Hasan Hayri Aslan’ın yaptığı bu çalışma, süreci gözler önüne seren şu ana kadar yapılmış en iyi çalışmadır. Şimdiye kadar yapılan çalışmalar ya sürecin canalıcı detaylarını yansıtma bakımından eksik kalmış ya da yazarlarının “grupçu” yaklaşımlarıyla özünden uzaklaşmıştır.
Kuşkusuz resmi evrak veya belgelere dayalı bir çalışmadan bahsetmiyoruz. Zira devrimcilerin böyle bir imkanı olamaz, zaten esaret koşullarında da belgeli çalışmazlar. Devrimcilerin “dokümanter” çalışması, bir çeşit sözlü tarih derlemesidir.
Sözlü tarih, ne kadar tarihtir? Tarihi araştırmalar için bir done sayılabilir mi? Bu daha çok akademik bir araştırma sorunudur. Geçmişten beri ezilenler yaşadıklarını kulaktan kulağa aktarmışlardır. Ancak son iki yüzyıldır aydınlar nispeten kaleme sarılmışlardır. Aslanlar kendi tarihlerini yazmadıkça avcıların palavralarını dinlemek zorunda kalacağız.
Bu anlamıyla Hasan Hayri’nin kitabı, Diyarbakır Cezaevi sürecini taraflar ve bunların süreçteki fonksiyonlarını yansıtması bakımından şu ana kadar yazılmış en iyi kitaptır.
5 Nolu ile ilgili konuşulacaksa, bir takım gerçekler teyit edilecekse, zulum-işkence ve direniş anlatılacaksa, bunu bu kitaba başvurmadan yapamayız.
Kronolojide ya da bir takım hadiselerin anlatımında ufak-tefek hatalar olamaz mı?
Tabii ki olabilir!
“Hafıza nisyan ile maluldür!”
Az önce belirttiğimiz gibi, devrimcilerin sözlü tarih çalışmaları kurumsal imkan ve olanaklara sahip olmadığı için bazı hatalar barındırabilir.
Bunu iletişimdeki eksikliklere ya da bireyci- grupçu yaklaşımlara yorabiliriz.
Bu yorum, bir döneme ışık tutan eserin genel hatları, zulum karşısında örgütsel pozisyonlar ve direniş mecrasında saflaşmalarla ilgilidir. Diyarbakır zindan direnişinde TKP/ML’yi görmezden gelen veya süreçteki etkinliğini yok sayan bir yığın çalışmaya verilmiş güzel bir cevap olması bakımından da mutlaka kütüphanemizde bulunması gereken bir kitaptır.
Ancak biçim olarak kitap oldukça subjektif, yanlış ve hatalı yönlendirmelerle de doludur. Yazar bu çalışma öncesi yoldaşlarıyla daha sıkı bir iletişim içinde olsaydı belki bir çok yanlışı önleyebilirdi. Ayrıca bir çok konuda da bilinçli olarak bir yönlendirme, çarpıtma ve itibar zedeleme girişimi olduğunu üzüntüyle görüyoruz.
Bu kitap özelinde yapacağımız eleştiri aynı zamanda çevremiz tarafından kaleme alınmış bütün anı-romanlar için geçerlidir.
Biz, işleyişindeki demokrasi bakımından Türkiye Devrimci Hareketi içinde parmakla gösterilen bir yapıyız. Kendi içinde, diğer yapılarda olduğu gibi neredeyse “kült” liderler yaratmamış, körü körüne bunların peşinden koşmamış aksine determinizmden uzak, çözümlerini mümkün olduğunca kolektif çalışmalarla ortaya koymaya çalışan bir yapıyız.
İbrahim’in bütün takipçileri hala aynı doğrultuda çalışmalarına devam etmektedirler. Bu yüzden demokratik çalışma yöntemi, edebi çalışmalarımızda da belirleyici olmak zorundadır.
Son zamanlarda çevremizin ürettiği Anı-Roman çalışmalarında, bu ilkemizin çiğnendiğini, görmezden gelindiğini üzüntüyle görmekteyiz.
Bir çok yazar arkadaşımız geçmişte yaşanılanları kaleme alırken spesifik duygular ve egosunun etkisiyle hala yaşamakta olan bir çok yoldaşımız için olur-olmaz belirlemeler ve karakter tahlilleri yapıyor; bazen bilinçli bazen bilinçsizce kırıcı ve karalayıcı betimlemeler yazıyorlar.
Halbuki ufak bir çaba veya bir telefonla bu yanlışlar düzeltilebilecekken çoğu zaman bilinçli olarak yazılı hale getiriliyor.
Yaşayan veya yaşamayan bir çok yoldaşımız hakkında yaptıkları subjektif değerlendirmeleri yazılı hale getirerek silinmesi zor hatalara sebep oluyorlar.
Bizimle gönül bağı kalmış ya da kalmamış biri hakkında değerlendirme yapılırken “kişilik hakları”na itina gösterilip kelimelerin özenle seçilmesi gerekiyor.
