Türkiye’de 60’lı yıllardaki sosyalist mücadelemizin karşısındaki hedeflerden biri hiç kuşkusuz ABD emperyalizminin tüm dünyada ve özel olarak da Türkiye’deki askeri üsleri ve tesisleriydi. İnönü’den başlayarak Menderes’e, MBK’ya ve de Demirel’e dek tüm iktidar sahiplerinin varlığını inkar ettiği ya da küçümsemeye çalıştığı bu üs ve tesislerin tam listesini 12 Eylül 1967 tarihli Ant dergisinde yayınladığımızda kıyamet kopmuştu.
Üzerinden tam 53 yıl geçti… Washington yönetimiyle zaman zaman yaşanan gerilimlere, restleşmelere, meydan okumalara rağmen. Türkiye’de ABD üs ve tesisleri varlığını devam ettiriyor.
8 Ocak 2020 tarihli çeşitli gazetelerde verilen bilgiye göre Türkiye’nin şu yerleşim bölgelerinde ABD ve NATO’nun üs ve tesisleri mevcut:
Adana-İncirlik, Amasya, Ankara, Balıkesir, Çanakkale, Diyarbakır-Pirinçlik, Erzurum, Eskişehir, Hakkari, Hatay, İskenderun, İzmir, İzmit, Karamürsel, Konya, Kütahya, Lüleburgaz, Mardin, Mersin, Merzifon, Muğla, Ordu, Rize, Sinop, Sivas, Şanlıurfa, Şırnak, Şile, Van.
Türkiye’nin bu üs ve tesislerden temizlenmesi, 60 yıl öncesinde olduğu gibi bugün de, özgürlük, halklarımızın eşitliği ve kardeşliği için, kapitalist sömürüye ve ABD emperyalizmine karşı mücadelede kararlı tüm demokrasi güçlerinin görevi…
Ama yaşadığımız topraklarda emperyalist üs ve tesislerin varlığına ne denli karşıysak, milliyetçi ve islamcı fütuhat kafasıyla Türk Ordusu’nun başka ülkelerde üs ve tesisler kurmasına, Ankara müstebitlerinin “düşman” bellediği uluslara, milliyetlere ve halklara karşı emperyalist operasyonlar yürütmesine de o denli karşı çıkmak gerekir.
Tıpkı 2. Dünya Savaşı sonrasında ABD Ordusu’nun “komünizme karşı mücadele” amacıyla dünyanın hemen hemen her ülkesinde üs ve tesisler kurduğu gibi, Recep Tayyip Erdoğan başkomutanlığı altındaki Türk ordusu da gerektiğinde “Türk ve İslam düşmanlarına karşı” askeri operasyonlara girişmek üzere dünyanın üç kıtasındaki tam 15 ülkede askeri üs ve tesisler kurmuş bulunuyor: Afganistan, Arnavutluk, Azerbaycan, Bosna-Hersek, Irak, Katar, Kosova, Kuzey Kıbrıs, Libya, Lübnan, Mali, Orta Afrika Cumhuriyeti, Suriye, Somali, Sudan.
Ordunun ve yanında götürdüğü islamcı paralı askerlerin özellikle Suriye, Irak ve Libya’daki yaptığı sıcak operasyonlar yandaş medyanın manşetlerinde ve TV ekranlarında büyük kahramanlık destanları olarak yansıtılırken, dün ekranlara düşen bir haber, militarist saldırganlığın artık doğrudan Ermenistan’ı da hedef aldığını gösteriyor.
1915 soykırımının 105 yıldır süren inkârcılığı yetmezmiş gibi şimdi de bu komşu ülkenin 29.743 kilometre karelik toprağına mı göz dikiliyor?
Yıllardır Azerbaycan’da askeri üssü bulunan Türk Ordusu’nun Türkiye’deki bir birliği, tam da Yukarı Karabağ gerginliğinin arttığı bir sırada, 1-5 Ağustos tarihlerinde Bakü ve Nahçıvan’da yapılacak ortak askeri tatbikata katılmak üzere Sederek sınır kapısından törenlerle ve milli marşlarla geçiş yaparak Nahçıvan‘daki askeri kışlalara yerleşiyor…
Türk savaş uçaklarının da 29 Temmuz’dan itibaren Bakü, Nahçıvan, Gence, Kürdemir ve Yevlah göklerinde hava tatbikatı yapacağı iftiharla duyuruluyor.
Türk Ordusu’nun sınır dışı operasyonları sadece kara ve havayla mı sınırlı?
Milliyet’in 24 Mart 2019 tarihli sayısına bakalım: “Barbaros’un torunları denizlere sığmıyor… Hidrokarbon kaynaklarıyla çok uluslu şirketlerin ilgisini çeken Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin haklarını koruyan savaş gemileri, Kuzey Buz Denizi’nden Hint Okyanusu’na uzanan deniz alanında uluslararası operasyonlara başarıyla imza atıyor. 462 bin kilometrelik deniz alanında 103 savaş gemisini aynı anda tüm ateş gücüyle yüzdüren Türk Deniz Kuvvetleri tüm dünyaya parmak ısırtıyor.”
Ancak yandaş medya Türk Ordusu’nun kara, hava ve deniz kuvvetleriyle nasıl zaferden zafere koştuğunu yansıta dursun, Türkiye’nin karşısında sadece politik planda değil, aynı zamanda askeri planda da ciddi bir karşı cephe oluşmakta.
Erdoğan’ın saldırganlığı başta Yunanistan, Kıbrıs ve Fransa olmak üzere Avrupa Birliği üyesi ülkelerde olduğu gibi ABD destekli İsrail’de ve müslüman Ortadoğu ülkelerinin büyük kısmında da tepki ve protestolara neden olmakta.
Rusya ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ile birlikte Libya’da General Halife Hafter’i destekleyen Mısır Cumhurbaşkanı El Sisi, Sirte’yi kırmızı çizgi ilan etmiş, Türkiye destekli UMH güçlerinin Sirte’ye saldırması halinde Mısır’ın doğrudan askeri çatışmaya girebileceği uyarısında bulunmuştu.
Ardından Mısır Meclisi de, “ulusal güvenliğin savunulması”, “batı cephesindeki yabancı terörist gruplar” ve “sabıkalı milisler” ile savaşılması için yurt dışına silahlı asker gönderilmesine izin veren bir tezkereyi onayladı.
Tezkereye karşı tezkere…
Ayrıca unutmamak gerekir ki, İslamcı teröristleri de devşirip talan ve yağma için Libya’ya sokan Türk Ordusu’nun karşısındaki Mısır Ordusu bölgenin en güçlü silahlı kuvvetlerinden birini oluşturuyor.
Dünyadaki 139 ülke ordusunun sıralamasını yapan ABD merkezli Global Firepower’ın 2020 verilerine göre, 920 bin askeri, 215 savaş uçağı ve 4295 tankıyla Mısır, en güçlü ordular tablosunda 9’uncu sırada yer alıyor. Türkiye ise 735 bin askeri, 206 savaş uçağı ve 2622 tankıyla daha aşağıda, 11’inci sırada.
Öyle görünüyor ki, uyguladığı devlet terörü ve sosyo-ekonomik planda yarattığı çöküntü nedeniyle kitle desteğini giderek hızla yitiren Erdoğan bir yandan kılıçlı hutbelerle Ayasofya’yı camileştirme türünden göz boyama manevralarını yoğunlaştırırken, tüm risklerine rağmen sınırdışı ve deniz aşırı askeri operasyonlarla müminler nezdinde “İslam’ın son fatihi” imajını pekiştirmeye çalışacak.
Türk Ordusu’nun başını çeken paşalar bu riskli operasyonlarda Tayyip Erdoğan’ın “emir erleri” statüsünde…
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Güler, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Ümit Dündar ve Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Adnan Özbal Ayasofya’ya girişi sırasında Erdoğan’a eşlik ettikleri gibi, içeride de Erdoğan’ın ve Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar’ın hemen arkasında saf tutarak namaz kıldılar, namazın ardından da Fatih Sultan Mehmet’in türbesini ziyaretinde Erdoğan’a eşlik ettiler.
Bu hazin manzarayı görünce kara kara düşünmemek mümkün mü?
İslamcı faşizmi iktidarda kalıcı kılmayı amaçlayan tüm bu manevralara karşı güçlü bir demokratik muhalefet cephesi oluşabilecek mi?
CHP genel başkanı Kılıçdaroğlu ve İstanbul Belediye Başkanı İmamoğlu’nun Ayasofya’nın camileştirilmesi karşısındaki teslimiyetçi tavrını, HDP dışındaki diğer muhalefet partilerinin de bu çirkin operasyona nasıl destek olduğunu hatırlayınca iyimser olmak pek de mümkün değil.
Ayrıca şu da unutulmasın ki, Türk Ordusu’nun sınır içi ya da sınır dışı operasyonlara sokulması, kendi toprağımızda Türk-Müslüman olmayan halklara ordu ve polis gücüyle zulmedilirken bir başka ülke toprağının yıllarca işgal altında tutulması Tayyip’in iktidarıyla da başlamış değildir.
Üzerinden 46 yıl geçtiği halde hâlâ sona ermeyen Kuzey Kıbrıs’ın işgali, “barış güvercini” Başbakan Bülent Ecevit ile İslamcı Başbakan Yardımcısı Necmeddin Erbakan’ın ortak eseridir.
Kıbrıs Harekâtı’nın 46. yıldönümü dolayısıyla 20 Temmuz 2020’de KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı’ya gönderdiği mesajda CHP lideri Kılıçdaroğlu, Ecevit’in yanısıra islamist Necmeddin Erbakan’ı da, faşist Rauf Denktaş’ı da “minnet ve saygı”yla anmayı ihmal etmedi.
