğe kapatılan kadının mültecilik yaşamında değişmeyen toplumsal rolü daha da ağırlaşmakta çadırlara kapatılmaktadır.

Türkiye’de yaşayan Suriyeli kadın mültecilerin yaş oranlarına baktığımızda en yoğun yaş grubunun çalışma çağı nüfusu olarak tanımlanan 19-54 yaş aralığında olduğu söylenebilir. Yani sonuç olarak Suriyeli mülteci kadınların % 87’si emek gücüne katılabilecek yaştadır. Ancak hemen hepsinin ev içine kapatılması neticesinde bir mesleği bulunmamaktadır. Kadınların okuma yazma oranlarına baktığımızda ise okuryazar olmayanların oranı % 21, ilkokul mezunu % 35, ortaokul mezunu % 20, lise mezunu % 10’dur. Üniversite mezunu % 6 oranındadır. Yaşanan savaşın ardından mültecilik şartları ve koşulların insani değerlerden uzak oluşuna rağmen kadına dönük saldırı aralıksız sürmektedir. Her ne şekilde olursa olsun sonuç olarak mülteciler bir nevi aile yapılanması ile bulunmaktadır ve bu koşullar altında dahi eşlerinin cinsel saldırıları ile karşı karşıya kalmakta ve kadın bir bedensel olarak ev içi bir meta olarak görülmekten kurtulamamaktadır. 2011 yılından bu yana Suriyeli mülteciler içinde 11.249 doğum meydana gelmiştir ve tüm bu doğumların hepsi kadınların istekleri dışında gerçekleşmiştir. Özellikle bu doğumları gerçekleştiren kadınların yaş ortalamaları 13-14’tür. Bu tablo aynı zamanda sadece kadına dönük bir saldırıyı değil toplumsal kesimin önemli bir evresi olan çocuğun da cinsel istismarı anlamına gelmektedir. Suriyeli mültecilerin yoğun olarak bulunduğu Ürdün, Irak, Lübnan ve Türkiye’de kadınlara dönük saldırılar hat safhadadır. Mülteciliğin getirdiği yaşam koşullarında kadınların, kız çocuklarının en çirkef tabiri ile “satılmaktadır.” Mülteci aileler kız çocuklarını mülteciliğin yaşam koşullarını düzeltecek bir meta olarak görülüp satmaktadır. Bu oran ise 2011 yılından bu yana % 22 oranında artmıştır. Bu durum aynı zamanda insan tacirlerinin ağını genişletecek zemin sunmaktadır. Başlık parası daha ucuz diye Türkiye Kürdistanı’nda Suriyeli çocuk gelin almak isteyenlerin sayısı oldukça fazladır. Bu durum belki mağdur olarak yorumlayacağımız mülteci erkeklerin DAİŞ türü bir kadın pazarı oluşturduğunu söyleyebiliriz. Toplumsal çelişkilerin ve çıkmazların bu çirkef durumu böyledir. Ezilmişliğin kendi içinde taşıdığı iktidara en net ifade bu örnektir. Zira mülteci ve ezilmişlik konumunda olan erkek kendi mülteciliği içindeki iktidarı ve kadınlara dönük tasarrufu ile kendisini toprağından alı koyan emperyalistler ve tekfirci çetelerden bir farkı yoktur. Mağdur olarak acınanların, vicdanları titretenlerin düşünce tasarrufları kadınlar karşısındaki konumlanışı Ortadoğu’yu kana bulayanlardan farksız değildir. Bu yaşanlara ilişkin birkaç gazete haberi dikkat çekici olacaktır.

“Suriyeli çocuklar için eğitim veren bir kurumun müdürü S. Bey’in ilk karısı Hatay’dan, ikincisi Suriye’den. S. Bey, eşinin bu duruma ne dediğini sorduğumuzda konuyu “Batılıların ahlaksızlığına” getiriyor:

İkinci hanımımı 5 yıl önce Suriye’den aldım. Şimdi 43 yaşında. Üniversitede ilahiyat hocasıydı. Savaştan sonra buraya yerleşti. Şimdi apartmanın üstünde o, altında ilk hanımım yaşıyor. Batı, kadına saygılı olduğunu iddia ediyor. Peki kadını, eşyanın reklamında kullanan kim? Bir de İslamı eleştiriyorlar; birden fazla evliliğe müsaade ediyor diye(27 Ocak 2014 Milliyet)

Suriyeli gelinler, savaştan önce de talep görüyordu. Ancak savaştan bu yana ikinci, üçüncü eş olarak Suriyeli kadınlarla imam nikahı yapanlar arttı. Herkesin bildiği bir sır bu. Özellikle Hatay, Urfa ve Kilis, “Suriyeli kuma”da başı çekiyor. Görüştüğüm bir “aracı”, Bayburt’tan Afyon’a Suriyeli gelinlere talep olduğunu anlatıyor. (27 Ocak 2014, Radikal)

KA-MER Mardin Şube Başkanı Tülay Elçioğlu Suriye savaşından bu yana, bölgede çokeşlilik oranında gözle görülür bir artış olduğunu aktardı. Elçioğlu 2013 yılında iki bin civarında haneyi ziyaret ettiklerini ve özellikle Mardin’in Kızıltepe ilçesinde Suriyeli kumalara sıklıkla rastladıklarını anlattı. (8 Şubat 2014, bbc.com)

Suriye’deki iç savaşla birlikte aileleriyle Türkiye’ye sığınan Suriyeli kızlar, hayatlarında bir kere bile görmediği yaşlı ve zengin erkeklere “süt parası” adı altında veriliyor.

Bu pazarlık, en fazla Suriyeli mültecinin bulunduğu Gaziantep ve Kilis’te ön plana çıkıyor. İki kentte bu işin piyasası oluşmuş durumda.

Daha çok maddi durumu yerinde olmayan ve kamplarda kalmayan aileler bu düzenin hedefinde… Taraflar arasındaki iletişim ve her türlü para trafiği aracı ya da komisyoncular tarafından sağlanıyor(27 Ocak 2014, Aljazeera)

Zaten toplumsal cinsiyete dayalı olarak baskı altında olan kadınlar savaş ve mültecilik durumunda bunun en ağırını yaşamaktadırlar. Bu açıdan Ortadoğu’da yaşanan emperyalist savaşın ve bunun sonucu olarak açığa çıkan mülteci sorununu cinsiyete dayalı bir şiddet sorunu olarak da tanımlayabiliriz. Kadın kimliğinin ve bedeninin nasıl metaya dönüştüğünün alenen açığa çıktığı bu durumun tarihçede antikçağlara kadar giden savaşta tecavüz sorunundan farksız değildir. Yani emperyalist savaşın ( buna asimetrik işgal de dahil) cinsiyete dayalı erkliği üreten ve aynı zamanda erkin kadın bedenindeki saldırganlığını açığa çıkartan bir savaş olduğunu söylemek yanlış olmaz. Kadınları seks objesi olarak görmesinden kaynaklanan fırsatçı tecavüzlerinin yanı sıra, ordular tecavüzü sıklıkla bir silah olarak kullanmışlardır. Bu durum mülteci erkekler içinde farklı bir boyut kazanmaktadır. Tarih boyunca savaşlarda kadına dönük saldırı düşmanı demoralize etmek içinken kendine de moral verme aracı olarak kullanılmaktadır. Mülteci kamplarındaki erkeklerin kadına dönük saldırıları da ekonomik ve psikolojik bir refahı yaratmaya dayanmaktadır. Yani her ne kadar mülteci konumuna düşerek savaştan kurtulunmuş olunsa da kadın açısından savaş ve bunun sonucu olarak katliam ve sömürü devam etmektedir. DAİŞ elinde esir olmayan kadınların mülteci kamplarında kendi erkleri tarafından esir alındığı ve hatta yaşam alanlarında da cinsel ve psikolojik saldırılara maruz kaldığı açık bir gerçektir. Bugün dünya üzerinde her yıl iki milyon civarında kadının ve kız çocuğunun erkeklerin cinsel pazarında satılmaktadır.

Bu açıdan mülteci kadınlar açısından toplumsal cinsiyete dönük saldırıları beş kategoride ayırabiliriz.

1- Çatışma sırasında, kaçıştan önce:

2- Kaçış sırasında:

3- Sığınma ülkesinde:

4- Geri dönüş sırasında:

5- Yeniden entegrasyon sürecinde:

Bahsini ettiğimiz bu beş madde kadına dönük saldırının aralıksız devam ettiğini ve sistematik olduğunu göstermektedir. Özellikle yeniden entegrasyon süreci kadına dönük saldırının mevcut sistem için kaçınılmaz bir gereklilik olduğunu göstermektedir. Zira kadın bedeni üzerinden yürütülecek politika ve saldırılar erk sistemin üretimini ve istikrarını hedeflemektedir. Yani sonuç olarak savaşlar ve bu kapsamda mülteci kadınların sorunu münferit değil ancak saldırının farklı bir evresi olarak tartışılabilinir.

 

Toplumsal dışlanma ve Suriyeli mülteciler

Samir Kassir arap talihsizliği adlı eserinde şöyle bir ifade kullanmaktadır; “Bugünlerde Arap olmak pek de hoş değil” bu ifade kendi içinde birçok yerden anlamlandırılabilir. Ancak Kassir bunu söylerken esas olarak son dönemlerde savaş ve katliam nedeniyle mülteci konumuna düşen insanların toplumsal dışlanmaya maruz kalmalarından bahsediyor. 2011 yılının ardından Suriyeli mültecilerin giderek artması ve TC’nin bu kitleyi misafir olarak tanımlanması toplumsal algıda da bir kanı yarattı. TC devletinin Suriye’deki faktörünü görmeyen oldukça geniş bir kesim Suriye’de yaşananların bir iç dinamik sorunu olduğunu ve bu dinamikleri de Suriyeli mültecilerin taşıdığını (DAİŞ’li olma iddiası) varsayarak birçok bölgede saldırılar gerçekleştirdi. Neredeyse tüm göç ve mülteci durumlarında bir açığa çıkan bir oldu olarak ırkçı saldırılar esas olarak mevcut iktidarların yararınadır. Zira iktidarın kendi kanalından akacak suyun politikasını kimsenin bilmemesi ve milliyetçiliği ve şovenizmi yükseltmenin bir aracı olarak bu ırkçı saldırıların iktidara güç taşıması gerekmektedir.

Tarih boyunca şovenizmle beslen TC azınlık inanç ve milliyetlere dönük politikaları bilinmektedir. Şovenizm damarlarının kanla beslenmesi için azınlık inanç ve milliyetlerin kanı ile beslenmiştir. Bugün açısından hedeflerden birisi de Suriyeli mültecilerdir. Şovenizm ve bir pratiği olarak linçler tarih boyunca bir yafta ile ya yok sayıldı ya da yumuşatıldı. “Tehlikeli gerginlik” adıyla yumuşatılmak istenen linç ve girişimleri bugün açısından mültecilere dönük saldırılarda kullanılmaktadır.

Mültecilerin sınıra yakın şehirlere yerleşmesinin ardından linç literatürüne bir yenisi daha eklendi; “Arap Linçi” Maraş, Urfa, İstanbul, Ankara, Antep gibi Suriyeli mültecilerin yoğun yaşadığı bölgelerde linçler gerçekleştirildi. Özellikle Antep’te Suriyeli bir mültecinin ev sahibini öldürmesinin ardından ellerinde sopalı ve bıçaklı kesimlerin Suriyeli mültecilere saldırması, ev ve iş yerlerini yağmalaması aslında toplumsal hafızada dönemi hatırlatmaktadır; 6-7 Eylül.

Suriyelilere dönük bu saldırılar çeşitli biçimlerde sürekli devam ederken bunun ekonomik ve siyasal zeminleri de üretilmektedir. Zaten ucuz işgücü olarak patronların sermayesine can suyu olarak sunulan ve TC devletinin bunu sürekli üretecek politikaları üretmesi toplumsal sorunları da üretmektedir. Sorunu olgunun özünde aramayan bakış açısının getirisi olarak sorun bir devlet politikası olarak değil Suriyelilerin ülkede bulunması olarak yorumlanmaya başlanmıştır. Mültecilerle birlikte ev kiralarının artması, ucuz iş gücü ve hatta köle olarak çalıştırılmaları ve bunun toplumsal dokudan ekonomiye kadar değişimleri beraberinde getirmesi esas anlamda sorunun zemini olarak öne sürülmektedir. Konuya ilişkin yapılan birçok saha araştırmasında ve röportajda tarif edilen gerekçeler olarak bunlar ileri sürülmektedir. Sorunun bir dış politika sorunu olduğu, bir devlet politikası olduğunu bilmemenin ve kavramamanın bir getirisi olduğu açıktır. Mültecilere dönük saldırı için ileri sürülen bu gerekçeleri üretecek bir şovenist toplumsal hafıza da hazırda bekletilmektedir. Eğitim sisteminde bir ezber olarak zikredilen “Araplar bizi arkamızdan vurdu” anekdotu bugün çokça kullanılmaktadır. Faşist Kemalist ideoloji ile harmanlanmış eğitim sisteminin başarılı bir ürünü olarak Araplar Ortaçağ karanlığında debelenen ve modernleşmenin tarihsel olarak hep gerisinde kalmaya mahkûm bir karikatür olarak resmedilir. Faşist Kemalist ideolojiden beslenen bu düşünsel akımların ortaçağda debelenmiş ve onun kuytu bataklıklarından beslenen düşünceler olduğu bir gerçektir.

Bugün muhayyel bir Arap algısının siyah zannedildiğinden siyah köpeklere Arap isimlerinin takılması, anlaşılmayan bir durum olduğunda “anladıysam Arap olayım” ya da kirlik üzerine kurulu olan “Arap saçı” tariflemesi toplumsal önyargıları besleyen yaklaşımlardır. Bu yaklaşımların bir şekilde aktarımı bugün şovenist saldırıları körükleyen etmenlerdir.

Toplumsal algının zayıflığından da beslenen bu saldırılar özellikle son dönemlerde DAİŞ vb türevdeki tekfircilerin varlığı ile şiddetlenir bir hal aldı. Ortadoğu’da çeşitli biçimlerde katliamları ve vahşetleri ile gündeme gelen DAİŞ’in bugün her Suriyeli mültecinin bir kimliği olarak görülmektedir. Her Arapça konuşanın, kısacası her Suriyelinin DAİŞ’li olduğuna dair tahayyül oldukça yaygınlık kazanmıştır.

 

Basında Suriyeli mülteciler ve misafir olma hali

İller sıralamasında Suriyeli mültecilerin en çok yaşadığı il olan Antep’te yerel ve ulusal basında Suriyeli imgesi oldukça dikkat çekicidir. Bu imgenin tarif edilmesi belki tek bir bölge olarak Antep ama aslında genel olarak Suriyeli mültecilere dönük bakış açısına dair bilgiler sunmaktadır.

Suriye’de savaşın başladığı ilk günlerde şehre gelen Suriyeli mültecilere ilişkin Gaziantep yerel basınında misafirlik vurgusunun ön plana çıktığı görülmektedir. Bunun TC devletinin geleneksel misafirperverlik miti olduğundan kuşku yoktur. Suriyeli mültecilerin misafir olduğuna dair algının dönemin Gaziantep Büyükşehir Belediye Başkanı Fatma Şahin’in yerel basına yansıyan açıklaması dikkat çekicidir.

Bugün itibari ile Türkiye Cumhuriyeti’nin hükümeti, sivil toplum kuruluşları ve Türkiye halkı burada muhteşem bir başarı hikayesi gösterdi ve evini, gönlünü, toprağını, yüreğini kardeşlerine, misafirlerine açtı. Kısa vadede kesin bir çözüm gözükmüyor. Özellikle kendi bölgemiz ve kendi şehrimizde daha yapısal dönüşümlerin ve bugün toplumun kendi içerisinde yaşadığı birtakım sorunlara bir model oluşturmak ve burada kendi vatandaşımızın memnuniyetini, kendi vatandaşlarımızın hakkı ve hukukunu koruyarak, mülteci dostlarımızın sorunlarını da beraber yürütecek bir modele ihtiyacımız olduğunu düşünüyoruz.”(Milliyet, 29 Mayıs 2014)

Mültecilerin misafir olarak görülmesi umduğunu bulan değil bulduğu ile yetinme hali gibi öncelikli olmayan bir statü tanımlamasıdır. Bu tanımlama ile Türkiye halkına benimsetilen mültecilerin durumlarının anore edilmesi ve Türkiye sınırları içinde mülteci sorununun gündeme getirilmemesi hedeflidir. Örneğin muhafazakar araştırmacı yazar Ebubekir Kurban’ın “Türkiye sığınak bir ülke. Kırım’dan, Ortadoğu’dan, Halepçe’deki katliamdan kaçan kardeşlerimiz Türkiye’ye gelmişler, Gaziantep’e gelmişler. Balkanlardan gelen kardeşlerimiz de Türkiye’ye gelmişler, sığınak mekan olarak görmüşler. Suriyeli mülteciler de Türkiye’de. Burada onlara da çok güzel şefkat gösteriliyor. Onlarla arkadaşlık yapılıyor. Yapmamız da lazım. Daha çok ilgi göstermemiz lazım. Benim çığlığım bu. Gaziantep’te bunu söylemeye geldim”(Milliyet, 9 Mayıs 2014) açıklaması mülteciler için bir dışsallığın ifadesidir.

Mevcut bu açıklamalarda Suriyeli mültecileri, mülteci olarak görmeme, misafir olarak yarın bir gün gidecek bir kitle akını olarak görme algısı vardır.

Özellikle Suriyeli mültecilerle birlikte emlak piyasasının giderek yaygınlık kazanmıştır. Zaten piyasalaşmış olan bu sektör mültecilerle birlikte daha da karmaşık bir hal almıştır. Emlak alanlarının meta değeri artar olmuştur. Buna paralel olarak toprak üzerinden şekillenen milliyetçi algı güç kazanmıştır. Bu nedenle “Küçük bahçeyi sanki epeydir bir “emlak” haline gelmemiş gibi şu anda bile şefkatle sulayan ama girmek isteyebilecek yabancıyı da korkuyla geri çeviren el, siyasal mültecinin sığınma talebini de reddetmiştir” (Theodor Adorno/ Minima Morali/Ayrıntı Yayınları/s. 35) bu nedenle eve gelen mülteci, buraya gitmek için gelmiş olmalı, girmek için değil. Toprak üzerinden kutsanan milliyetçi şoven algı, mültecinin mülkiyetini ekonomik ve bir kültürel kayıp olarak görmektedir. Her şeyden önce şovenistler için misafir geldiği evde kalıcı etki yaratmamalıdır. Bu açıdan sadece bir ev veya mülkiyet üzerinden Suriyeli mülteciler bir “sığınmacı” olarak tariflenmekte ve birçok haktan mahrum olarak bulduğuna şükretmeye zorlanmaktadır. Bu açıdan misafirin “ev”e yönelik bir tehdit oluşturduğunda lince kapı aralanmaktadır. Zira burası “Türkiye ya sev ya da terk et.” Bu algı üzerine kurulan ve toplumsal inşası bu şovenist metafor üzerine yeşertilen bir ülkede mülteci hak talep ettiğinde ise şöyle bir haber gündemde yer bulur; “Dünkü yaşanan olayın ardından olaya tepki gösteren birçok öfkeli vatandaş, kentin çeşitli yerlerinde eylem yaptı. Kentin sokaklarını savaş alanına çeviren vatandaşlar, onlarca Suriye plakalı aracı taş ve sopalarla kullanılamaz hale getirdi. Önüne geleni yakıp yıkan öfkeli kalabalık 10’a yakın mahallede önüne çıkan Suriyeli sığınmacılara da saldırdı.” (Milliyet, 13 Ağustos 2014)

Basına yansıyan bu misafirlik hali esas olarak dış politikanın bir ganimeti olarak nitelendirilmektedir. Suriyeli mülteciler ucuz işgücü olarak kullanılmasından bahsettik. Bu durumun basın alanındaki yansımaları da oldukça fazladır. Örneğin Suriye krizini Fırsata çevirdik başlığı ile telegraf.com’da çıkan haberde Gaziantep Halıcılar Odası’nın Suriye krizi ile birlikte oldukça geniş bir yelpazede büyüyen kâr oranlarından bahsetmektedir. (bkz: telegraf.net. 24.05 2014)

Suriye’deki iç savaştan kaçan sığınmacılar ekmek, işveren ucuz iş gücü derdinde olunca, Gaziantep’te Suriyeli işçi pazarı kurulmaya başladı. Boş bir parkı mekan edinen sığınmacılar, gün boyu kendilerine iş verecek bir işveren bekliyor. Suriyelilerin çoğunun 10 TL yevmiyeye bile razı olduğu belirtildi. (telegraf.net )

Hiç kuşkusuz bu bu bahsini ettiklerimiz ve alıntılar bir sürecin evresidir. Yani Suriyeli mültecileri bu kadar zaman dilimi içinde meşru kılan zenginlik üretmeleri ya da sermayeye cansuyu olmalarıdır. Zenginlik üretiminin durması veya sermayenin bu alanda bir güce dönüşmesi bir krize neden olur. Mülteciler içinde durum böyledir. “Yurtsuzlar arasındaki ilişkiler, toplumun yerleşik üyeleri arasındakilerden bile daha zehirlidir. Bütün vurgular yanlıştır, bütün perspektifler çarpık. Özel yaşam, bir vampir gibi, her zamankinden daha hırslı, daha gözü dönmüş bir halde öne çıkar: Artık var olmadığı için, hala canlı olduğunu kanıtlamaya çabalamaktadır.”(Adorno Minima Morali/ayrıntı yayınları/2005) Bu durum toplumsal kutuplaşma için bir zemin yaratır. Medya bunu üretir. Dil değişir. Çünkü abu canlılık veya durgunluk bir tehdittir. Kendi çelişkileri ile koşullar kapsamında varolmaya çalışan mültecilerin mücadelesi şovenizmi körükleyen bir yerde kendine yer bulur. Ve sonuç düzen bozanlara dönüşür.

