TC devleti tarihinin en kritik süreçlerinin birinden geçiyor. Nitekim bu gerçeği TC’nin 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Ankara’da 28 kişinin hayatını kaybettiği saldırı ile Türkiye Kürdistanı’ndaki gelişmeler nedeniyle “Cumhuriyet tarihinin en zor günlerinden geçiyoruz” diyerek özetlemektedir. (19 Şubat) TC devletinin gerek “içeride” Kürt ulusal sorununda izlediği faşist abluka ve katliam saldırıları ve bunun karşısında gösterilen tarihsel direniş ve gerekse de Suriye’de uygulamaya konulan Cihatçı çeteleri destekleme politikasının çöküşü Türk hakim sınıflarını ve onların devletinin, içinden geçtikleri süreci “bir varlık yokluk” olarak tanımlamalarına neden olmakta ve politikalarını da buna göre hayata geçirdiklerini göstermektedir.
Faşist devlet içeride başta Kürt ulusal hareketi olmak üzere her türlü devrimci demokratik muhalefet odağını ezmek, Suriye’de ise öncelikli tehdit olarak gördüğü Kürt hareketinin kazanımlarını engellemek için her türlü yol ve yöntemi denemektedir. Suriye’de içlerinde Suriye Kürt Hareketinin en önemli temsilcilerinden olan PYD ve onun askeri örgütlenmesi olan YPG’nin de yer aldığı Suriye Demokratik Güçleri’nin (QSD) Azez’e ilerlemesi ve TC’nin desteklediği Cihatçı çeteleri geriletmesi; bunun yanında Halep’te bulunan Cihatçı çetelerin ikmal yollarının kesilmesi ihtimalinin ortaya çıkması gibi gelişmeler beraberinde TC devletinin bu bölgeye yönelik saldırılar gerçekleştirmesine yol açtı.
Rus uçağının düşürülmesinden sonra bölgeye müdahalesini sadece karadan yapabilen TC devleti, böylelikle kendisi açısından bir tehdit unsuru olarak tanımladığı ve Suriye Kürtlerinin öncülüğünde ilan edilen Rojava Kantonları’nın birleştirilmesi olanağını engellemek istemektedir. TC devleti tarafından gerçekleştirilen obüs saldırıları, Suriye Kürtlerinin bu ilerleyişine tepki olarak gelişse de bir yanıyla da Suriye’de yürüttükleri savaşta içine düştükleri çaresizliğin de göstergesidir.
TC devleti, bölgede halen ben de varım diyebilmek için, tüm dünyanın gözü önünde Cihatçı çetelere yardım anlamına gelen bu saldırılarının yanında yine Cihatçı çetelerin Azez’de savaşmaları için Suriye’den Türkiye’ye girip sonra başka bir noktadan Türkiye sınırını geçmelerinin sağlaması gibi yardımlarla saldırgan tutumunu açıktan sürdürmeye devam etmektedir. Bu pratiklere ek olarak S. Arabistan’la “IŞİD’le mücadele” adı altında Suriye’ye kara harekâtı yapılması gibi gündemlerin tartışılmaya açılması, TC devletinin bölgede içine düştüğü durumu özetler nitelikteki gelişmelerdir.
TC devleti ne pahasına olursa olsun Suriye savaşında içine düştüğü durumu tersine çevirmek istemekte ve Suriye Kürtlerinin kazanımlarını engellemek için olmadık dezenformasyonlara başvurmaktadır. Ankara’da son yaşanan ve devlet açısından oldukça önemli bir prestij kaybına yol açan saldırıyı, Suriye Kürtleri ve onların öne çıkan siyasal temsilcilerinden olan PYD’nin gerçekleştirdiği propagandası içine girmesi bu çabanın son örneğini oluşturmaktadır.
Faşizmin Çaresizliği Ve Halk Düşmanı Saldırılar
TC’nin politik, diplomatik ve askeri olarak inisiyatifi kaybetmesi beraberinde uygulamaya koyduğu politikaların bazı çevreler tarafından “şuursuzca” hayata geçirilen politikalar olduğu ya da meselenin sadece T. Erdoğan’ın başkanlık hayalleriyle ilgili olduğu yönlü değerlendirmelerine yol açmaktadır. Bu tür değerlendirmeler, TC devletinin faşist karakterini, yarı sömürge yapısını, binlerce yıla dayanan devlet anlayışını vb. vb. eksik tahlil etmenin ürünüdür. Aksine uygulamaya konulan politikalar, devletin faşist karakterine, halk düşmanı ve kendine muhalif olan her şeye düşman olmasıyla son derece uyumludur. Bu noktada TC’nin elini kolunu bağlayan ise, faşist saldırganlığına karşı direniş gösterilmesi ve bölgede emperyalist kamplaşmanın ortaya çıkardığı durumun harekat alanını sınırlamasıyla vb. vb. ilgilidir.
