Havuz medyası “diz çöktüreceğiz” manşetleri ile çıkıyor. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan yine bir muhtarlar buluşmasında, “Tayyip Erdoğan gitsin demek, bizim tüm siyasetimizi, tüm çalışmalarımızı, üzerine bina ettiğimi milletimizin, bayrağımızın, vatanımızın, devletimizin tek olması anlayışı yıkılsın demektir” diyerek “ben gidersem devlet yıkılır” demeye getiriyor.
Bilindik “ya bizdensiniz ya onlardan” düsturu devreye sokuluyor. Bu nutuklar eşliğinde halkın mücadelesinin bastırılması için “terör” adını verdikleri kavramın kapsama alanı genişletilmesi tartışılmaya açılırken, bu saldırganlığa paralel olarak “barış bildirisine” imza attıkları gerekçesiyle üç akademisyen tutuklanıyor. Kürt ve muhalif kimliği bilinen avukatların gözaltına alınmasına, “düğünde Kürtçe şarkı söylediği için” sanatçıların tutuklanmasına kadar faşist saldırı furyası genişletiliyor.
Bu gelişmelere paralel olarak başta Türkiye Kürdistanı olmak üzere, Kürt ulusuna ve onun siyasal iradesine yönelik katliam saldırıları, gözaltı ve tutuklama furyası tüm hızıyla sürdürülüyor. Faşist devletin Cizre ve Sur’daki kitlesel katliamlarının ardından Gever’de kimyasal silah kullandığı ve onlarca direnişçinin katledildiği haberleri duyuluyor. Bu saldırılara paralel olarak Kürt ulusunun mücadelesiyle dayanışma içinde olan, devrim ve demokrasi mücadelesi yürüten bütün güçler faşizmin katletme, gözaltı ve tutuklama saldırısına maruz kalıyor. Ülke giderek safları belirleşen bir şekilde; TC faşizmiyle onun zulmüne, faşist terörüne karşı mücadele edenler arasında derin bir saflaşma (ki buna şimdilerde “kutuplaşma” deniliyor!) yaşanıyor.
R. T. Erdoğan/AKP’de temsil olunan hakim sınıf kliği temsilcileri, devlet aygıtını kendi sınıfsal çıkarlarına daha uygun tanzim etmek için “Türk usulü başkanlık” sisteminde ısrarlarını sürdürürlerken; bu politikanın hayata geçmesi için kendisi kliği dışındaki bütün kesimlere karşı saldırı içindedir. R. T. Erdoğan/AKP kliği başkanlık için “terörle mücadele” adı altında halka karşı savaş açmış ve “diz çöktürme” hesapları içindedir.
Hakim sınıfların diğer kliğinin sözcüsü olan partiler ise, sınıf çıkarları doğrultusunda ve “devletin âli çıkarları” uğruna, “terör”e karşı “ortak deklarasyon”lara imza atarken; R. T. Erdoğan/AKP kliği başkanlığa giden yolda rakip hakim sınıf kliğinin bu çabasına rağmen onları “terör” kampına dahil etmekten çekinmemekte; kendileri ise buna yanıt olarak iktidar kliği hakkında, “teröre yardım ve yataklık”tan suç duyurusu yapmaktan öteye gidemeyerek, tam bir siyasetsizlik örneği sergilemek zorunda kalmaktadırlar.
R. T. Erdoğan/AKP kliğinin son hamlesi milletvekili dokunulmazlıklarının kaldırılması oldu. Bu taktikten amaçlanan özellikle HDP milletvekilliklerinin düşürülmesi ve bir kısım milletvekilinin tutuklanması olsa da; asıl olarak hedeflenenin başkanlığa giden yolda T. Erdoğan/AKP açısından eksik olan milletvekili sayısının olası bir ara seçimle giderilmesi olduğu söylenmektedir. Ki yargı denilen gücün “terörle mücadele” adı altında R. T. Erdoğan/AKP kliğinin tetikçisi olarak kullanıldığı bilindiğinden, bu olasılık muhtemeldir.
Ancak kısa vadede asıl hedeflenen başta Kürt ulusal mücadelesi olmak üzere demokratik halkçı muhalefetin sesinin kısılması, gerçekleştirilen katliamlara dair en ufak bir aykırı sesin çıkmaması, bu direniş mevzilerinin susturulmasıdır. Mesele Kürt ulusu ve onunla dayanışma içinde olan devrimci demokratik muhalefet olunca, hakim sınıf klikleri bir bütün davranmakta; HDP milletvekilliklerinin dokunulmazlıklarının kaldırılmasında olduğu gibi, halkın ilerici demokratik mevzilerine ve mücadelesine, “terörle mücadele” adı altında saldırılmasında rahatlıkla buluşmaktadırlar.
Kürt Ulusunun Savaşı Meşrudur! Bu Meşruluğa Gölge Düşürülmemelidir!
Faşizmin Kürt ulusu başta olmak üzere, halka karşı topyekün saldırısının giderek şiddetlendiği ve T. Kürdistanı’nda olduğu gibi yüzlerce sivil insanın katledildiği bir süreçte; bu katliamlara karşı devrimci şiddetin ve hesap soruculuğun meşruluğu tartışılmazdır. Nitekim faşist saldırganlığa karşı başta T. Kürdistanı şehirlerinde olmak üzere muazzam ve büyük bir direniş gösterildiği açıktır. Ancak bu direnişin haklılığına ve meşruluğuna gölge düşüren pratiklerden kaçınmak gereklidir.
Son olarak Ankara’da meydana gelen bombalı saldırılar sonucunda sivil can kayıplarının yaşanması beraberinde “meşruiyet” sorununu da gündeme taşımıştır. Kuşkusuz ortada bir savaş vardır ve bu savaştan tüm kesimler etkilenecektir/etkilenmektedir. Bu noktada sivil kayıpların yaşanması da çoğu zaman engellenebilir olmamaktadır. Ancak haklı, meşru ve ezilen kesimin yürüttüğü savaşta, yapılan/yapılacak eylemlerde sivil halka zarar gelmemesi kırmızı çizgilerden biri olmak durumundadır.
Bu nedenle, daha başından bu eylemlerin hedefinde sivil kayıpların olmamasına özen göstermek, bütün dikkatlere rağmen sivil kayıpların yaşanması halinde ise güçlü bir özeleştiri vermek zorunludur.
Ancak meseleyi, faşizmin sivil kayıplar üzerinden politika yürütmesinin ya da kitlelerde şovenizm rüzgarının daha güçlü karşılık bulmasının zemini yapılmasına indirgemek ya da “meşruluk” tartışmasında taraf olmak da yanlış sonuçlara yol açacaktır. Zira, faşizm her türlü durumdan vazife çıkartabilecek ve karşı-devrimci politikasını, saldırılarını yürütebilecek yetenektedir. Sivil kayıpların hiç olmadığı durumda da meseleye “terör” penceresinden kitlelere göstermekte oldukça usta ve deneyimlidir.
Sivil kayıpların yaşanmasının diğer bir yanında ise sadece düşmanın değil kendisine solcu, ilerici ve hatta “komünist” diyen bir kısım çevrenin de devletin yanında saf tutmasına, Kürt ulusunun haklı ve meşru mücadelesine yönelik sosyal şoven politikalarına da malzeme olmasına da indirgenmemeli. Doğrudur; bu sivil kayıplar beraberinde bu türden çevrelerin sosyal şoven politikalarının yeniden üretilmesine zemin sunmakta, “HDP solculuğunun bittiği” ilan edilmektedir! Ancak bu kesimlerin de, silahın adı geçtiğinde dahi, kimseye bırakmadıkları “solcu”luktan fersah fersah kaçtıklarını ve şovenizmin ılık sularına kendilerini bıraktıklarını bilmekteyiz.
Bizim asıl meselemiz, bırakalım devrimciliği, demokrat olmanın dahi halkın yaşamına, çıkarlarına zarar vermemekle özdeş olmasıdır. Savaşın olduğu yerde sivil kayıpların olmaması mümkün olmamakla birlikte, devrimciler açısından tüm planlamaların, eylemlerin, örgütlenmelerin bunun yaşanmaması üzerine kurulması temel kıstastır.
Tüm bu tartışmalardan bağımsız olarak üzerinden atlanmaması gereken bir diğer konu da, yaşanan can kayıplarıyla oluşan “terörize ortam”da başta ilerici kamuoyu olmak üzere halkın büyük bir çoğunluğu üzerinde “devlet bu saldırıları neden önlemiyor”, “istihbarat uyuyor mu” gibi tepkilerin gelişmesi; devletten bir beklenti içine girilmesidir. Bu duygunun gelişmesi başta devletin istihbarat kurumları olmak üzere, devlet aygıtının bir bütün olarak halka karşı örgütlenmiş bir kurum olduğunun gözden kaçırılmasına neden olmaktadır. Sistemin kitleler üzerindeki en önemli etki alanı “korku” siyaseti üzerinden şekillenmektedir. Her an “ölümle burun buruna” yaşandığına dair oluşan süreklileşmiş korku, biat kültürünün de zemini olmaktadır.
Nihayetinde deyim yerindeyse bu tür saldırılar halkın gerçek teröriste yönünün dönmesine, ondan bir beklenti içine girmesine yol açmaktadır.
Bu noktada tüm ajitasyon/propaganda yollarını kullanarak örneğin MİT denilen kurum halkı korumak için değil, bizzat halka karşı, halka yönelik terör saldırıları düzenlemek için örgütlenmiş bir kurum olduğunu kitlelere anlatabilmeliyiz. Sağda solda patlayan bombaların ve katledilen insanların birinci dereceden sorumlusunun faşist Türk devleti olduğunu doğru bir şekilde anlatabilmeli, devletin kendisini aklamasına izin verilmemelidir.
Halka Saldırılara Karşı “Devrimci Eylem Birliği”ni Yükseltmek!
TC faşizminin fıtratında olan halk düşmanlığı, R. T. Erdoğan/AKP kliğinin başkanlık politikasıyla birlikte ayyuka çıkmış, faşizm gemi azıya almış durumdadır. İstikrar adı altında “400 milletvekili verin bu iş huzur içinde çözülsün” deyip seçim kazananlar, şimdi amaçlarına ulaşmak için “ya başkanlık ya kaos” demektedirler. Hakim sınıf klikleri ise kimi nüanslara rağmen “devletin bekası” adı altında halk düşmanlığında ortaklaşmış durumdadır. Halk kitlelerine ve onun demokratik, devrimci, yurtsever öncülerine yönelik faşist saldırganlığın bu boyutta artırılmasının nedeni, faşizmin güçsüzlüğüdür. Suriye politikasında kaybeden R. T. Erdoğan/AKP kliği; iç politikada da kaybetmemek için son kozlarını oynamakta; başkanlık adı altında kendi mevzilerini sağlamlaştırmak adına halka karşı asla kazanamayacağı bir savaş açmış durumdadır.
Faşizmin bütün güçleriyle halka karşı açtığı bu savaşın karşısında halkın devrimci demokratik direnişini örgütlemekten başka yol yoktur. Nitekim bu durum faşist saldırganlığa karşı direnişi de ortaya çıkarmıştır. Türk-Kürt uluslarından, çeşitli milliyet ve mezheplerden Türkiye işçi sınıfı ve halkının; devrimci, komünist ve yurtsever öncülerinin önemli bir kesiminin içinde bulunduğu partiler, anın bu görevine uygun olarak, birleşik devrimci eylem birliğini örgütlemişlerdir.
Şimdi atılan bu adımı büyütmekten, faşist saldırganlığa karşı bütün yol ve yöntemler kullanılarak yanıt olmaktan ve faşist teröre karşı devrimci şiddeti yükseltmekten başka bir çıkış yolu bulunmamaktadır. Çünkü halkın sınıf düşmanları, bütün yol ve yöntemleri kullanarak halkı ve onun öncülerini katletmekte, halkı faşist terörle yıldırarak iktidarlarını sürdürmek istemektedirler.
Faşizm ne yaparsa yapsın, hangi yönteme ve katliama başvurursa başvursun, halkın haklı ve meşru mücadelesini engelleyemeyecek ve bitiremeyecektir. Newroz alanları bir ulusun direnişinin bastırılamayacağını, halkın mücadelesine diz çöktürülemeyeceğinin en büyük göstergesidir! Faşizm ne yaparsa yapsın halkın devrim ve demokrasi mücadelesini engelleyemeyecektir. Gün faşizme karşı isyanı harlama, birleşik devrimci eylemleri yükseltme günüdür!