Yazılı hale gelen bu belirlemeler tashihi mümkün olmadığı ya da herkesin kitaba cevap verme konumu bulunmadığı için bir anlamda kalıcı hale geliyor. Ve bir yığın incinmiş yoldaş, bir yığın zedelenmiş arkadaşlık, bir yığın kırılmış kalp…
5 Nolu Cehenneminde Ölümden de Öte adlı kitapta İlkesel düzeyde kendinin dışında devrimci yaklaşımı da yaralayan iki önemli hata görüyoruz. Birincisi; genel olarak devrimciler, ikincisi grup olarak bizler gerçekler çarpıtılarak korunmuştur.
Burjuvazi dezenformasyon ustasıdır. Bunu neredeyse bilim haline getirmiştir. Kamuoyunu belli yerlere kanalize etmede, medyanın da gücünü kullanarak aleyhine olan her şeyi yalan-yanlış haberlerle öylesine dezenforme ediyor ki en haksız olduğu konularda bile kendini “mağdur ve haklı” konumuna sokabiliyor.(Örnekse bugün en az ilişkilendirilmesi gereken Fetullah Cemaati ve PKK’nin neredeyse ittifakçı gibi gösterilmesidir.)
Uzun vadede zahmetli ancak doğru sonuçlar yerine, kısa yoldan geçici yararlar sağlayacak yol ve yöntemleri tercih etmek.
Mazlum Doğan, Hayri Durmuş ve Kemal Pir’lerin kendi sesleriyle cezaevi hoparlörlerinden yayınlanan Atatürkün Gençliğe Hitabesi, Andımız vb gibi şeylerin okunmasını onların iradesi dışında saymak, bir komploymuş gibi göstermek bir yanlış bir yönlendirmedir.
1981 Mart ayı sonları gibi, kurallara uymayacağı İstiklal Marşı vb’ni okumayacağı konusunda direnen son beş-on kişi de teslim olmaya karar veriyor ve kısa bir süre sonra PKK önder kadrolarına bu ses kaydı yaptırılıyor.
Devrimciler ses kaydını verirken bu kaydın ne için kullanılacağını bilmiyorlar mı? Bal gibi de biliyorlar. Gayet açık ve net.
Ancak yazar, devrimcileri koruma adına ısrarla bunun bir komplo olduğunu öne sürüyor.
Devrimcileri koruyacak olan biricik done haklılıklarıdır. O çetin mücadele içinde kısmen salpa da yapmış olsalar, onları ancak hakikatlerle koruyabiliriz. Gerçekler olmadan materyalizm olmaz ve materyalizme sırtını dayamayan hiçbir yöntemle sağlıklı tahliller yapmak mümkün değildir! Mazlum ve Hayriler o ses kayıtlarını verirken bunların cezaevi hoparlörlerinden okunacağını biliyorlardı.
Kitabın içeriğine etki eden diğer çarpıtma ise TPK/ML’lilerin teslimiyetinin gizlenmesidir.
Diyarbakır Cezaevi ile ilgili yazılmış başka kitaplarda bu vurgulanırken yazar bunu inkar ediyor ve TKP/ML’lilerin 1981 Şubatında teslim olmadığını, hücrelerden koğuşlara geçerek orada da direnişlerine devam ettiklerini öne sürüyor ve bu sefer de kendi yoldaşlarını koruma altına almaya çalışıyor.
Halbuki cezaevinde kaldığı sürece Müslüm Elma’nın her adımda bunun özeleştirisini yaptığını ve nasıl hayıflandığını anımsaması gerekiyor.
“Bütün cezaevi dökülmüştü. Direnen 50-60 PKK’li biz, bir kaçta Kawa ve Ala Rızgari’li kalmıştı. Arkadaşlar ‘bu vakitten sonra geri çeviremeyiz, daha fazla yıpranmayalım’ diye teslim olmayı önerdiler. Bir kaç gün tartıştıktan sonra teslim olmaya karar verdik.”
“Aptal kafam! Çoğunluk öyle düşünüyor diye nasıl böyle bir kararın altına imza atarsın? Teslimiyet kararını parti organında nasıl alırsın! Bırak teslim olan olsun,direnen dirensin..”
Hasan Hayri bunları hiç duymadı mı? Her fırsatta benzeri şeyler dile getiren yoldaşının hicabından hiç haberi olmadı mı? Ya da o zamanki cezaevi parti komitesinde olanlarla hiç müzakerede bulunmadı mı? (Yanılmıyorsak Müslüm Elma, Kamber Akbalık, İbrahim Ekinci ve Ayhan Uzala’dır.)
Yoldaşların defaatle bunun özeleştirisini yapmışken bu neyin savunmasıdır! Zaten 25 gün sonra bütün herkes teslim oluyor. Esat’ın deyimiyle “Cezaevinde kurallara uymayan bir sinek dahi yok!” Kim neye karşı savunuluyor! Kim, başkalarından bir kaç gün fazla direnmiş diye bundan kendine parsa çıkarabilir ki?
