Güncel

EKONOMİ | Kur-Enflasyon Kıskacında Bir Ekonomi Batığı

Erdoğan’ın “Türkiye bir ekonomi savaşında, dolar bozdurun” minvalindeki yaklaşımı öz itibari bir kitle politikasıdır ve bunun emekçilerin gündelik hayatına zuhur etme kudreti, devrimci-demokrat güçlerin krizi fırsata çevirme yaklaşımı ile çelişki içindedir.

Başkaca politik ve sosyal sebeplerle birleşerek 2001 krizi ile iktidara gelen AKP’nin 16 yıllık sürecinin ulaştığı aşama, bugün aynı kriz dinamiklerinin AKP’nin yıkımı yönlü çalıştığını göstermektedir.  Bu iddia, krizin bir yıkım garantisi sunduğunu ilan etmemektedir kuşkusuz, lakin gelinen aşamada karşı karşıya kalınan kriz ihtimali, geçmiş dönemkilerden daha boyutlu, etkileri çok daha keskin ve bununla paralel siyasal iktidar açısından sonuçları çok daha yıpratıcı olacaktır.

Kamuoyuna döviz kurundaki sert yükseliş ve buna paralel enflasyon rakamlarındaki (Merkez Bankası’nın tahmininin 3 katı) artış gibi görüngülerle yansıyan kriz, özellikle son süreçte ABD ile yaşanan kriz ve yaptırımlar dolayısıyla daha sert görüngülere kavuşmuş, ekonomik riskler TC açısından korkutucu boyutlara ulaşmıştır.

AKP’nin ideolojik söylemlerinin de ötesinde iktidarını sürdürmesinde moment olan büyüme koalisyonu, ekonomik gerileme eğilimi ve önümüzdeki dönemde patlaması muhtemel bir kriz dolayısıyla yaşanacak ekonomik küçülme riski ile çatırdama göstermektedir.

Bu hali ile artan ekonomik risklerin ve kötü yönetilen ekonominin bir sonucu olarak yabancı yatırımcıların kaçışı, piyasalardan hızlı döviz çıkışlarının yaşanması gibi gelişmelere paralel döviz fiyatlarında yaşanan yükseliş artık faiz artışları ile önlenemeyen boyutlara ulaşmıştır.  Merkez Bankası  bankaların ihtiyaç duyduğu likiditeyi karşılayacağını beyan etmiştir, lakin MB rezervlerindeki yetersizlik (74 Milyar Dolar) piyasaları rahatlatacak salınımları olanaksız kılmaktadır.

Mevcut tabloda döviz kısıtlamaları (Sabit kur rejimi) gibi tartışmalardan IMF’ye, mevduatlara el konulmasından başkaca ihtimallere kadar bir dizi radikal seçenek dedikodu şeklinde dolanmaktadır.

Toplamdaki tüm görüngülerle beraber gelinen aşamada, güçlü bir ihtimal olarak karşımızda duran kriz, kur-enflasyon kıskacında bir ekonomi batığı olarak TC ekonomisini temelden sarsmakta; ekonominin başına getirilen damat Berat Albayrak’ın “Yeni Ekonomi Modeli” diye tanımladığı sunum ise somut hiçbir şey söylemeyen ve neyi hangi araçlarla yapacağını dahi tartışmayan bir çiğlikte kalmaktadır.

Bu tabloda bizi en temelden ilgilendiren şey ise, tüm bir sürecin dönüp dolaşıp emekçi sınıfların sırtına yükleneceği gerçeğidir. Bu sebepten dolayı muhtemel krizi tanımlamak ve üzerine düşünmek elzemdir.

 

Muhtemel Krizin Kaynakları

Bu temelde ilk elden belirtilmesi gereken nokta yaşanan krizin esas itibari ile borç krizi olduğu gerçeğidir. Yabancı sermaye çıkışının özellikle Mart başından itibaren bir önceki yılın aynı ayına göre %85 hızlanması, piyasadaki döviz varlığını ciddi boyutlarda azaltarak bankaların ve özel sektörün döviz cinsinden dış borçlanma ihtiyacından doğan talebi karşılayamamış, Başkanlık sistemi ile birlikte bağımsızlığı zayıflayan Merkez Bankası’nın faiz artırımları yetersiz kalmış ve bu da döviz fiyatlarını yükseltmiştir.

Döviz fiyatlarını düşürmek adına Merkez Bankası’nın yaptığı faiz artırımları ise yetersiz kalmaktadır. Zira, daha yüksek faiz vermenin çekiciliği, ülkenin artan risk puanları karşısında işlevini yitirmektedir.

Döviz fiyatlarındaki hızlı yükseliş yıllardır tutturulamayan %5 enflasyon hedeflemesinin daha yılın 7. Ayında %15’lere ulaşmasını sağlamış, üretici fiyat endeksi %25 civarında artmıştır. Önümüzdeki günlerde bu rakamların reel fiyatlara yansımaları, daha boyutlu olacak, muhtemel krizin etkileri ise daha hissedilebilir görüngülere kavuşacaktır.

