İlke kavramı, zihinlerde oluşturduğu düşünce, bu düşünceye tekabül eden davranışın ya da hareketin belirli bir çizgiye yönlendirilerek dinamikleştirilmesinde ve düşünce davranış bütünselliğine istikrarlı ve tutarlı bir süreklilik kazandırması bakımından önemli bir içeriğe işaret eder. Doğaya ve doğanın tarihine, insana ve toplumlar tarihine, fen bilimlerden sosyal bilimlere, sınıf mücadelesinden mücadele biçimlerine, yöntem ve araçlarına kadar, yaşama dair birçok alan özgülünde konuşulacağı, tartışılacağı vakit, ilke ya da ilkelerden söz edilmeden geçilemez. Nasıl kavranırsa kavransın bir şekilde ama mutlaka ilke vurgusuna yer verilir. Böylece savunulan düşüncenin gücüne dair algının oluşması için arzulanan zeminin yaratıldığına inanılır.
Birçok yazıda “ilkelerimiz”, “ilkesel tutumumuz”, “ilkeli tavrımız”, “temel ilkelerimiz”, “ML ilkeler, “MLM ilkeler ışığında”, “ilkelerden taviz vermemek” gibi daha farklı içeriklere işaret eden vurgulara sıklıkla rastlanmak mümkündür. Doğru kavranabildiği ölçüde ilke kavramı temelinde buna benzer ifadelerin şüphesiz yaşamda karşılığı vardır ve dile getirilmesi de yanlış değildir. Ama üzerinde düşünülmesi gereken nokta, kimin bundan ne anladığı ve ilke kavramını pratikte nasıl somutlandığıdır.
Yazınlarımızda en çok karşılaşılan vurgu, “somut koşulların somut tahlilidir”. Öyle ki yazının seyrinde defalarca kez “ilke” olarak dile getirilir. Sıklıkla ifade edilmesi, pratikteki karşılığı bakımından farklı bir anlam içermez. Önemli olan bu vurgudaki özdür, yöntemdir, pratiğe yön verecek bakış açısının içselleştirilmesidir ve kavrayışta yarattığı etkiyle, düşünce ve eylemde oluşturacağı arayış ve bu arayışın kesintisiz dinamiğinin bilince çıkartılmasıdır. Olguları, gerçekleri daha farklı boyutlarıyla, yönleriyle kavrayabilmek bitimsiz bir arayıştan geçer. Aramak ise incelemektir, araştırmaktır ve daha ileri düşünüş ve eylem çizgisi için tahlil edebilme tutkusudur. Düşüncenin ve eylemin daha ileri düzeylerde yeni deneyimlerle birikim elde edebilmesi ve bu döngüye kesintisiz hayat verebilmesi için bu tutkuya, heyecana ve coşkuya ihtiyaç vardır. İşte devrimci dinamizme, coşkuya, sorumluluğa, katılıma, içtenliğe ve tutarlılığa da yaşam verecek olan bu düşünüş ve pratik yönelimdir. Aksi halde “somut koşulların somut tahlili” gibi yaşamsal referans noktası, soyut bir vurgudan ibaret olacaktır.
Tam da bu noktada dogmatik zihniyet dünyasına göz azmakta yarar vardır. Çünkü dogmatik düşünüşün özünde, olgularla ya da gerçeklerle yani akmakta olan zamanın dinamizmiyle ilişkilenmek, ilişkilenmeye paralel yeni bir kavrayış arayışına yönelmek ve daha ileri düzeyde bir bakış açısı edinerek düşünce ve eylemde yeni içerikler oluşturmak gibi bir ruh yoktur. Değişimin kavranması araştırmayı ve tahlili gerektirir. Bu da verili koşulların önyargısız, ön kabulsüz yeniden ve tekrar tekrar irdelenmesinin zorunluluğu demektir. Lakin dogmatik düşünüşte böylesine bir yönelimin yeri olmaz, olamaz. Çünkü böylesine bir düşünce ve yönelim, kendi varlık zeminine müdahale anlamına gelecektir. Dolayısıyla onun için aslolan her şeyden önce kendini var etmek, korumak ve konumunun sürekliliğini sağlamaktır. Bundan ötesinin bir önemi yoktur diye düşünür.
Dogmatik düşünüş, gücünü tutuculuğundan ve sürekliliğinden alır. Keskin “ilke” savunucusudur. Israrla ilkelerden söz eder. Bunu da sekter bir tarzda yapar. Çünkü farklı olanı anlamaya çalışmak lügatinde yoktur. Bu yüzden farklı olanı, doğrudan ve sekter bir biçimde mahkum etmeyi erdemlilik sayar. Gelenekselleştirdiği görüş ve düşünce dışındaki farklılıkları kendi varlığına tehdit olarak görür. Dolayısıyla en “katı ilkeci” görünümüne bürünerek kendine alan açar ve sorunlu, hastalıklı haline meşruiyet kazandırmaya çalışır. Bütün gücünü en azami bir şekilde bu yönde kullanmaktan da kaçınmaz. Değişimden, dönüşümden, araştırma-inceleme ve tahlilden söz edilmesini istemez. Alerjisi vardır. Çünkü ona göre sınıflara, sınıf mücadelesine, çelişkilere, mücadele yol-yöntem ve araçlarına, örgütlenme modellerine, sosyal-ekonomik-siyasal süreçlere ya da olgulara ve bir bütün ideolojiye, politikaya ve pratik çizgiye dair her şey söylenmiştir ve tamamına ermiştir. Bütün mesele bu söylenmiş olanların hayata geçirilmesi ya da geçirilememesinden ibarettir. O yüzden somut koşulların incelenmesine ve tahliline ve bunun üzerine yeni içerikte bir kavrayışa gerek yoktur. Her şeyi ustalar, önderler, programlar ya da programatik görüşler dile getirmiştir. Yani dümdüz yol alınmasına ışık tutacak “ilkeler zinciri” mevcuttur. Haliyle olgularla, şeylerle uğraşmaya gerek yoktur hem de vakit kaybıdır.
Dogmatik düşünüşün kendisiyle birlikte besleyip büyüttüğü diğer bir hastalık da hiç kuşkusuz bürokratizmdir. Dogmatizm belirli bir güce ulaşınca yani egemen bir ideolojiye dönüşünce aynı zamanda bürokratik kalıplarını da şekillendirir. Hastalıklı düşünüş tarzını bütün bünyede egemenleştirmek ve bunu da süreklileştirmek ancak ve ancak bürokratizmle mümkündür. Bürokratizmle yapısal işleyişte, hiyerarşide ve normlarla tutuculaşmasının zeminini oluşturur. Dogmatizmde olduğu gibi bürokratizmde de aslolan mevcut ideolojik-teorik-politik ve pratik kalıplardır. Bu kalıplar söylenecek son sözler olarak kabul görür. Esas görev ve sorumluluk her koşulda bunların savunulması ve tavizsizliktir.
Yapısal işleyişin kritik noktalarından da egemen ideolojik bir güç haline geldikten sonra çok daha rahat hareket edebileceği alana, koşullara ve imkana sahip olduklarını bilirler. Böylece dogmatizmin bürokratik kastlaşmaya varan egemenliği de perçinlemiş olur. Kariyerleri, konumları, etiketleri ve mevkileri vardı artık. Asla kaybetmek istemeyeceklerdir. Çünkü varlık nedenleridir. Elde ettiklerini korumanın tek çıkar yolu mevcut düşünüşün egemenliğinden geçer. Aksi halde sadece sadece kaybetmeyeceklerini bilirler. Bir bütün yok olacaklarından emindirler. Çünkü verili koşulların tahlili ya da araştırma, yeni fikirler demektir. Klişe kalıplara sıkıştırılmış “doğruların” büyüsünü bozacak olan da bu yeni bakış açısıdır, çıkarımlardır, pratik adım atma zorunluluğudur. O yüzden kaybedecekleri çok şey olduğundan emindirler. Ve gerçekler karşısında huzursuzlardır. Oysa kendi yıkımını da içinde taşıyan bir güçsüzlüğün, zayıflığın, kırılganlığın yegane yaratıcılarıdırlar.
Aslolan pratiktir. Sıklıkla ilkelerden söz edilmesi, pratiğe tek başına nitelik kazandırmamaktadır. Dogmatik ilke savunuculuğuna bakıldığında ise esasen soyut biçimde ilkelerden bahsedildiğine tanık oluruz. Marksist Leninist ilkeler cephaneliğini kendince iyi kullanır. Geleneksel düşüncesini yeniden doğrulatmak için ilkeleri tumturaklı vurgularla öne sürer. Tabii yine olgulardan, gerçeklerden soyut bir tarzda. Çoğu zaman da peşpeşe alıntılarla “haklılığını” güçlü biçimde ortaya koymayı da ihmal etmez. (Devam edecek)