Bir zamanlar “Nur yağıyor” diye anılan Bit Pazarı da Suriyeli sığınmacılardan nasibini aldı. Günde 10 -15 liraya çalışan Suriyeliler, maaşları daha iyi olan personeli işinden ederek zarar verdi.” (Telegraf.com)

Atatürk Bulvarı esnafı, iş merkezlerini kiralayan Suriyelilerden rahatsız. Suriyelilerin giyim kuşamlarına dikkat etmeden, pencere önlerinde oturduklarını söyleyen esnaf bundan hem çalışanlarının hem de müşterilerinin rahatsız olduğunu belirtiyor. (Gaziantep27.net)

Bir zamanlar misafir Suriyeli mültecilerin misafirlikler bu şekilde birmiş oluyor. Ve bir zamanlar kardeşlik ve misafirperverlik gücükleri çizen medya linç kültürünü geliştirmeyi hedefliyor.

Gaziantep’te yaşayan ve ekonomik durumu iyi olan Suriyeli gençler, araçları ile Gaziantep sokaklarında dolaşıp, gözlerine kestirdikleri kızlara Türkçe bilmedikleri için kâğıda yazılı notla arkadaşlık teklif ediyorlar.”(Gaziantephaber.com)

Bahsini ettiğimiz bu yaklaşımlar münferit olarak Gaziantep örneği olabilir ancak sorun genel olup azınlıklara, yoksullara ve mültecilere dönük hâkim sınıf ideolojisinin bir ideolojik ve kültürel bombardımanıdır. Öde yandan R. T. Erdoğan’ın markalaşan şehir adıyla övdüğü Gaziantep Suriyeli mülteciler ile bir kriz yaşıyor. Zira Suriyeli mülteciler tüm süzen bozan nitelikleri ile şehrin cazibe merkezi olma, yani markalaşma iddiasına göstergesel bir set çekiyor. Günümüzde neo-liberal kent politikaları kendi ayrıcalık ve biriciklerini pazarlama nesnesi haline getirebilmek her şeyden önemli görülmektedir. Bu açıdan “temizliğin” başlaması yani linç be katliamlar kendini dayatıyor.

 

Kendi toprağında mülteci olma hali: Filistinli mülteciler

Filistinli mültecilerin uzun yıllardır sürdürdükleri yurda dönüş, mallarının iadesi mücadelesi Filistin halkının özerklik mücadelesi ile iç içe geçmiş durumdadır. Bu durum Filistinli mültecilerin ulusal mücadelesini şart koşmakta ve bu durum kendini birçok bölgede mülteci mücadelesi ile değil de Filistin ulusal kurtuluş mücadelesi kimliğiyle öne çıkarmaktadır. Bu açıdan diyebiliriz ki Filistinli mültecilerin mücadelesi toplumsal tanınma esasına dayanan geniş bir yelpazede talepleri olan bir mülteci sorunudur. Bu açıdan Birleşmiş Miletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nde (BMMYK)Filistinli Mültecilerin sorunu ayrıca eklenen birkaç madde ile ayrıştırılmıştır ve bu bünye neticesinde Filistinli mültecilerin sorunlarını içine alan BM Filistin Uzlaşma Komisyonu kurulmuştur. Ancak bu birim komisyon ortaya koyduğu “temsil” ettiği talepleri ile Filistin sorununu “çözme” ve “uzlaşma” politikaları hayata geçiremedi. Zira Filistin sorunu gibi Ortadoğu’nun yakıncı sorunlardan birisinin yaratıcısı olarak BM’ye sunulması Filistinli mülteciler açısından bir çözümsüzlük hedefi taşımaktadır. Filistin sorununun bir yaratıcısı olarak BM içinde kurulan “çözüm odaklı” bir komisyonun başarısı mevcut siyasal konjonktürde mümkün gözükmemektedir. Zira Komisyon sadece Filistinli mültecilere belli yardımlardan öteye geçememiş ve 2 yıl sonra kendini BM Yardım ve Çalışma Birimi’ne (UNRWA) devretmiştir.