Evet, cuntacı Yunan albaylarının desteğiyle Kıbrıs’ta EOKA’cı Nikos Sampson’un yaptığı darbeye karşı 20 Temmuz 1974’teki ilk askeri müdahale sadece bu faşistin değil aynı zamanda Yunanistan’daki albaylar cuntasının da alaşağı olmasına yol açtığı için dünya kamuoyunda olumlu karşılanmıştı.
Ancak üzerinden bir ay geçmeden 14 Ağustos’ta Türk Ordusu’nun Kıbrıs’ın tüm kuzeyini işgal ederek Türk Devleti’nin sömürgesi haline getirmesi aynı kamuoyunun büyük tepkisine yol açacaktı.
15 Kasım 1983’te Türk Ordusu’nun işgali altındaki bu sömürgede Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin kurulması o denli büyük tepki yaratmıştı ki, bu yeni kukla devleti TC dışında hiçbir devlet tanımayacaktı.
Hele hele yıllarca İngiliz gizli servislerinin hizmetinde çalıştıktan sonra Fazıl Küçük’le birlikte Türk gizli servislerinin adadaki vurucu çetelerini organize etmiş olan Rauf Denktaş’ın bu devletin cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturtulması katmerli bir skandaldı.
Denktaş çetelerinin adada devrimci Türkleri, örneğin sendikacı Derviş Ali Kavazoğlu’nu, iki yürekli gazeteci Ahmet Mustafa Gürkan ile Ayhan Mustafa Hikmet’i nasıl alçakça katlettiğini 9 Eylül 1969 tarihli Ant dergisinde belgelerle açıklamıştık. Bu yayın üzerine katil ikili Ant dergisinin Kıbrıs adasına girmesini yasaklamıştı.
Türk Ordusu’nun kontrolü altındaki bu çakma devlet, sadece ordu hiyerarşisinin değil, 1974 askeri operasyonlarını yaptıran Ecevit’ten başlayarak tüm gelmiş geçmiş iktidar sahiplerinin el bebek gül bebek gözdesidir.
Onlara göre KKTC’nin kuruluşu bir halkın kendi yazgısını belirleme hakkını kullanma iradesinin ürünüdür.
Kıbrıs konusunda “kendi yazgısını belirleme” hakkına böylesine saygılı kesilen Türkiye’nin Türk partileri, Kıbrıs’ın doğusundaki Suriye’de İslamcı faşistlere karşı yiğitçe mücadele veren, ülkenin büyük kesimini IŞİD işgalinden kurtaran Kürt halkının kendi yazgısını belirleme hakkını kullanarak kurduğu PYD’ye, onun askerî gücü olan YPG’ye ne hakla karşı çıkabilmektedir?
Kürdistan coğrafyasının dört kesimindeki tüm siyasal örgütlenmelere ve yapılanmalara düşmanlık etmek, Erdoğan, Bahçeli, Akşener gibi Türk-İslam sentezi ürünü politikacıların fıtratında vardır.
Ya HDP’nin de üye olduğu Sosyalist Enternasyonal’de yer aldığı halde bugüne kadar Kürt sorununda iktidardan hiç de farklı dil kullanmayan CHP?
Üç metropolün belediye başkanlıklarını Kürt seçmenlerin desteğiyle kazanmış olmasına rağmen CHP’den bugüne kadar HDP’ye yönelik hakşinas bir demeç, bir dayanışma görülmedi.
Geçen pazar günü yapılan Kurultay’dan sonra bir değişiklik beklenebilir mi?
Kılıçdaroğlu Kurultay konuşmasında “Önümüzdeki ilk seçimde dostlarımızla beraber iktidar olacağız” derken yine HDP’nin adını anmaktan ısrarla kaçındı. En azından, partinin bu en yüksek organında geçmişin muhasebesini yaparken, yerel seçimlerden yine bozgunla çıkmasını engelleyen HDP’ye açıkça, ismini de vererek bir teşekkür sunması gerekmez miydi? Heyhat!
Hele hele son kurultayda başkan adaylığı binbir dalevara ve baskıyla engellenen İlhan Cihaner’in toplantı kürsüsünde yaptığı dehşet verici açıklamaları dinledikten sonra Kılıçdaroğlu’nu nerdeyse oybirliğiyle yeniden genel başkan seçen bir CHP’den kimse fazla bir şey beklemesin.
Vaktinde ya da vaktinden önce bir genel seçim olur da, Tayyip’in AKP’si faşist MHP’yle birlikte bile iktidar olamayacak duruma düşerse, korkarım ki Kılıçdaroğlu imdadına yetişir, 1973’teki CHP-MSP koalisyonu gibi İslamcı faşistlerin de kolaylıkla sineye çekebileceği CHP-AKP’den oluşan büyük bir koalisyonun çöpçatanlığını da yapar.
Yapar mı yapar? Tecrübeyle sabit…
(artı-gerçek. 29 Temmuz 2020)