Bu noktada sürecin temellerine, neyin neden böyle olduğuna baktığımızda ise, sorunu yaratan kaynağın yapısal duvarlarına, AKP’nin (öncellerinden devraldığı mirasla birlikte) 16 yılda inşa ettiği ekonomik yapının iskeletine rastlamaktayız.

İlk olarak belirtilmesi gereken şey, günceldeki yabancı sermaye çıkışının ve bunun hızının temelde bu sermayenin hangi şekilde geldiği ile ilintili olduğudur.

Şöyle ki, uluslararası sermaye girdiği her yerde ve ürettiği her hareketlilikte belireli riskleri de beraberinde getirmektedir. Örneğin AKP’li yıllarda yabancı sermayenin akınına uğrandığı tüm dönemlerde yüksek büyüme rakamları oluşmuş ancak bunun akabinde de cari açık tırmanmıştır.

İthal mamullerin nerdeyse % 60’lara dayandığı bir üretim ile, verimsiz sektörlere, inşaata, dağa, bayıra, köprüye yatırılan paralar ile fazlaca genişleyen ekonomi, artan cari açığın ekonomik daralma dönemlerinde bile azalmadığı koşullar gelinen aşamada yabancı sermeye çıkışının da temellerini teşkil etmektedir.

Ortadaki tabloda kapasite üstünde büyüyen bir ekonominin yarattığı ısınma, özel sektörün ve bankaların dış kaynaklı döviz borçlarının yüklü hacmi ve tüm bunlar karşısında ne yapacağını kimsenin bilmediği bir siyasal idare gerçeği vardır.

Buna ek olarak FED’in (Amerikan Merkez Bankası) 2016’dan beri sürdürdüğü parasal daralma politikaları gelinen aşamada uluslararası sermayede TC gibi ülkelerden çıkış eğilimini ise güçlendirmektedir.

Tüm bu gelişmelerin akabinde sürecin politik ayağında ise, Cumhurbaşkanlığı Hükümet sistemi ile Merkez Bankası’nın bağımsızlığı zedelenmiş, Erdoğan’ın “faiz artırmayacağım” yönlü yaklaşımı, Cari açığın hızlı artışına rağmen devletin etkisiz tutumu, ekonomi yönetiminin başına damadını getirmesi, ABD ile yaşanan rahip Bruson gerilimi, “gerekirse yeni müttefikler buluruz” yönlü yaklaşımı, ülkenin içinde bulunduğu açık faşizm koşulları gibi gelişmeler yatırım risklerini arttırmaktadır.

 

Muhtemel Kriz ve Seçenekler

Kuşkusuz ki önümüzdeki dönemde muhtemel krizin etkileri, döviz kuru ve enflasyon kıskacında batan ekonominin yansımaları daha gerçek görüngüler halini alacak ve üretim mamulleri ve tüketim ürünlerindeki fiyat dengesizlikleri TC’deki sermaye açısından ciddi riskler doğuracaktır.

Bu temelde egemenlerin yapacağı ilk iş döviz ihtiyacını karşılamak adına tedbirler almak, devamla da ekonomide kontrollü bir daralmaya yönelmek olacaktır.

Bu bakımdan en çok konuşulan seçeneklerden olan İMF seçeneği, Erdoğan tarafından reddedilmekle birlikte imkansız da değildir. Lakin böylesi bir program temelde kısıtlamalara, özelleştirmenin teşvikine ve doğrudan vergilerin artırılmasına yönelecektir. Daha da somutlarsak, özelleştirilmeyen tek şeyin devletin kendisi olduğu bir ülke gerçeğinde süreç emekçilerin kazanılmış haklarının törpülenmesi ve krizin faturasının emekçilere yıkılması anlamına gelecektir.

IMF’siz seçenekler açısından da durum pek farklı değildir. Zira, son süreçte Bakan Albaayrak’ın yaptığı  anlaşma ile Çinli bir finans kuruluşundan 3,4 Milyar dolarlık alınan borcun da kimleri kurtarmak için, kimlere peşkeş çekileceği merak konusudur. Zira 24 Haziran’ın ardından açıklana program yeni inşaatları, yeni projeleri listelemektedir.

Bu noktada bizi de ilgilendiren mesele, emekçi sınıfların bu krizden nasıl etkileneceği, ekonomi batığının suyun dibine seyahatinde ezilenleri nereye koyduğu olgusudur. Erdoğan’ın “Türkiye bir ekonomi savaşında, dolar bozdurun” minvalindeki yaklaşımı öz itibari bir kitle politikasıdır ve bunun emekçilerin gündelik hayatına zuhur etme kudreti, devrimci-demokrat güçlerin krizi fırsata çevirme yaklaşımı ile çelişki içindedir.

Açık olan şudur ki, önümüzdeki dönem ekonomik krizin dev dalgalar halinde geldiği bir dönemdir ve yıl sonuna doğru ciddi etkiler doğuracaktır. Yaşanacak ekonomik krizi politik bir krize çevirmenin tarihsel fırsatı kapımızdadır.

 

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu