“Bana bak! Soğuk duygusuz beyaz duvar! Bak da gör. Tanı beni. Bir gün gelecek ve seni yıkacağız bunu biliyorsun değil mi? Sanma ki beni, bizi yiyip, törpüleyip tüketeceksin. Sanma ki her şey sana bağlıdır. Hayır… Hayır! Hiç de değil. Sen o kadar da kudretli değilsin ve olamayacaksın. Sen içinde kimsecikler olmadığı vakit koca bir hiçsin! Sadece, içinde hapsettiklerinle anlam kazanıyorsun. Seni var eden bizleriz. Bunu böyle bil…”
Güldürme beni Muharrem! Hala yıkabileceğini düşünüyorsun! O zayıfça, bir gıdım çelimsiz bedeninle mi? Sahiden mi? Ha, söylesene? Benim öyle tek darbeyle yıkılacak bir durumum mu var? Kumdan yapılan kalelerle mi karıştırıyorsun beni yoksa? O kadar sağlam temeller üzerine inşa edildim ki, gücün yetmez ve ben ki zindan duvarıysam, senin gibi daha birçoklarının hayatını söndüreceğim buna inan! Dünyadan, hayattan soyutlayacağım sizi. Kurumuş bir yaprağa döneceksiniz. Dokununca, parça parça olacaksınız. Ve şunu da unutma; sen tek başınasın farkındaysan. Ben ise, dört bir yanı kalın, beyaz pençelerimle çevirmişim. Anlayacağın ben çok kudretli ve alabildiğine güçlüyüm. Vazgeç bana husumet besleme sevdandan. Vazgeç beni yenme-yıkma dürtülerinden! Gel, dostluğumuzu bozmayalım, boyun eğ! Teslim et kendini. Yoksa…
“Yoksa ne kalleş duvar? Senin gücün yeter mi beni-bizi yenmeye. O zamanlar zaaflıydım, ama şimdi? Şimdi kendime geldim. Senin o beyaz karanlığına hapsolmayacağım. Sen duvarsan, ben de yüreğinde binlerce umut tohumu taşıyanım. Bilmez misin ki pas tutan demir bile çürür ve parçalara ayrılır. Ki sen demirden daha güçlü değilsin. Senin içindeki demirler de çürüyecek bunu biliyor musun? Sağlam kalacağını mı düşünüyorsun? Hayır… Hayır! Bir gün gelecek ve o gün geldiğinde, biz veya biz olmadan da yerle bir olacaksın unutma. Artık bir hiçsin benim için. Ben, hayatı seçtim ve hayatın şarkısını söyleyerek seni yıkacağım. Onu söyleyen milyonların olduğunu unutma…”
Kapalı olan hücremin penceresini açtım, dışarıda delicesine bir yağmur yağıyordu. Yağmur; toprak ve çiçek kokularını taşıyordu beraberinde. Hayatın bütün renklerini, kokularını doyasıya, soluksuzca çektim içime. Usulca, yağmurun yere değerken çıkardığı şıpırtılara kulak kesildim. Sonra, yüzüm karanlık avlu içinde gökyüzüne döndü. Karanlıktı ama maviye dönecekti tekrar. Biliyordum özgürlüğün ulaşılmaz noktasıydı o boşluk. Beyaz ve gri ölgün duvarlar silinmişti artık. Yudum yudum tadına vararak çektim özgürlüğün kokusunu. Akışını bulan ırmağın suyu gibiydim artık. Çağıldayan, coşkulu ve tavizsiz. Duvarlara inat…
(Tekirdağ 1 Nolu F Tipi Hapishane’den Cihan Karaman)