Filistinlilerin bu gün dünya gelinde mültecilik başvuruları İsrail’in Filistinlilere Vatandaşlık vermemesi nedeniyle başarısızlıkla sonuçlanmaktadır. Dünyada milyonlarca Filistinli mülteci gittikleri ülkelerde dahi İsrail’in baskısı ile karşı karşıyadır. Zira bugün İsrail’in Filistinlilere vatandaşlık vermesi aynı zamanda İsrail’in Filistin ulusuna dönük yaptırımlarına gayrimeşru ilan etmesi anlamına gelmektedir. Bu zamana kadar İsrail’in bu politikayı izlemiş olması bölgede estirdiği yağma ve talan politikalarına, katliamlara meşruluk kazandırma gayretindendir. Belirli bir bağlama oturtulmadığı sürece mültecilik sorunu ciddiyetle ele alınamaz. Zira onu oluşturan zemin sorgulanmazsa zaten mültecilik ve sonuçları algılanamaz. Bağlam önemlidir. Çünkü bağlam bir olayın nasıl anlaşılacağını çerçeveler. Örneğin bir haber, olayların daha genel anlamda tasvir edildiği durumda “tematik” çerçevede bağlamlandığında kamuoyu onu sisteme hamleder. Bu açıdan bugün mülteci sorununa bu şekilde yaklaşmamak, yani onu bir şekilde sistemin derinliklerindeki toplumsal politikada aramamak meseleyi sadece bir “vicdan tutulması”na indirger. Bugün oldukça geniş bir kesim mülteci sorununu tarihi- güncel politika bağlamından kopartarak ele almaktadır. Ancak ne var ki özellikle Filistinli mülteciler sorunu tarihi bağlamıyla ele alınmalıdır. Zira 1948’de İsrail siyonizmi emperyalizmin politikaları doğrultusunda Filistin topraklarında sistematik bir etnik temizlik” başlattı. Filistinlilere dönük katliam ve tehcir politikaları bugün halen devam ederken bugün UNRWA ve Filistinli Yerleşmeci ve Göçmen Hakları için Badil Yardım Merkezine göre, 7 milyon olduğu tahmin edilen Filistinlinin Dünyada zorla yerinden edilen en büyük ulusu oluşturmaktadır. Zorla yerinden edilen Filistinli mültecilerin üçte biri Gazze Batı Şeria, Ürdün, Suriye ve Lübnan’daki mülteci kamplarında kalmaktadır. Geri kalan mülteciler ise dünyanın çeşitli yerlerinde ucuz iş gücü pazarında sömürüye tabi tutulmaktadır. Ülke içi yerinden edinmeleri ve uygulanan politikalar Filistinli mültecileri kendi topraklarında mülteci konumuna getirmiştir. Bugün Badil’in verilerine göre 2007-2008 yılları arasında Filistinli mültecilere dönük istatistikler şu şekildedir;

 

Tablo1: Filistinli mülteciler ve ülke içi yerinden edilen insanlar hakkında istatistik (IDPS)

Yıl UNRWA Kayıtlı olan Mülteci: UNRWA kayıtlı olmayan mülteci 1948’de İsrail’deki IDPs
2007 4,510,510 975,190 325,441
2007 4,671,811 1,014,741 335,204

Kaynak: Filistinli Yerleşim ve Göçmen Hakları İçin Badil Kaynak Merkezi

Filistinli mültecileri diğer mültecilerin siyasal sorunlarından ayıran bir başka sorun is ülkeye dönüşün yasalarla yasaklanması. İsrail’in Siyonist politikaları nedeniyle bugün milyonlarca Filistinli ülkesine geri dönüş yapamıyor. Bu aynı zamanda dünyadaki en büyük sürgünü politikası anlamına gelmektedir. Yani ülkelere göre milyonlarca Filistinli mülteciyken İsrail’e göre milyonlarca Filistinli ülkeye giriş yasağı olan birer sürgün.

Dünyanın birçok yerinde mülteci olarak yaşan Filistinlilerin iltica ettikleri ülkelerde hiçbir siyasal ve sosyal hak elde edemeyişi topraklarındaki işgalin sosyal ve siyasal boyutlarıyla ilgilidir. En son hazırlanan resmi rakamlara göre İsrail devleti tarafından tanınmayarak mülteci statüsü kazanamayan Filistinli mülteci sayısı iltica edilen ülkelerle beraber şu şekilde;

 

Tablo2: İltica edilen ülkelerde mülteci statüsü kazanamayan Filistinli sayısı

İltica Edilen Ülke Mültecilerin Sayısı
Ürdün 1.880.740
Suriye 446.925
Lübnan 411.005
Mısır 42.974
Suudi Arabistan 291.778
Kuveyt 36.499
Körfez ülkeleri 112.116
Irak ve Libya 78.884
Diğer Arap ülkeleri 5.887
Kuzey ve Güney Amerika 183.767
Diğer ülkeler 234.008

 

Sonuç olarak

Emperyalist kapitalist sistemin pazar krizinin bir sonucu olarak şekillenen bölgesel savaşlar gelinen aşamada ciddi bir evreye ulaşmıştır. Emperyalistler arası gerilimin savaşa savaş boyutuna vardığı bu evrede halk kitlelerinin bir savaş ganimeti olarak kullanıldığı ortadadır.