Çaresizlik Türk hakim sınıflarını, Suriye’de savaşa dahil olmanın eşiğine getirmiş durumdadır. Ancak karşılarında Rusya gibi emperyalist bir gücün olması, onların hareket alanlarının sınırlamakta, bir yandan Cihatçı çetelere desteklerini sürdürürken diğer yandan ise emperyalist efendilerinden icazet alarak NATO’yu devreye sokmak için çabalamaktadırlar. Bu ise bölgedeki savaşa müdahil olan emperyalistlerin gözünden kaçmamaktadır. Nitekim Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande, “Ankara’nın Suriye krizinde dahlini artırmasının Türkiye ve Rusya arasında savaş riski yarattığını” söylemektedir. (19 Şubat)
TC devletinin bu hamlelerinin ve NATO’yu arkalama çabasının karşılığı olmadığı ise açıklanmış durumdadır. Lüksemburg Dışişleri Bakanı Jean Asselborn, Türkiye’nin Rusya’yı askeri bir gerginliğe kışkırtması halinde NATO’nun desteğine güvenmemesi gerektiğini açıkça söylemektedir. (19 Şubat) Bu anlamıyla TC devletinin bu koşullarda kendi başına Suriye’ye müdahale etmesi zor görünmektedir. Ancak Suriye’de yaşanan yenilginin hazmedilebilmesi ve özellikle de T. Kürdistanı’nda devreye sokulan faşist abluka ve saldırıların, yüzlerce sivil insanın öldürülmesine ve şehirlerin yıkılmasına rağmen başarıya ulaşmaması beraberinde bu sıkışmışlık halinin devleti daha da saldırganlaştırması ihtimalini içinde barındırdığı unutulmamalıdır.
Faşizmin Kendini Temize Çekme İhtimali Ve Devrimci Direniş
Bu noktada son derece önemli bir konunun altını çizmek gerekiyor. Gerek kamuoyunda ve gerekse de ilerici devrimci çevrelerde uygulamaya konulan faşist abluka ve saldırıların, Suriye’ye yönelik saldırgan tutumun tek sorumlusu olarak T. Erdoğan’ın gösterilmesinin eksik ve bu anlamıyla yanlış olacağıdır. Gerek içeride ve gerekse de dışarıda uygulamaya konulan politikalar bir devlet politikasıdır ve sadece bir kişinin kişisel özelliklerinden, başkanlık hırslarından vb. vb. ibaret değildir.
Hatta denilebilir ki son süreçte Türk hakim sınıflarının AKP’de temsil olunan kliğiyle hayata geçirilen politikalar, Türk devletinin yarı sömürgelik karakterine uygun olarak her zaman önemli bir rol oynayan ordunun politik gücünü ve inisiyatifini daha da artırmış durumdadır. Bunun anlamı yarın öbür gün TC devleti, işlediği bütün insanlık dışı suçlarını, uygulamaya koyduğu faşist abluka ve saldırganlığın sorumluluğunu T. Erdoğan’a fatura edebilmesi ve böylelikle işin içinden çıkma politikası geliştirebilmesinin imkan dahilinde olmasıdır.
Hakim sınıf kliklerinin işçi sınıfına ve halka ya da özellikle Kürt sorunu bağlamında saldırılarda ortaklaşabilmeleri demek kendi aralarında dalaş olmadığı anlamına gelmemektedir. İlerleyen süreçte devletin gerek Suriye’de izlediği politikanın sonuçlarının daha da belirginleşmesi ve gerekse de T. Kürdistanı’nda gerillanın devreye girmesiyle savaşın şiddetlenmesi, hakim sınıf klikleri arasında çelişkilerin derinleşmesine ve faşist devletin yönetememe krizinin artmasına yol olacaktır.
Bu durum bir yandan hakim sınıf klikleri içinde iktidarı elinde tutan kliğin işçi sınıfı ve halka yönelik açık kitle katliamlarını devam ettirmesine ve karşı devrimci saldırılarının sürdürülmesine neden olacağı gibi, hakim sınıf klikleri arasındaki çelişkilerin keskinleşmesine de zemin sunacaktır. Bu açıdan önümüzdeki sürecin başkanlık sistemi, yeni anayasa tartışmaları ve yaz aylarında referanduma gidilmesi gibi gelişmelerle ve elbette ki “terörle mücadele” adı altında halka karşı saldırılarla örüleceğini öngörmek zor değildir.
Devletin saldırılarını daha da artıracağı gerçeğine uygun olarak konumlanmak, başta Suriye Kürtlerinin kazanımlarını savunmak olmak üzere; T. Kürdistanı’nda gösterilen tarihsel direnişin parçası olarak devrimci çizgide ısrar etmek anın görevi olarak ortaya çıkmaktadır. Bu açıdan faşist saldırganlığa karşı ortak bir direniş cephesi örgütlemek, bunun araçlarını yaratarak faşizmin yenilgisini çabuklaştırmak ertelenemez bir görev, vazgeçilemez bir sorumluluk olarak belirginleşmektedir.