Makaleler

Dogmatizmin kökenleri ve günümüzde tezahürleri -1-

“Kim övmez Klopstock’u?

Ama herkes onu okur mu? – Hayır.

Biz daha az övülmek

Ama daha çok okunmak isterdik!”

 

Marks’ın önünde yerlere kadar eğilip onu göklere çıkartan ama öğretilerinin temel içeriğini gözden kaçıranlara bir makalesinde Lenin yukarıdaki sözlerle seslenmiştir. Gerçekten de Marksizm’in dogma haline getirilmesiyle Engels’ten Lenin’e, Mao’ya tüm ustalar sürekli uğraşmak zorunda kalmışlardır. Engels’in “öğretimiz bir dogma değil, bir eylem kılavuzudur” sözü Marksizm’in gerçeklerden soyutlanmış, değişmeyen/gelişmeyen bir inanç kümesi olarak ele alınmasına itiraz edenlerin şiarı olmuştur. Marksizm, hep mücadele içinde gelişmiştir. Mücadelenin ana konularından biri olan dogmatizmin, aynı zamanda Ortaçağ’ın skolastik felsefesinin temel özelliklerinden biri olduğu bilinir. Biz de bundan hareketle Ortaçağ’da dogmatizmi, Avrupa’da bunun aşılmasının örneklerini, ustaların ele alışlarını ve son olarak devrimci hareketteki somut örneklerini incelemeye çalışacağız. Fakat önce dogma ve dogmatizmi tanımlamak doğru olacaktır.

Dogma “belli bir kişi veya topluluk tarafından benimsenen, tartışmadan ve sorgulamadan kabul edilmesi beklenen inanç ya da inanç kümesi” olarak tanımlanmaktadır. Dogmada temel olan inançtır! İnanmak, bilgiden önce gelir!

Dogmatik ise “bir fikir veya inancı hiç sorgulamadan ve üzerinde ciddi bir irdeleme yürütmeden kabul eden insanlar” için kullanılan bir kavramdır.

Dogmatik insanlar, kendi inanç ve düşünceleri karşısında öne sürülen fikirleri hiç araştırma yapmadan reddederler. Yani dogmatikler belli bir fikri kabul ettikten sonra onun doğruluğuna ilişkin şüphe duymazlar. Değişen zamanı, koşulları, inançları bir dönem doğru olsa bile geçmişte kalmış olabileceğini dikkate almazlar. Mao’nun “araştırma yapmayanın söz hakkı yoktur” sözünü düşündüğümüzde, dogmatizmi çok yönlü olarak çözümleme ve somut durumda ortaya çıkan hallerinin teşhiri çok daha fazla önem kazanır.

 

“İnanmak, bilmekten önce gelir”

Ortaçağ’da felsefeden siyasete, hukuka, doğa bilimlerine kadar bütün bilimler, teolojinin (tanrı biliminin) bir alt bölümü haline gelmiştir. Avrupa’da kilisenin hakimiyeti tartışılmaz durumdaydı. Bu dönemde skolastik felsefecilerin yazdığı ve bütün bilgilerin toplandığı Summa isimli kitapların dışına çıkılması yasaktı. Yazılacak, konuşulacak herşey, bütün akıl yürütmeler kilisenin onayladığı Summa’daki fikirleri desteklemek ve haklı çıkarmak için yapılırdı. Bir ön kabulle, buradaki bilgiler doğru sayılır ve tüm mantık çıkarımları bu doğruluğu kanıtlamak için kullanılırdı. Ortaçağ’a hakim olan hem patristik hem de skolastik felsefe bilgi kuramında şu iki ilkeyi temele koymaktadır:

1- “Akıl almadığı için inanıyorum.” Yani saçma da, akıl dışı da olsa, hakikate giden tek yol inanmaktır. İnanınca, bir anlamı olduğu ortaya çıkacaktır.

2- “İnanmak, bilmekten önce gelmektedir.” Birşeye inanmadığında onu bilebilmen mümkün değildir.

Ortaçağ’da bilgi, Tanrı’nın varlığını bilmek için kullanılan, bunu ispat etmeyi tek gerekçe sayan bir duruma bürünmüştür. Bu süreçte tek amaç, yeni bilgi elde etmek değil, var olan din bilgisini hiç şüphe duymadan akılla açıklamak ve temellendirmektir.

Teolojinin dünya üzerinde binlerce yıl süren egemenliğinin Avrupa’da sarsılmaya başladığı rönesans-reform dönemlerini incelemek bize yeni bilgilerin, teorinin kapısının açılmasının çok büyük bedeller ödenmesi gerektiğini göstermektedir. Bilimsel çalışmaları kendi egemenliği altına alan ve onun dışına çıkılamayan, bir ön kabul olarak her varsayımın başında tutulmak zorunda olunan din/Tanrı olgusunu aşmak imkansız gibi birşeydi. Kutsallar, hiçbir şekilde sorgulanamazdı. Sorgulayanlar, enginizasyon mahkemelerince çok çeşitli işkenceler sonucu öldürülüyorlardı. Fakat egemenlerin bu yasaklamalarına, baskılarına karşın çalışmalarını bir ön kabul olmadan veya o zamana kadar mevcut olan ön kabulleri reddederek çalışma yapanlar oluyordu. Bizler burada sadece Kopernik ve Descartes’e kısaca bakacağız.

