Brüksel’in merkezinden uluslararası hava alanına giden Avenue Leopold III‘ün sol yakasındaki 250 Bin metrekarelik alanda, uzaktan görünüşüyle sekiz dişli bir timsah ağzına benzeyen ve yapımı üye ülkelere tam 1,2 Milyar Euro’ya mal olan NATO’nun Genel Karargahı yükselir.
Son Ukrayna krizinden sonra ABD’nin dayatmasıyla Madrid zirvesinde alınan kararlar uyarınca harekât alanını Avrupa’nın doğusuna ve kuzeyine yayan, öte yandan Japonya, Güney Kore, Yeni Zelanda ve Avusturalya’yı da yedeğine takarak Rusya, Çin, Hindistan gibi Asya devlerine karşı bir süper ittifak oluşturmaya çalışan NATO’nun karargahı son derece hareketli… Sadece üye 30 ülkenin değil, başta İsveç ve Finlandiya olmak üzere NATO nüfuzu altına giren diğer ülkelerin generalleri de bu karargaha ulaşmak için gün boyu Avenue Leopold III’te cirit atıyor.
Ya bu devasa karargahın tam karşısında, Fransa’nın üyelikten çekilmesi üzerine Paris’i terkederek 1967’den itibaren tam 50 yıl NATO kurmaylarına hizmet veren eski karargah?
Orası da bir süre kendi kaderine terkedildiyse de, 2016’de Brüksel’deki bir metro istasyonunda ve Zaventem hava alanında 32 kişinin yaşamını yitirdiği islamcı terör saldırısı sanıklarının olağanüstü güvenlik önlemleri altında yargılanmasını sağlamak için devasa bir mahkemeye dönüştürüldü… Öyle ki, eski karargah bugünlerde Belçika gazete ve televizyonlarının haber saatlerinde yeni karargaha bayağı fark atar oldu…
Ancak, Paris’teki terör sanıklarının aylarca süren yargılanmalarında büyük bir sorun yaşanmamışken, Brüksel’deki yargılanmanın daha hazırlık safhasında sanıkların içine oturtulacağı cam kafesler yüzünden, duruşmaların hazırlığı için sanık ve mağdur avukatlarının da katılımıyla yapılan ilk oturumda kıyamet koptu.
Paris’teki duruşmalarda sanıklar avukatlarıyla doğrudan görüşebildikleri büyük bir bölümde hepsi bir arada olarak yargılanmışlarken, Brüksel’deki mahkeme salonunda, güvenliği sağlamakla görevli emniyetin talebi üzerine, dokuz sanığın kendi aralarında ve avukatlarıyla temas olmaksızın oturması için dokuz ayrı cam hücre yapılmış bulunuyor.
Sanıkların hazır bulunmadığı 11 Eylül’deki ilk hazırlık oturumunda sanık avukatları bu düzeni görünce kıyameti koparttılar, sadece hava deliği ve belge teati etmek için bir yarık bulunan “utanç kafesleri” diye niteledikleri bu tek kişilik hücrelerin yıkılarak yerine Paris’teki gibi toplu bir sanık bölümü yapılmasını istediler.
Mahkeme başkanı Laurence Massart da, avukatların itirazlarını yerinde bularak, tek kişilik hücrelerin yıkılıp yerine sanıkların bir arada olacağı toplu bir bölüm yapılmasına karar verdi… Bu değişikliğin gerçekleştirilmesi uzun vakit alabileceğinden, 10 Ekim’de sanıkların da hazır bulundurulmasıyla başlaması gereken ilk duruşma şimdilik belirsiz ileri bir tarihe erteledi.
Evet, 32 cana kıymaktan sanık dokuz terör zanlısının duruşmasında avukatlarının itirazı dikkate alınarak NATO’nun eski karargah binasında hayli vakit alacak tadilat yapılmasına gidilirken, Türkiye’de Tayyip adaleti, Selahattin Demirtaş ve Osman Kavala’nın da dahil bulunduğu binlerce vatandaşı, mahkeme salonunda bulunmalarına olanak tanınmadan yattıkları zindanlarda Segbis’le ifadeleri alınarak yargılıyor ve mahkum ediyor.
Brüksel’deki mahkemede tek kişilik cam kafeslerin yıkılacağı haberi kesinleştiğinde, bilgisayar ekranına Türkiye’den bir haber inmekteydi:
Selahattin Demirtaş 6’lı İttifak’ın liderlerinden Ahmet Davutoğlu’nun başbakan iken kendisi hakkında açtığı davanın duruşmasında yine Segbis’le sorgulanırken şöyle diyordu:
“Davutoğlu, başbakanlık yaptığı dönemde açılan davalarla ilgili şikâyetini geri çekti, şikâyetini çekmediği tek kişi benim. Hakkımda 47 dava açıldı, 144 soruşturma açıldı, altı yıldır tutukluyum, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne göre siyasi tutukluyum. Dokuz yıl hapis cezası aldım, 38 ağırlaştırılmış müebbet ve 10 bin yıla yakın ceza istemiyle yargılanıyorum. Yüreğiniz soğumadı mı bunlara rağmen? Tam olarak amacınız ne, ne kadar ceza almamı istiyorsunuz?”
Paris ve Brüksel’de onlarca cana kıymış islamcı teröristlere dahi yargılanmalarında şahsen hazır bulunup savunmalarını doğrudan yapmaları, hattâ savcı, yargıç ve avukatlarla tartışabilme olanağı tanınırken Türkiye Devleti, Büyük Millet Meclisi’nde temsil edilen ülkenin üçüncü büyük partisinin onursal liderine böyle bir adaletsizlik ve baskı uygulamaktaysa, Avrupa Konseyi’nde böyle bir devletin yeri nedir?
Ya Gezi Direnişi’nden dolayı uyduruk bir iddianameyle suçlanarak tutuklanan, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin verdiği yaptırım kararlarına rağmen beş yıldır zindanda tutulan insan hakları savunucusu Osman Kavala‘ya uygulanan adaletsizlik?
2013 yılının Ocak ayında Çağdaş Hukukçular Derneği’ne, Halkın Hukuk Bürosu’na ve avukatların ofis ve evlerine yapılan baskınlarla başlayan bir siyasi davanın ise 9. yılına girildi… Derneğin başkanı olan Avukat Selçuk Kozağaçlı da 6 yıldır tutuklu olarak yargılanıyor… 7 Eylül’de yapılan son duruşmada Kozağaçlı ve tutuklu iki meslektaşı Barkın Timtik ile Oya Aslan hakkında yine tahliye kararı çıkmadı.
Evet, bu ülkemizin değerli insanları, hâlâ Türkiye zindanlarında…
Ukrayna geriliminden sonra Rusya’yı bir celsede üyelikten atan Avrupa Konseyi bu konularda hâlâ “ne şiş yansın ne kebap” tavrını sürdürmekte… Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi 20-22 Eylül tarihlerinde yaptığı toplantıdan da yine bazı tavsiyeler ve ricalar dışında elle tutulur bir yaptırım kararı çıkmadı.
Buna karşılık, Rusya’ya karşı hemen her gün yeni bir yaptırım ve zorlama kararı alan Avrupa Birliği, insan hakları ihlalleri ve komşu ülkeler toprak ve sularına saldırı konusunda kuzey komşusundan hiç de geride kalmayan Türkiye Devleti’ni yeni oluşturulmakta olan Avrupa Siyasi Topluluğu’nun 6 Ekim’de Prag’da yapacağı toplantıya davet ederek Erdoğan’ın islamo-faşist rejimini bir kez daha onurlandırdı.
Acı olan bir gerçek daha… İkinci Dünya Savaşı’nın ardından insan hakları ve özgürlüklerin savunucusu olma iddiasıyla kurulmuş olan Avrupa Konseyi de, Avrupa Birliği de, kendi bünyeleri içinde hızla güçlenen aşırı sağ yapılanmanın da etkisiyle bu “demokrasinin kaleleri” olma iddiasını giderek kaybediyor.
Daha önce de yazmıştım… Avrupa’nın vurdumduymazlığının ardında sadece “ağır abi” ülkelerin, ne türden rejimle yönetilmekte olursa olsun, Türkiye ile ekonomik, ticari, stratejik ve turistik ilişkileri gözden çıkaramaması, Erdoğan’ın başı sıkıştıkça “Üstüme gelmeyin, yoksa mültecilere AB’nin kapılarını açarım” tehdidini savurması, son Ukrayna krizinden sonra Moskova ile Kiev arasında “vazgeçilmez arabulucu” rolü oynamakta olması yok…
Geçen yıl Avrupa Parlamentosu’ndaki Avrupa Halk Partisi (EPP) grubundan büyük gürültü kopartarak ayrılan Macar başbakanı Viktor Orban’ın partisi Fidezs, AB üyesi ülkelerin tamamında aşırı sağın egemen olması için tüm olanaklarını seferber etmiş durumda…
Fransa’dan Marine Le Pen’in Ulusal Birlik, Polonya’dan Mateus Morawiecki’nin Hukuk ve Adalet, İtalya’dan Matteo Salvini’nin Lega partisi ile birlikte Avrupa Parlamentosu içinde büyük bir ağırlık merkezi oluşturmuş bulunuyor.
Macaristan’daki Viktor Orban’ın partisi Fidesz, aynı çizgideki KDNP ile birlikte katıldığı son seçimlerde, kamuoyu yoklamalarındaki tüm tahminlerin hilafına, oylamaya tıpkı Türkiye’deki altı parti gibi aralarında ittifak yaparak giren altı muhalefet partisini ağır bir yenilgiye uğrattı.
Muhalefete ve medyaya uyguladığı baskıların yanı sıra Viktor Orban’ı Tayyip Erdoğan’a yakın kılan bir özellik, kendisinin sadece Avrupa Birliği içinde değil, Türkçe konuşan ülkeler topluluğu içinde de aynı derece aktif bulunması, Erdoğan’ın oluşturduğu Türk Konseyi‘ne resmen katılarak onun Orta Asya’dan Avrupa’ya tüm Türki devletlerdeki ve bölgelerdeki etkisinin artmasına yardım etmesi ve Türk-İslam Sentezi adına başlattığı fütuhata Avrupa kapısını açmış olmasıdır.
Son seçimlerde İsveç’te ve İtalya’daki aşırı sağ partilerin yüksek oy alması da, Erdoğan’ın Avrupa kıtasındaki konumunu daha da rahatlatacağa benziyor.
Bu koşullarda halklarımızın islamcı-faşist rejime son vermek, Türkiye’yi insan hakları ve demokrasiye saygılı, komşu ülkelerle kardeşçe ilişkiler içinde bir ülke haline getirmek için önümüzdeki seçimlerde AKP-MHP diktasını devirmekten başka bir şansı bulunmuyor.
Emek ve Özgürlük İttifakı’nın önceki gün Haliç Kongre Merkezi’nde açıkladığı Yol Haritası bu radikal değişimin nasıl gerçekleşebileceğini net şekilde ortaya koyuyor.
Ancak o da yeterli değil… Daha önce oluşturulmuş bulunan Millet İttifakı ile Sosyalist Güçbirliği İttifakı’nın da nihai aşamada HDP’ye karşı şimdiye kadar sürdürdükleri mesafeli tavrı terk ederek Emek ve Özgürlük İttifakı ile yapıcı bir diyaloga girmesi ana koşuldur.
Seçim öncesi mutlaka bir İttifaklar İttifakı oluşturulmalıdır.
Bu İttifaklar İttifakı’nın başta gelen hedeflerinden biri de, Kürt ulusuna eşit haklar tanımak, savaşın yerine barışı daim kılmayı yeni seçilecek cumhurbaşkanının ve oluşacak yeni Meclis’in bir numaralı gündem maddesi yapmak olmalıdır.
Bu gerçekleştirilmediği takdirde, önümüzdeki seçimde Erdoğan başkanlık sarayından kovulsa, TBMM’de Cumhur İttifakı azınlığa düşürülmüş olsa bile, Türkiye’de ne güçlendirilmiş parlamenter sisteme geçilebilir, ne de gerçekten demokratik bir rejim kurulabilir.