Yoldaşlarımız günah ve sevaplarıyla yoldaşlarımızdır. Önderlerimiz de öyle.. Ders çıkarma diye bir şeyden bahsediyorsak ortada yanlış bir şeyler vardır ki bundan ders çıkarıyoruz. Yanlış yoksa nereden ders çıkaracağız?
Kişilik hakları insanlık aleminin vazgeçilmez bir nezaket kuralıdır.
5 Nolu Cehenneminde Ölümden de öte’yi öncelikle bu yaklaşımıyla eleştiriyoruz.
Ali Sarıbal adlı yoldaşımız 5 Nolunun ilk şehitlerinden biridir. Bulunduğu koğuşta ispiyoncuların kumpasıyla maltaya alınmış ve feci şekilde dövülmüştür. Ali Sarıbal bu tavrıyla kendinden sonrakilerle“en azından” nasıl durulması gerektiği konusunda örnek olmuştur. Bize düşen “değerleri” ön plana çıkarmaktır.
Ali Sarıbal geçmişte içine düştüğü eksikliği canını ortaya koyarak silmiştir. Bize düşen görev onun vardığı son noktayı yani yarattığı değeri gözler önüne sermektir. Ali Sarıbal’ın geçmişteki sorgu tavrına, “kötü”bir şekilde çözüldüğüne vurgu yapmak doğru bir yaklaşım değildir.
Geçmişimizde doğru yaklaşım M.Zeki Şerit ile ilgili olarak pratiğe geçirilmiştir. Zeki yoldaşımızın son noktadaki kahramanlığı bize örnek olarak gösterilmiştir. Onun geçmişinde içine düştüğü bir zaaf, hiçbir zaman yazılı hale getirilmemiştir. Daha bilince çıkarmamız için şifahen anlatılmıştır. Esas olan “değer”dir.
Ali Sarıbal için de böyle olmalıydı.
Onun geçmişte içine düştüğü zaafı gayet olumsuz bir biçimde vurgulamak bizlerin başvuracağı bir yöntem olmamalıydı. Ali Sarıbalı’ın bu şekilde anılması hafızanın bu şekilde tazelenmesi ona haksızlıktır.
Kaldı ki Ali Sarıbal’ın “kötü” bir şekilde çözüldüğüne vurgu yapmak Hasan Hayri Aslan’ın veya Serdar Can’ın “iyi” bir şekilde çözüldüğü sonucunu olumlamaz!
Ölülerimize saygılı olmak zorundayız. Bu aynı zamanda mücadeleye ve direnişe saygıdır.
Mustafa Kaya,10 yıllık esaretinden sonra bir hafta bile evinde oturmamış ve profesyonel devrimci mücadeleye katılmış bir yoldaşımızdır. İleri derecede astım olmasına rağmen tedavi için hiçbir bahaneye sığınıp kaçmamış, gene yakalanmış ve Bursa Cezaevinin hücrelerinde işkenceyle katledilmiştir.
Unutmayın!
Bu mücadele içinde ( parti içindeki konumu ne olursa olsun) şehit olan, bu yolda can veren her yoldaş bizim onurumuzdur. Geçmişte yapılan hataları onlarca yıl sonra isim vererek, adeta karalayarak onların kemiklerini sızlatmak hiç kimsenin hakkı değildir.
Kitabın başlarında bu yoldaşımızın marş ezberlemeye “hevesli” olduğu noktasında uygunsuz bir belirleme yapılıyor ve adı sanı açık seçik yazılıyor.
Aslolan okuyucuya ana temayı kavratmaktır. Bu isim verilmeden yapılamaz mıydı? Mesela “Mustafa Kaya” demek yerine “ bir sempatizan” denseydi meselenin ne olduğu kavranmayacak mıydı? Ya da cezaevi tarihi eksik mi yazılacaktı!!!
Kitabın bir başka yerinde başka bir yoldaşımızla ilgili olarak şunlar söyleniyor. “M.Özgül’ün günlerdir sigara üstüne sigara yakması,düşünceli hali ve durgunluğu da beni yeterince endişelendirmeye yetmişti,kararsızlığa düştüğünü seziyordum.” “..ama içimde ‘bu arkadaş (ölüm orucunu bn) sonuna kadar götürmeyebilir” kaygısı oluşuyor.”
Kendi de belirttiği üzere bu yazarın sezgileri… Olabilir veya olmayabilir, akıl okuyuculuğu yapıyor. Ama sonraki süreç en azından öyle olmadığını göstermiştir. Ölüm orucunun ilk kadrosundan alınan bu arkadaş sonradan kendi inisiyatifiyle gene ölüm orucuna girmiş ve sonuna kadar da götürmüştür.
Burada isim belirtmenin zorunluluğu nedir?
İsim yazmak yerine ‘bir yoldaş’ denilerek de bu anlatılamaz mıydı? Veya isim belirtilmediği zaman kitap ‘eksik’ mi kalırdı? Bu insanın kişilik hakları yok mudur? Her önüne gelen sevmediği kimse için böyle tahliller yaparak yazılı hale getirirse sonuç ne olur?
Böyle kırıcı, onur zedeleyici belirlemeler yapmadan da kanımızca fikir belirtilebilir. Ama ille de zedeleyici bir belirleme yapılacaksa bunu da isim vermeden yapabiliriz.
İnsanın insana saygısı, insanlık aleminin en yüce değerlerinden biridir.
Bu insan bizim yoldaşımızdı, yoldaşa saygı devrimci olmanın gereğidir. Anılara saygı duymak lazım, anılara saygı sadece insanın ayırt edici özelliğidir.
Gene kitabın bir başka sayfasında Diyarbakır TKP/ML Davasının tek itirafçısından bahsedilir, “bizim davanın itirafçısı H.Y. dayatılan itirafı geri almadığı gibi.” diye.
Şimdi buraya kadar kitapta adı geçen tüm yoldaşlarımızın ve diğer dost gruplardan arkadaşlarımızın adı soyadı belirtilmiş. Ama itirafçıya gelince H.Y. diye rumuz olarak geçilmiş.
Acaba neden?
İtirafçıyı bir şeyden mi koruyoruz?
“İtibarını” zedelemekten mi kaçınıyoruz?
Öyle ya, bir yığın yoldaşı isim soy isim yazarak rencide ediyoruz da itirafçının mı rencide olmasından sakınıyoruz! Yazar kitabın orta yerinde niçin rumuz kullanıyor? Yoldaşlara gelince uygunsuz subjektif tahlillerle lekeliyoruz ,olur olmaz ruh hali tahlilleri yapıyoruz da iş itirafçıya gelince incinmesin diye rumuz mu kullanıyoruz!!!
Ali Sarıbal’ın “kötü” bir şekilde çözüldüğünü söyledik,Mustafa Kaya’nın marş okumaya “hevesli” olduğunu belirttik,Mehmet Özgül’ ün niyetini okuyarak onun ölüm orucunu bırakabileceğini sezdik ama itirafçıya gelince H.Y!!!
İtirafçı H.Y….! Kim acaba?
Çok garip!
Sanki bilinçli olarak rumuz kullanılmış gibi duruyor.
Dönemle ilgili az çok bilgisi olan, Diyarbakır zindanında yatanlarla az çok tanış olan biri, bu rumuzu bir başkasıyla karıştırabilir!
Kiminle karıştırabilir?
Hüseyin Yıldırım’la karıştırabilir.
Karıştıramaz mı? Bal gibi karıştırabilir.
Hala bana gelip eski emniyet amiri Hanefi Avcı’nın kitabında adı rumuz olarak “S.C” diye geçen kişinin ben olup olmadığımı soran arkadaşlar var.
Demek ki rumuzlar karıştırılabiliyor.
Neden bu konunun üzerinde duruyoruz? Şöyle ki, Ocak 84 direnişinde üstü başı perişan, haşat olmuş vaziyette iki yoldaşının mazgalın önüne getirildiğini ve “halimizi görüyorsunuz, siz bilirsiniz !” dediklerini ve bunların Serdar Can ve Hüseyin Yıldırım olduğunu söylüyor.
El vicdan! El insaf!
Yahu orada yalnız ben, tek başına Serdar Can vardı. Hüseyin Yıldırım nereden dahil oldu bu olaya?..
Düşman beni size, yani yoldaşlarıma “teslim ol” çağrısı yapmam için kapınıza getirdi. Ben“yapmayacağım!” dedim, onlar “yapacaksın” dediler ve kapı mazgalını açtırdılar. Mehmet Özgül geldi, tanıyamadı. “Ben Serdar” dedim, dönüp gelenin ben olduğumu sizlere seslendi. Müslüm ve arkasından da senin silüetini gördüm. Ağzımdan “ halimi görüyorsunuz, siz bilirsiniz” kelimeleri döküldü. Müslüm, çelik dolaba bir yumruk patlatarak “haline ne olmuş aslan gibisin yoldaş!” diyerek moral verdi. Ve beni apar topar götürdüler.
Bu benim için kötü bir pozisyon,ama bu pozisyona olayla hiçbir alakası olmayan Hüseyin Yildırım niçin ortak ediliyor.?
Önce davanın “tek itirafçısı H.Y” sonra kapı mazgalına yoldaşlarına “teslim ol” çağrısı yapsın diye getirilen Serdar Can ve Hüseyin Yıldırım!
Hüseyin Yıldırım, Diyarbakır 5 Nolu sürecini neredeyse başından sonuna kadar yaşamış ve bütün düzeylerde direnişlerin içinde yer almış, devrimci olma onurunu sonuna kadar korumuş dosdoğru bir yoldaşımızdır.
Koca kitap boyunca iki satır bahsedilmeyen Hüseyin Yıldırım, önce hiç olmadığı kötü bir pozisyona sokuluyor, sonra da “davanın tek itirafçısı H.Y” ile sanki bilinçli olarak karıştırılmak isteniyor.
Sanki diyoruz, bir yanılma payı bırakıyoruz. Hasan Hayri Aslan iki- üç kez uzun ölüm orucu süreci yaşamış ve sağlık sorunları olan bir yoldaşımız, hafıza ilgili problemleri buna bağlayalım.
Parti içi demokrasi konusunda örnek bir yapı olduğumuzu belirtmiştik. Kolektif çalışma yöntemleri konusunda örnek olmasak da bir çok emsalimizden daha iyi bir konumdaydık. Peki, böylesine önemli bir süreç kaleme alınırken neden bu ilkeler çiğneniyor?
Dünyanın en vahşi beş cezaevinden biri olan Diyarbakır 5 Nolu yazılacaksa bu süreci başından sonuna kadar yaşamış diğer yoldaşlarla müzakere edilerek yazılmalıydı. Yazar anlatımlarında sanki müzakere halindeymiş gibi aktarıyor ama işin gerçeği böyle değil.
Süreci başından sonuna kadar yaşamış Müslüm Elma tutsak, müzakere mümkün değil.
Sürecin önemli bir kısmını yaşamış Ahmet Kesik Kulak tutsak, müzakere mümkün değil.
Cafer Cangöz, Aydın Hanbayat, Mustafa Kaya, Cahide Karakaş, Ramazan Kılavuz, Haydar Söylemez, Mehmet Karabulut, Remzi Şanlıoğlu, M.Ali Elalmış, Ramazan Ceviz aramızda değiller dolayısıyla müzakere mümkün değil.
Süreci başından sonuna kadar yaşayan Garabet Demirci, Hüseyin Yıldırım, Serdar Can, Remzi Ercanlar, Mahmut Karaçalılı, Mehmet Özgül’ün ancak kitap çıktıktan sonra haberi oluyor.
Gene sürecin başından ortasına ya da ortasından sonuna kadar önemli bir kesitini yaşamış Yoldaşlarımızdan Ayhan Uzala, Kamber Akbalık, İsmail Çardak, Burhan Kartal, Selahattin Turanlı, Ali Kırdar, Ali İhsan Özgezer, Sabahattin Buclulgan, Hüseyin Açıkgöz, Hüseyin Doğan, Yasin Damar, Fahri Yakar, Ali Demir, Kazım Akkuş ve eşi, Ömer Parçacı, Yusuf Parçacı, Yaşar Konukuş, Abdullah Delibalta’nın kitabın yazımından haberi yok ya da doğru dürüst hiçbir iletişimde bulunulmamış.
Sadece Ayhan Toprak, Hüsniye Killi, M.Emin Tüysüz, Bekir Teker ve Şahabettin Kızıl’a cezaevi sürecinde yaşanılanları yazmalarını istemiş ve bu yoldaşların yazdıklarının yirmide birini bile kitaba aktarmamış. Halbuki bu kadar ciddi bir çalışma da yöntem bu olmamalıydı? “Cezaevi sürecini yazıp bana yollayın”biçiminde olmamalıydı? Sadece bir yoldaşa, eleştirilerinin hiçbirini kale almadığı İbrahim Ekinci’ye kitabın basılmadan önceki textini yollamış.
Halbuki sürecin can alıcı dönemlerini onunla birlikte yaşamış yukarda adını saydığımız onlarca yoldaş ona bir telefon kadar uzak.
Kolektif yaşamı hala savunan bizlerin kolektif çalışmayı içselleştirememiş olması çok acı!
Fütursuzca ağzına geleni yazma konusunda son bir örnek daha verip kitabı başka yönde değerlendireceğiz.
1981 sonbaharında onların operasyonu sürerken Ali Sarıbal ve Serdar Can yüzleştirme için polis sorgusuna alınmış. Polis, Ali Sarıbal’dan cezaevinde okudukları marşları söylemesini istemiş, Ali okumayı reddetmiş ama Serdar Can okumuş!
Bunu yazarken de “anımsadığım kadarıyla” diyor, yani kendi de emin değil. Ama bizi neredeyse gönüllü bir işbirlikçi gibi sunma konusunda çok emin. Sorguda beraber olduğum neredeyse bütün arkadaşlara sordum,hiç kimse hatırlamıyor marş okuduğumu. Sadece “cezaevi buradan daha kötü” dedin, “orada askeri marşlar istiklal marşı vs okutuluyor” vs. dedin diyorlar.
Olmayan bir şey konusunda diğer yoldaşlara olduğu gibi bana da kara atılıyor.
Niçin bana iftira ediyorsun H.H.Aslan! Ben böyle bir şey yapmadım. Kimden aldın bu bilgiyi? Benim böyle bir şeyden haberim yok, sorguda beraber kaldığımız hiçbir arkadaşımız hatırlamıyor. Yazar sorumluluğu bu mudur? Geçtik cezaevi ile ilgili müzakereyi onurumuzu zedeleyecek gerçek dışı şeyler yazma hakkını nereden alıyorsun?
Bizimkilerin dışında, sembolleşmiş cezaevi direnişçilerinden sayfalar dolusu bahsedilirken kendi direnişçi yoldaşlarından bir kaç satır söz etmek, hatta kimisi için sadece bir satırla yetinmek acaba neyin gocunmasıdır!
Bir kaç gün aynı hücreyi paylaştığı Kemal Pir’e (0 dönemde Kemal Pir’le 54 gün aynı hücrede kaldığını ne bizim yoldaşlara ne de PKK’lilere teyit ettiremedik) kitabın neredeyse üçte birini ayıran yazarın kendi yoldaşlarına gelince sus-pus olması neye yorulabilir?
İşkencecilere bile saygı duydurtan, cezaevinde yediden yetmişe saygı uyandıran yoldaşlarımızın bu özelliği neden es geçiliyor?
Diyarbakır-Urfa-Elazığ ve Ankara işkencehanelerinde deyim yerindeyse destanlar yazan Cafer’in, Müslüm’ün, Garabet’in ve onların takipçileri Ayhan’ların (Uzala ve Toprak) M.Ali Elalmış’ın, İhsan Parçacı’nın direnişleri anlatımda neden silik kalıyor?
Garabet Demirci polis sorgusunda deyim yerindeyse harikalar yaratmıştır. Bütün Urfa Tugayı yoldaşımıza yüklenmiş ama ağzından bir kelime alamamıştır. Ama Garabet kitapta sadece onun şiirini okuduğu oranda yer almıştır.
Mazlum Doğan’ın kendini imha eylemi sayfalar dolusu anlatılıyor. (Ki ilk defa biz yanılmıyorsak 1985 Yeni Demokrasi Dergisinde bu eylemin hakkını veren bir yazı yayımlattık. Bunun bir intihar değil varoluş eylemi olduğu mealinde bir yazıydı) Ama kendi yoldaşının benzeri bir eyleminden sadece bir satır söz ediyor.
Remzi Ercanlar da ihanete zorlanan bir sempatizanımız. Akıl almaz işkencelere uğruyor, akla hayale gelmedik hakaretlere uğruyor. Ve bir gün tüm bunlara tek başına koyamayacağına karar verdiğinde elinde jilet çıkıyor ranzanın üstüne “hey millet!” diyor, “ihanet etmektense ölürüm” diye ‘cart’ diye şahdamarını kesiyor.
Bakınız! Diyarbakır 5 Noluyu anlatmak, onu yaşamadan anlamak çok zor bir şeydir. O dönemde işkence uygulanırken inlememek, elini kolunu çekmemek bir direniştir. Sana işkence yapanın gözlerinin içine içine bakmak, gözlerini kaçırmamak bir direniştir. Düşman istiyor diye arkadaşlarının yüzüne tükürmemek bir direniştir. İnadına inadına bütün zorluklara rağmen komünal yaşamı devam ettirmek bir direniştir. Gücünün tükendiği anda kendini imha etmek en büyük bireysel direniştir.
Diyarbakır 5 Nolu tarihinde Remzi Ercanların eylemi bir satırla geçiştirilecek bir eylem değildir.
Remzi Ercanlar’ın yeri yazarın çiçekleri kadar değildir kitapta. Doğu Perinçek’in onda biri kadar anlatılmaya değer bulunmuyor.
Halbuki Remzi Ercanlar’ın eylemi nitelik olarak Mazlum Doğan’ın eylemiyle aynıdır.
Acaba yazar, başkalarının direniş ve eylemlerini allayıp pullayıp anlatırken kendi yoldaşlarının örnek tavırlarını ön plana çıkarmayı bir zul mü sayıyor kendine? Ya da onları öne çıkarınca bir şeylerin gölgede kalacağını mı düşünüyor?
Bizim kuşak, önderliğin insan üzerindeki etkisini önce İbrahimle gördü. Bunu Kazımlar, Süleymanlar ve Caferlerle bilince çıkardı.
Önderlik yalnızca doğru sezgiler, doğru politikalarla çevresini dönüşüm için harekete geçirmek ve örgütlemek değildir; bununla beraber saygın olmaktır, mütevazılık, vakar ve ağırbaşlılıktır ve sevilmektir. İlkeli ve ahlaklı bir duruş sergilemektir.
İbrahim Kaypakkaya’da bir satır, bir kelime, bir hece bireyselci bakışa, kişisel belirlenime rastlayabilir misiniz? Kürecik Raporu kendi çalışma alanıdır. Bir virgülünde bırakın megalomaniyi egoizme rastlayabilir misiniz?
Mümkün değildir.
Çünkü önderin kendini anlatmaya ihtiyacı yoktur, böyle bir şeye tevessül etmez.
Şimdi kitaptan bir kaç alıntı yapalım ve bunların yukarıdaki kıstaslarla ne kadar uyuşup uyuşmadığına bakalım.
“Bir defa birinci derecede eyleme karar veren bir insanım, başkalarına endeksli eyleme başlayacak biri değilim. Eylemi başlatma iradesi bendedir.”
“Benim 5 Noludan gitmem, yarattığımız siyasi inisiyatifin zayıflamasına yol açabilirdi.”
“..amacım arkadaşların Marksist Ekonomi Politik konusundaki yetersizliğini gidermekti.”
“..yazdığım şiiri şimdi onlar koğuş camlarından birbirlerine isyan mesajı gibi okuyorlar.”
“ Bundan sonra işi size bırakıyorum. Şu ana kadar koşullar gereği mücadeleyi önemli ölçüde bireysel inisiyatif kullanarak getirdim..”
Mizah gibi değil mi?
Yukarıdaki haleti ruhiyeyi teker teker yorumlamaya gerek var mı?
Bu nedir? Kim kendini böyle anlatabilir? Oturaklı bir duruş, sağlam bir kişilik kendine böyle methiyeler dizebilir mi?
Onlarca yoldaşımızın yayımlanmış eseri var. Kendileri için yazdıkları tanıtma yazısında hangi aklı başında yoldaşımız eski rütbelerini belirtti. Eski rütbelerinden medet ummanın altında yatan nedir? Neredeyse yarım sayfa apolet veya rütbe sıralayacak yoldaşımız var kitabı yayımlanmış.
Saygınlık ve itibar devrimcinin duruşundan gelir. Bundan şüphesi olan anlayış ancak eskiden medet umar. Devrimciler apoletle değil, bünye olarak donanımlıdırlar.
“Dersimde lise son sınıftayken 12 Mart darbesini protesto etmek amacıyla yapılan bir boykota öncülük etmekten dolayı tutuklandı.”
“Dersim dahilinde eğitimini sürdürmesi yasaklandığı için liseyi İstanbulda bitirmek zorunda kaldı.”
Yalnız Diyarbakır’da değil, Dersim’de de öncüymüş! Hem de lise son sınıftayken. Sonra okumasını yasaklamışlar. Dersim bizim için önemli, sen git İstanbul’u karıştır demişler galiba.
Gerçekten mizah gibi.
Avrupa’daki kişisel sohbetlerinde, Diyarbakır’a geldiğinde bizlerin darmadağın olduğunu, bizleri PKK’li olmaktan kurtardığını,derleyip toparladığını önderlik yaptığını anlatan arkadaş,anlaşılan bir iki noktada iyi önderlik edememiş!
İyi önderlik yapamadığı konulardan biri,firar konusundaki tavrı.
Mehmet Şener’in not yakalatmasından sonra kaygılanmış ve tek başına tünel firarından vazgeçmiş. Ama nedense hiçbir yoldaşı ona iştirak etmemiş! Herkes firar faaliyetine son ana kadar devam etmiş.
İlginç değil mi?
Neredeyse Diyarbakır’da yaprağın kımıldamasını bile kendi iradesine bağlayan yazar, bu hayati konuda hiç kimseyi etkileyememiş! Çok garip!
İyi örneklik yapamadığı bir diğer konu ise şudur.
Özellikle rencide etmekten çekinmediği yoldaşlarının hemen hepsi, cezaevinden çıkan yoldaşlarının büyük bir çoğunluğu bıraktığı yerden tekrar mücadeleye atılmışlardır. Hem de kavganın en hıncahınç coğrafyasına koşarak gitmişlerdir. Bir çoğu yeniden yakalanmış, yaralanmış ve şehit olmuşlardır. Ama yılmadan devam etmişlerdir.
Acaba bu yoldaşlara kim önderlik etti, kim yetiştirdi ki böylesine gözü kara kavgacılar oldular!
Düşmanın bile bazı yoldaşlarımızı onunla birlikte tecride almasına “kendilerince kadro saydıkları altı kişi”diyerek hayıflanıyor. İki ayrı yerde bunu özellikle belirtiyor. Ama “hadi dördüncü kata gidelim de önderleriniz de görsün” diyerek kendini düşmanın ağzından taltif ediyor.
500 sayfalık kitabında polis tavrından hiç bahsetmeyen yazar, “Sen hiçbir şey söylememişsin ki..”diyerek düşman ağzından kendini bir kez daha taltif ediyor.
“Bir defa birinci derecede eyleme karar veren bir insanım, başkalarına endeksli eyleme başlayacak biri değilim. Eylemi başlatma iradesi bendedir.” diyecek kadar iddialı olan yazar acaba neden düşmanın taltifine başvuruyor!
Ocak 84 ölüm orucu sürerken düşman heyetinin hastaneye gelip sadece Müslüm Elma ve Mustafa Karasu ile görüşmesinden de hayıflanıyor ve heyete sesleniyor, “Bir dakika, burada bizler de varız, neden bizimle konuşmadan gidiyorsunuz!”
Hani “irade” sendin!
Hani başkalarına “endeksli” değildin!
Hani neredeyse Diyarbakır senle başlıyor senle bitiyordu?
Cezaevlerindeki parti yönetim organı, diğer bazı yapılarda olduğu gibi uzaktan kumandayla değil, o süreci yaşayan yoldaşlarca belirlenirdi. Bu TKP/ML’nin yereldeki özerk-demokratik yapılanmasıydı. Eğer“hain ya da bırakmış” değilse dışarıdaki konumu itibariyle bütün PÜ ve AÜ’ler bu organın içinde yer alırlardı. Ve bu organ yerelde kendi sorumlusunu ya da sekreterini kendi seçerdi.
Merak ediyoruz! On yıl boyunca kaldığı bu cezaevinde acaba yoldaşları onu kaç defa sorumluluğa seçtiler? Ya da hiç sorumlu olabildi mi? “.ben hurra deyince hurra durra deyince durra” diye iradesine bağladığı yoldaşları acaba 10 yıl boyunca bir gün bile parti cezaevi organı sorumluluğuna layık gördüler mi?
Ama yazar kendini anlatırken sanki bu gerçeklerle alakası olmayan birini anlatıyor.
“.. ben hurra deyince hurra,durra deyince durra” derken kendini tartışılmaz ‘önder’ gibi sunan yazar, kaldığı on yıl boyunca bir gün bile sorumluluk yapmamış!!!
Yazar, bir başka yerde çalışmasıyla uluslararası ödüllere layık görülen belgeselci Çayan Demirel’e de kargışlarda bulunuyor. Beş- altı saatlik konuşma yapmasına rağmen neden bir kaç dakikayla sınırlandırmış konuşmasını.
Aslında şunu demek istiyor, “benim kendimi anlatmama niye müsaade etmemişsin!”
Ne yapsın Çayan Demirel?
Herkesi kavlince yansıtmış.
Kendini nereye koyduğunun ne önemi var Çayan için!.. Önemli olan başkaları seni nereye koyuyor. Dışarıdan nasıl görünüyorsun? İşte ası mesele bu!
Biz yoldaşlarımızın kahramanlığını onlara gıpta eden diğer yapıların ağzından duyduk, kendi ağızlarından değil. Önderlerimizin kendilerini anlatmaya ihtiyacı yoktu, dost düşman zaten bangır bangır bağırıyordu. Karınca kaderince direnişlerde bulunurken “Oğlum kendini Müslüm mü sanıyorsun! O Keban Barajı gibi adam ona elektrik işlemez. Sen kendini ne b.k snıyorsun!”ya da aksilik yapıp birinin üstümüze verdiği ifadeyi reddettiğimizde “Caferleşme lan!” diye işkencecinin acizliğini gene kendi ağzından duyardık. Bunları kendileri gelip anlatmadılar, bunları o Diyarbakır cehenneminden geçen binlerce kişi anlatıyordu.
Kitapta salt kendine methiye dizme, başkalarının gözünde kendini bir yerlere taşıma adına iki tane düzmece, tamamen hayal ürünü olay var.
Birincisi;
Teslimiyet dönemimizde, yani gardiyanların “elini uzat” dediğinde elimizi uzattığımız, “marş söyle”dediğinde marş söylediğimiz zamanlardan birinde Esat Oktay, Hayri’yi çağırtmış, “otur” demiş, Hayri“Hayır, oturmayacağım.” demiş ve hatta “çay da içmeyeceğim” demiş!
İkincisi;
Bir iki saat önce “dayak vaziyeti al!” komutuyla hücrede nasıl dayak yediğini inlediğini anlatırken morali bozuk rütbeli birinin “sizin çocuklar Elazığdan gelirken bizim arabayı taşladılar” diye hayıflanması üzerine, ona “Haa öyle mi? İyi o zaman bundan sonra her gece gelin öyleyse! Bize de moral oluyor!” demiş.
Kulaklara kadar yayılmış koca bir gülümsemeden (aynı Cafer’in gülümsemesi gibi) başka hiçbir tepki veremiyoruz.
Biz de aynı dönemi yaşadık ve yukarda verilen iki örneğin mümkün olmadığını biliyoruz.
Ancak yazar, “yediden yetmişe” herkesin teslim olduğu bir dönemde sanki tek başına direniyormuş, tek başına karşı koyuyormuş gibi bir hava yaratıyor.
Bunlar ucuz şeyler.
Farkındaysanız şu ana kadar yaptığımız bütün eleştiriler, subjektivizmin eleştirisidir. Yazarın seçtiği üslup ve olaylara yaklaşımda seçtiği bireyciliktir. Kolektif bir yaklaşım yerine kendini merkeze koyan, bol bol metheden, pohpohlayan bir yaklaşımı eleştirdik.
Dil ve biçim olarak edebi bir sınıfa sokulması zor bir kitap, keşke kolektif bir çalışma sonucunda yazılsaydı. Sanki 23 yıl üstüne düşünülmüş fakat yazım süreci altı ayda aceleyle bitirilmiş gibi geliyor. Halbuki yazım aşaması en az beş-altı yıl sürmesi gereken bu çalışma, çok kısa bir sürede kotarılmış gibi gözüküyor.
Serdar CAN
Not: Yazarın Serdar Can’a ait diye belirttiği şiirin sadece bir iki satırı Serdar Can’a aittir. Şiir, şimdilerde Mervan Nasım mahlasını kullanan Nazım Deniz’e aittir.)