Kopernik’e (1473-1543) kadar astronomide hakim olan fikir dünyanın evrenin merkezi olduğu ve güneş de dahil tüm gök cisimlerinin dünyanın etrafında döndüğüydü. Kilise, bu fikri savunuyordu. Bu savunu gerçeğe uymadığı için tüm çalışmalarda sorun çıkartmaktaysa da farklı bir araştırma sürecine girmek imkansız gibiydi. Kopernik, kilisenin onayını alan dünya merkezli sistemi reddeden, güneşin gezegen sisteminin merkezinde yer aldığı bir sistem geliştirmişti. Güneş ve dünyanın sistemdeki bu yer değiştirmesi, tarihe Kopernik devrimi olarak geçmiştir. Bu durum aynı zamanda bize, zamanı gelen düşüncenin önünde hiçbir gücün duramayacağını da göstermiştir. Güneş merkezli sistem yüzyıllar önce Aristarkos tarafından önerilmişse de yaygınlaşamamış ve unutulup gitmişti. Kopernik, kiliseye ve egemen olan Aristo’nun geleneğine kafa tutmuştu. Hem kendisi hem de teorisi, yoğun baskı altında kaldıysa da yeni sistem zamanın entellektüel ortamında büyük bir etki yarattı. Bu gelişmenin felsefede önemli etkileri oldu. Dünyanın ve insanın merkeze konulduğu incelemeler artık büyük bir dönüşüm geçirmek zorundaydı. Tanrı artık yeryüzünden gökyüzüne çekiliyordu. Teolojinin daha genel dogmasına göre alt ve ikincil düzeyde sayılan bilimsel bilgi/araştırma bu devrimle öne geçmeye başlamıştır. Elbette ki bu, o dönemin sınıf mücadelesinin bir yansımasıydı aynı zamanda. Gittikçe güçlenen burjuvazinin, hakim sınıflar olan feodallere ve din adamlarına karşı savaşımda bilimsel gelişmeleri desteklemeleri büyük önem taşıyordu. Fakat bilimsel gerçeklerin kabul ettirilmesi yine de kolay olmamıştır, Kopernik devriminden 100 yıl sonra bile Galileo “dünya dönüyor” dediği için engizisyonda yargılanmıştır. Bilim insanı olan Bruno, 1600’de sapkın olduğu iddiasıyla odunlar üzerinde yakılmıştır. Doğanın şifalı otlarını kullanan kadınlar, cadı olarak öldürülmüştür. Ama artık skolastik felsefeyi ortaya çıkaran koşullar büyük ölçüde değişmiş, teolojik düşünce önemli bir darbe yemiştir. Bilgi, kanıtlar sunmak, gerçekle uyum salt inancın önüne geçmeye başlamıştır. Bilginin modernist kavranışı her halükarda önemli bir ilerleme olmuştur.

Kopernik devrimi sonrasında Descartes’in attığı adımlar da önemlidir. Dogmatizmin panzehiri olan “şüphe duyma”yı meşrulaştırmıştır. Descartes, çoğunluğun-otoritenin inandığı fikirlerin askıya alınıp en kutsal kitapların dahi sonlanabileceğini ortaya koymuştur. Descartes, “dogmatizmden, otoritenin etkisinden, yanlı bakış açılarından, eski alışkanlıklardan, irdelenmeden benimsenen fikirlerden etkilenmeyen bir sorgulama hedefi” yaşamıştır. (Epistomoloji, Doç. Dr. Murat Baç, s. 31)

Descartes’i araştırmaya sürükleyen şey “inandığı” önermeler arasında pek çok yanlışın oldugunu görmesiydi. Bunun üzerine Ortaçağ’ın tüm düşüncelerinin temelinde olan Tanrı’nın varlığına dair hiçbir bilgisi yokmuş gibi hareket etmeyi temel almış, böylece doğanın çelişkilerine yoğunlaşabilmişti.

Özü dogmatiklik olan skolastik felsefeye karşı yaklaşık 500 yıl önce o dönemin feodal sınıflarına karşı çıkan burjuva aydınları köklü teoriler öne sürmüştür. Fakat çeşitli toplum teorilerinde sosyalistler dahil sürekli uğraşılmak zorunda kalınmıştır.

Dogmalar en az bilgiye sahip olunan dönemlerde toplumsal sorgulamaların önünü kesmek, iktidarlarını korkuya dayanan inançlarla güvencelemek gibi sayılabilecek birçok nedenden dolayı egemenler tarafından hep savunulmuş, hukuksal ve askeri önlemler de dahil olmak üzere yürürlükte kalması sağlanmaya çalışılmıştır. Şüphe duyanlar, sorgulayanlar yerine “inananlar” olması istemiştir.

Bilgiye ulaşmak her daim zor olmuştur. Bilgi peşinde olanlar gözlerini görünenin ötesine dikmek zorundadırlar. Bunun için zahmetli araştırmalara ve toplumsal pratik içerisine girmeleri ve de teorik uğraşın bir parçası olarak soyutlama yapıp, kavramlaştırmayı bilmeleri gereklidir. Elde edilen bilgilerin sınanabileceği tek yer pratiktir.

 

Devam edecek

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu