Erdoğan’ın Anayasa değişikliği paketini onaylamasıyla politik arenada referandum tartışmalarının dozajı da yüksedi. Referandum bugün ve önümüzdeki iki aylık süreç açısından gündemin temel belirleyeni durumunda. Toplumsal kutuplaşmanın taşıdığı gerilimin sözkonusu gündem etrafında voltajını yükselteceğine ise şüphe yok. Siyasi iktidarın aküsünü buradan ürettiği elektrikle doldurduğu ve önümüzdeki dönem boyunca buna yükleneceği de sır değil.
“Evet”çilerin sahaya ağırlığını daha vermediği, RTE’nin de topa henüz yavaş yavaş girdiği şu günlerde bile kıran kırana bir mücadele yaşanıyor. Ne var ki yarışa herkes eşit koşullarda başlamıyor, başlayabilse bile devam edemiyor. Coğrafyamızın üzerinde Demokles’in kılıcı gibi sallanan OHAL’in varlığı fazlasıyla hissediliyor. OHAL, referandum isteyen iktidarın her uygulaması, icraatı, hukuksuzluğu ve keyfiliği için bulunmaz fırsat yaratıyor. Nitekim şimdiden bu avantaj, rakiplerin üzerinde test edilmeye, uygulanmaya başlandı bile. “Hayır”cılar, baskı ve korku cenderesine alınmış durumda. Değişikliğe itiraz edenlerin halka ulaşmak adına attığı her adıma, türlü engel çıkartılıyor. Bildiri dağıtanlar, afiş yapanlar gözaltına alınıyor, broşürler toplatılıyor; eylem ve etkinlikler terörize ediliyor ya da yasaklanıyor. Hükümet partisi kontrolündeki devlet aygıtlarıyla başkanlık sistemine geçilmesine onay vermeyenleri dört bir yandan kuşatma altına alarak moral ve motivasyonu, daha da önemlisi kazanma umudunu kırmaya çalışıyor. Böylece korku iklimi yaratarak muhalefeti derin bir sessizliğe mahkum etmeyi, iradesini kırmayı amaçlıyor.
Değişiklik paketinin neler getireceğine dair her söz, iktidar katında zillerin çalmasına yetiyor. Yargı marifetiyle soruşturmalar açılıyor, gece yarıları evler basılıyor, ana akım medya taarruza geçiyor. Muhalif hiçbir sese tahammül edilemiyor. Öte yandan “tarafsız olması gereken” devlet bürokrasisi, yasaları çiğneyerek açıkça “evet” çağrısı yapıyor. Mevcut anayasaya göre seçim sürecinin tek yetkili mercisi YSK, iktidarın emirerinden başka bir şey değildir. Bakanlar, valiler, müsteşarlar, müdürler, yöneticiler ellerindeki tüm imkanları seferber ediyor. Sefere böylesine güçlü çıkma ihtiyacı açıktır ki zaferden emin olamamaktan kaynaklanıyor. Zira toplumsal çelişkilerin belirlediği çatışma ve hesaplaşma hali her şeye gebe. Bu yüzden hasımların olabildiğince etkisizleştirilmesi, parçalanması veyahut yapılabilirse bir bütün olarak tasfiye edilmesi gerekir. Düşman cephesinin en güçlüsünün bileğini bükmek, saflarını dağıtmak, iradesini parçalamak ilk hedef olarak öne çıkıyor. Bunun günceldeki karşılığının Kürt hareketi ve onunla ittifak halindeki güçler olduğu ise malum!
Siyasi soykırım ifadesine rahmet okutacak bir sindirme, ezme, kuşatma ve yalnızlaştırma konsepti yürürlükte. Siyasi iktidar Kürt sorunu başlığında çoktandır uygulayageldiği yasak, gözaltı, tutuklama ve katliamlarla nefes alamaz, hareket edemez hale getirme tutumunda dozajı yükseltmiş durumda. “İkinci Kurtuluş Savaşı” şiarıyla durumun ciddiyetine dikkat çekilmesi, bu uygulamalara neden olmuş görünüyor. Açık ki Kürt sorunu parantezinde çıkmaza girme, hareket kabiliyetini yitirme ve çaresiz kalma yaşanıyor. “OHAL’i biz kaldırdık” çıkışlarıyla övünenlerin bugün taş üstünde taş bırakmayan bir rotada yol almalarını tetikleyen nedenler var elbette!
Kobanê ha düştü ha düşecek!
2011’de Suriye’de çatışmaların başlamasıyla Esad’ı devirme adına yola çıkan savaş arabasına ilk binen Türk hakim sınıfları ve onların sözcüsü AKP oldu. Neo-Osmanlıcı yayılma hayalleriyle başı dönenler birkaç haftada soluğu Emevi Camisinde alacaktı. Ancak kısa sürede oyuna, hiç de hesapta olmayan yeni bir oyuncu girdi. Kürtler tarihin kendilerine sunduğu fırsatı 40 yılı aşkın mücadelenin birikimiyle en iyi şekilde değerlendirmeyi bildi. Açığa çıkan iktidar boşluğunu hızlıca doldurdu. Özyönetimleri ilan eden Kürtler akıllıca manevralarla ve dengeleri doğru okuyan politikalarla Suriye’de bir güç olarak sahaya çıkmayı başardı.
Siyasi iktidar “stratejik derinlik” fantezileriyle “şer odağı” Esad’dan kurtulmanın peşindeyken Kürtler alanlarını adım adım geliştirdi, büyüttü. Bu gerçek karşısında Türk hakim sınıfları Suriye politikasında Kürt sorununu merkezine alan bir yönelime ağırlık verdi. Kapılarını açtığı, örgütlediği, her türlü desteği verdiği “ılımlı muhalifler” Kürtlerin alternatifi olacaktı. Bunlar yetmeyince ibre cihatçılara kaydı. Zaten başından beri TC sınırları cihatçılar tarafından adeta kalbura çevrilmişti. Bu çetelerin hedefi Kürt bölgeleri ve kazanımları idi. Mücadele ve hesaplaşma sınırların dışına taşınmıştı artık. “İçeride” çözüm süreci adı atında Kürt siyasal hareketinin düzen içine çekilmesini önceleyen bir konsept yürürlükteyken dışarıda savaş tüm şiddeti ile sürdürüldü. “Kobanê ha düşü ha düşecek” sözlerinde ifadesini bulan emeller, bir ütopyadan öteye gidemedi. Dahası bu tutuma 6-8 Ekim’de “içeride” güçlü bir yanıt verildi.
Cihatçı çetelerin Kürtler karşısında aldığı büyük hezimet Türk hakim sınıflarının hevesini kursağında bıraktı. Siyasi iktidarın buna tepkisi Dolmabahçe’de kurulan müzakere masasını devirmek oldu. 7 Haziran’da HDP’nin elde ettiği başarı, yakaladığı ivme, açığa çıkardığı enerji yeni kabusların habercisiydi. Suriye’de tüm çabaya rağmen dindirilemeyen rüzgarın güçlü etkisi kısa sürede TC sınırlarında da hissedildi. İşte bu noktada siyasi iktidar namlunun ucunu içeriye çevirdi. “Dışarıda” kaybettiği muharebeyi içeride kazanacak, yangını büyümeden söndürecek, 7 Haziran’ın rövanşını alacaktı. Son atımlık barutunu da Suriye’yi işgal etme pahasına kullanacak, Azez-Cerablus üzerinden Kürt koridorunu şimdilik kapatmış olmayı başarı hanesine yazacaktı. Suriye’de çuvallayınca geriye, zevahiri kurtarmak kalacaktı…
Sürekli tehdit, korkutma ve yıldırma taktiği!
Güçlenmesi, yığınlar arasında kök salması, toplumun değişik katmanlarıyla buluşması, kaynaşması ve kucaklaşması engellenemeyen bir akış söz konusuydu. Tekçi, inkarcı bir temel üzerinde inşa edilen yapının çözüm adına bohçasından çıkan nefret sosuna bulanmış, ırkçı söylem ve dizginsiz bir şiddet olacaktı. Kürt hareketinin merkezinde olduğu, demokrasi ve özgürlük güçleri kıskaca alınacak, sindirilecek ve diz çökmeleri, itaat etmeleri sağlanacaktı. 2014’te MGK toplantısında kararlaştırılan “çöktürme planı” bu yönelimin ana hatlarını çiziyordu. İlk adım “hendek”, “öz yönetim” bahanesiyle atıldı. Cizre, Sur, Nusaybin ve pek çok yerde ilçeler, mahalleler, kent merkezleri yerle bir edildi. Mahallelerde başlayan sokağa çıkma yasakları OHAL uygulamaları, ilçelere sonrasında kentlere, 15 Temmuz’u müteakip tüm ülkeye yayılacaktı,
Bu yönelimin demokratik alandaki hedefi DBP ile HDP/HDK olacaktı. Belli bir plan dahilinde özellikle de 7 Haziran sonrasında startı verilen bir strateji yürürlüğe sokuldu. Terörize edilen atmosfer ve fiili sıkıyönetim uygulamalarının sağladığı rüzgarla hareket alanının daraltılması böylelikle HDP’nin siyasi alandaki gücünün kırılması, stratejinin ilk hamlesiydi. Vekillerin dokunulmazlıklarının kaldırılması, tutuklanmasıyla artık ikinci hamleye geçilecek, bunu da belediyelere kayyum atanması, halk iradesinin gasp edilmesi izleyecekti.
Gelinen aşamada eşbaşkanların da aralarında olduğu 14 vekili zindanda bulunan, diğer vekilleri de sürekli bir biçimde tehdit edilen, il-ilçe yönetici ve üyelerine yönelik kitlesel gözaltı ve tutuklamaların sıradanlaştığı bir gerçeklikle karşı karşıyayız. Ağzından “millet iradesi” lafını düşürmeyenler kayyumlarla halkın seçimini ve kazanımlarını birer birer yok etmektedir. Savcılar, hakimler, kolluk kuvvetleri coğrafyanın dört bir yanında eşgüdümlü bir şekilde mesai yapmakta, türlü gerekçelerle HDP ve DBP’li üye ve yöneticiler gözaltına alınmakta, büyük bir bölümü tutuklanmaktadır.
Soruşturma, gözaltı ve tutuklamalarla Kürt siyasi güçleri ve ittifaklarının enerjisi tüketilmeye, çalışmaları engellenmeye, böylelikle kitlelerden uzaklaştırılmaya, marjinalleştirilmeye çalışılıyor. Bunun sonucunda bu güçler dengeleri etkileyebilme potansiyeline sahipken asli işini yapamayacak, enerjisi darmadağın edilen il ve ilçe örgütlülüklerini inşa etmeye harcayacak, adliye koridorlarında ya da nezarethanelerde ömür tüketecek!
Kürtlerin iradesinin söz konusu uygulamalarla kırılmasından yaratılan korku havasıyla “evet”e razı edilmesinden ya da en azından HDP/DBP’den sırt çevirmesinden medet umuluyor. Başbakan yardımcısının “evet çıkmazsa terör sürer, baskılar, yasaklar, operasyonlar bitmez” mealindeki “evet çıkarsa terörün nefesi kesilecek” demeçleri bu resim içinde daha da anlam kazanıyor.
Söz konusu uygulamalara paralel bir biçimde aydın, yazar ve akademisyenlere yönelik soruşturma, görevden alma pratikleri de HDP’nin toplumun çeşitli renk ve kesimleriyle kurduğu bağa yöneliktir. 7 Haziran’ın yarattığı sinerjinin temelinde hatırlanacağı üzere ilerici, devrimci ve demokrat güçlerle Kürt siyasal hareketinin ittifakı yatıyordu. Gezi İsyanı’nın bir yansıması olarak geniş toplumsal alanda karşılık bulan bu duygu büyük bir moral motivasyon yaratmıştı. Bahsini ettiğimiz aydın, yazar ve akademisyenler muhalif duruşları nedeniyle bertaraf edilmeye çalışılırken diğer yandan Kürt sorununu içine alan çemberin dışına atılmaya çalışılıyor. “Dokunursanız yanarsınız” mesajı açıkça veriliyor.
Referandum takviminde yapraklar döküldükçe bu mecrada HDP/DBP’nin kapatılması da dahil olmak üzere çok daha kapsamlı adımların atılması olası! Demokratik siyaseti de aşacak bir şekilde bu alanın öne çıkan simge ve değerlerine yönelik şiddet ve çatışmayı körükleyecek, derinleştirecek tehlikeli hamlelerin yapılması şaşırtıcı olmamalı. Zira politik düzlemde, milliyetçi, ırkçı söylem ve buna uygun icraatlara, “teröre karşı mücadele” retoriğiyle kendini var eden, tabanını konsolide eden bir siyasi iktidar söz konusu.
Irkçılık ve şovenizmden medet ummak!
Siyasi iktidar 1 Kasım seçimlerinde şiddeti derinleştirerek, gerilimi büyüterek bölünme fobisini besleyerek amacına ulaştı. Irkçı, milliyetçi bir söylem ve dil, gerek kendi tabanında gerekse de MHP kitlesinde karşılık buldu. Yığınların bilincini dumura uğratan şovenizmi etkin bir argüman olarak kullanıldı. Düne kadar başkanlık rejimi için ağıza dahi dahi alınmayacak sözler sarfeden Bahçeli’nin hızlı manevraları tabanda ciddi bir kafa karışıklığı yaratmışa benziyor. Kamuoyuna yansıyan anketler MHP tabanının başkanlığa önemli oranda “Hayır” dediği ve ikna olmadığı konusunda ortaklaşıyor. Referandumda belirleyici önemi bulunan MHP tabanının bu durumu açık ki AKP’nin sürece yaklaşımını doğrudan etkileyecek. MHP’nin ve tabanının evet çizgisine çekilmesi adına 1 Kasım döneminde başarısı ispatlanan yöntemlere yeniden başvurulacağını öngörmek zor değil. Hem de daha kritik bir dönemeçten geçilirken siyasi iktidar bu kartı daha yoğun şekilde kullanılacaktır.
Düzen partileri, aralarındaki anlaşmazlıklar ne kadar büyük olursa olsun, Kürt sorunu söz konusu olduğunda aynı safta yer almaktan asla imtina etmez. “Tek millet”, “tek vatan”, “tek dil” tüm düzen partilerinin ortak paydasıdır. Burada farklı ulus ve milliyetlere yer yoktur. Bu nedenle, Kürt sorunu düzen partileri açısından son derece işlevseldir.
Siyasi iktidar da bu bilinçle hareket ediyor. Vekillerin dokunulmazlıklarının kaldırılmasına onay veren CHP’nin başkanlık konusunda Hayır noktasında HDP ile buluşmaması AKP için kullanışlı bir mevzu olacaktır. Kürt sorununun çözümü bahsinde rejimin kırmızı çizgilerine sıkı sıkıya bağlı CHP’nin buna rağmen “bizi terör örgütleriyle yan yana göstermeye çalışıyorlar” serzenişi bunun farkında olmasındandır. Açık ki AKP, CHP içindeki ulusalcı, milliyetçi damarı kaşıyacak, bunun üzerinden HDP’ye yakın duran kesimleri baskı altına almaya çalışacaktır.
Her halükarda milliyetçi, ırkçı, söylemlerin yaygınlık kazanacağı, şovenizm virüsünün toplumsal dokunun kılcal damarlarına daha yoğun şırınga edileceği bir süreci yaşayacağız. Dönemin AKP açısından en gözde sloganının “terörle mücadele için başkanlık” olması da bunu gösteriyor. Siyasi iktidar HDP/HDK ve DBP’ye yönelik her tasarrufu ile MHP-CHP’ye mesaj veriyor. “Terörle mücadeledeki” kararlılığını, ısrarını gür bir şekilde bir kez daha ilan ediyor. Ve daha da “iyisi” için başkanlık onayı istiyor!
Özgürlük ve demokrasi isteyenlerin güç birliği
Ancak AKP iktidarı 90 yıllık çözümsüzlük politikasını tekrar etmekten, daha önce sayısız kez uygulanmış ve başarısız olmuş yöntemlere sarılmaktan öteye gidemiyor. Devleti, tekçi bir yapı üzerine inşa eden Türk hakim sınıfları Kürt sorunu parantezinde krizi sürekli üretiyor. İnkarcı, militarist ve şovenist çizgi, krizin yapısal bir hal almasına neden oluyor. Demokratik devrimini yapamayan, feodalizmi tasfiye edemeyen bir ekonomik alt yapının başka bir sonuç açığa çıkarması da beklenemez. Bundan sebep bu alanda en ufak bir “iyileşme”, “adım” büyük bir hiddetin ve şiddetin hedefi oluyor. Sistemin çanları yüksek sesle çalmaya, kolonlarına yerleştirilen sigortalar atmaya başlıyor.
Osmanlı’dan TC’ye devredilen Kürt sorunu baskı-şiddet ve imha yöntemleriyle “çözülmeye” çalışıldıkça her defasında daha da güçlü ve etkin sahneye çıktı/çıkıyor. Sadece son 40 yıldır döneme bakmak bile bu gerçeği anlamak için kafi. 1970’lerden bu yana bu sahada politik öznelerin sürekli bir gelişiminden söz etmek yanlış olmaz. Bugün yaşanan gelişmelere, tarihi tecrübelerin ışığında bakmak faydalı olacaktır. Baskı, şiddet ve “terörün” sonuçsuz kaldığı, toplumsal bir realiteyi ve çelişkiyi ortadan kaldırmayacağı açık! Mevcut siyasal iktidar da asla kazanamayacağı bir savaşın içinde, dahası sonunu getirecek politikalara başvurmuş durumda.
Kuşatma, ezme ve tasfiye stratejisi kısa dönemli sonuçlar getirse de bir adım sonrasında sahibini vurma potansiyelini güçlü bir şekilde taşır. Referandum bağlamında başkanlığa itiraz edenleri zayıflatmak, seslerini boğmak adına girilen yönelim aynı zamanda siyasi iktidarın ne kadar köşeye sıkıştığını, manevra kabiliyetini yitirdiğini gösteriyor. Referandumun kaderi hala ortadadır ve negatif bir sonuç iktidarda ciddi yaralar açacaktır. AKP’nin en büyük korkusu budur. OHAL şemsiyesinin altına girmesi, rakiplerine yönelik sınırsız tahammülsüzlüğü bundandır. Yığınları siyaset denkleminin etkisiz elemanına dönüştürme çabasının altında bu derin endişe yatıyor.
Öyleyse, bugün bu korkuları karabasana çevrime şansı vardır. Kitlelerin engelleme ve yasaklara, baskılara rağmen haykıracağı güçlü bir itiraz, hem OHAL’e bir meydan okuma hem de geleceğe yönelik bir söz olacaktır. Hakim sınıfların kaptan köşkünde oturan temsilcileri bizden sessiz kalmamızı, kenara çekilmemizi istiyor. Bunu da “nasıl olsa sonuç değişmeyecek” argümanıyla güçlendiriyor, dolaşıma sokuyor. Böylece bize mücadele arenasını, hattını ve duruşunu işaret ediyor.
Referandumda hesaplaşmanın en öne çıkan başlığında Kürt sorununu kapsayan çemberin içinde direnişin en ileri mevzisinde konumlanmak acil bir ihtiyaç. Güçleri korumak, tahkim etmek ve gidişata belirleyici bir etkide bulunma olanağı ancak bu şekilde ortaya çıkacaktır. Demokrasi ve özgürlük güçlerinin dayanışmasına ve birlikte mücadelesine bugün her zamankinden fazla ihtiyaç vardır. Kapsayıcı, umut ve moral aşılayan etkin bir çalışmanın karşılık bulacağına şüphe yok. Enerjiyi katlama, tempoyu yükseltme, çıtayı yukarı çekme, cesaret ve cüreti büyütme zamanıdır.