Esneklik ve taşeronlaştırma, emperyalist kapitalist sistemin işçi sınıfına çok boyutlu ve son derece kompleks özelliklere sahip bir saldırı stratejisidir ve mülteciler bugün bu saldırının kapsamındadır. İşçi sınıfının bilincine dönük bir saldırı olan ve sonuçları açısından sınıfı bölen ve bir enkaz ortaya çıkartan bu karşı devrimci saldırıya karşı kayıtsız kalmak açık bir şekilde yenilgidir. Her şeyden önce Ortadoğu’da isyan, katliam ve emperyalist talan neticesinde ortaya çıkan gerçek karşı-devrimin her koşulda zaferi ve sınıf bilinci ve öfkesinin tahrif edilmesidir.1960’ta başta OECD ülkelerinin sermayesinde yaşanan kâr düşüşü 1970’lerin başında kapitalizmin girmiş olduğu kriz’de temel olguyu oluşturuyordu.  Bu olgu emperyalist kapitalist sistemin daha fazla saldırganlığı anlamına geliyordu. Bu kapsamda kar oranlarındaki düşüşü engellemek ve talebi canlandırmak yönünde yeni bir sermaye birikim rejimi inşa etti. Bu süreç her sermaye birikiminde olduğu gibi sınıf mücadelesinde yeni bir yöntemi açığa çıkardı. 1980’de dünya geneline uygulanan neo-liberal politikalar bir krizin sonucu olarak ortaya çıkarken bu aynı zamanda geri bıraktırılmış ülkelerde ekonomik ve yasal değişimleri öngörüyordu. Askeri faşist cuntalarla devreye sokulan bu politikalar sınıf mücadelesi geriletmek ve özellikle demokratik devrim çelişkisi içinde bulunan ülkelerde İslami mücadele ön plana çıkartılarak sınıf mücadelesi hapsedilmek istendi. Bu durum özellikle Ortadoğu ülkelerinde Marksizm’in izini silmek amacını taşıdı.

Ortadoğu’nun çelişkilerinin bugün bölgede İslami hareketlere mahkum edilmesi ve hatta başta Türk hakim sınıflarının iç ve dış politikada riyakar bir şekilde İslami argümanlara sığınması ve buradan beslendiğinden bahsedebiliriz. Dolayısıyla neo-liberal politikalar emperyalist kapitalist sisteminin pazar savaşında yeni hamleleri ve atağını ifade etmektedir. Bu evrede sınıf hareketlerinde ortaya çıkan tasfiyecilik akımı yeni gelişen olgulara yabancılığı ve şovenizmi ifade etmiştir. Öyle ki bugün Türkiye’nin mülteci politikalarına dair bir hamle geliştirilememesi ve yabancı kalınması Türk devletinin bu yığın içinde kendini örgütlemesine sebebiyet vermiştir.

Her sermaye birikimi artı-değer yaratma ve sömürünün sistematize edilmesi anlamına gelmektedir. Dolayısıyla bugün Ortadoğu’daki savaş politikasının bir sonucu olan mülteciler yaşam sürdükleri ülkelerde bu sömürü çarkının en hafif piyadeleri konumundadır. Bugün mülteciler üzerinden kâr oranlarının düşme eğilimine karşı üretim ve dolaşım süreci hızlandırılarak kârın maksimize edilmesi ve her düzeydeki maliyetin düşürülmesi amaçlanmaktadır. Ancak mülteciler üzerindeki ekonomi politikalar bu şekildeyken mültecilere dair sosyal politikalar da bulunmaktadır. Avrupa ülkeleri bu ağırlıktan kurtulmak için Türkiye’yi kullanmaktadır. Dolayısıyla geri bıraktırılmış ülkelerde mülteciler sosyal haklarından mahrum bırakılacak aynı zamanda da kâr unsuru olarak kullanılacak. Ücret esnekliğine dayanan aynı zamanda da mahrumiyeti istismar ederek sürekli kullanıma sokulmak istenen bu işgücü aynı zamanda köleliği ifade etmektedir.

Mültecilere dair politikalar kapsamında beki çok genel kapsamda politika üretmek ciddi bir gücü gerektirmektedir. Ancak 1980 ve 90’larda kırlardan kentlere dönük göçü devrimci potansiyele dönüştürme politikasının deneyimiyle devrimci mahallelerde mültecilere dönük kapsamlı ve mütevazi politikalar üretilebilinir. Oluşturulacak politikalar ekseninde mültecilerin beka stratejilerini geliştirme ve bunları devrimci politikalarla donatma çalışmaları yürütülebilir. 

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu