Kapitalist-emperyalist talan ve haydutluğun en yoğun yaşandığı, sömürünün kuralsız ve dizginsiz hale getirildiği süreçlerinden birisinin neoliberalizm diye adlandırılan dönem olduğunu biliyoruz. Özelleştirme ve talana dayalı esnek, taşeron ve enformal üretim ve çalışma koşullarının dayattığı bu sistem, aynı zamanda emeği güvencesizleştirirken, iş güvenliğini de ortadan kaldırmakta. Kazanılmış hak ve özgürlükleri gasp edip, işçi sınıfı ve tüm topluma örgütsüzlüğü dayatmakta. Emek sömürüsüyle birlikte açlık, yoksulluk işsizlik de artmakta.
Emperyalizmin dinmek bilmeyen aşırı kar hırsına 40 yılı aşkındır uyguladığı bu kuralsız ve dizginsiz sömürü çare olamadığı gibi, artık birbirini takip eden ve arası sıklaşan “küresel” çapta gelişen krizlerini dahi aşamamakta. Bu gerçeği kendi ideologları neoliberal sistemin sonuna gelindiği biçiminde itiraf etmekteler.
Bu tablonun ülke ve dünyadaki yansımalarına baktığımızda: Bir tarafta tüm bu saldırıların yıkımı: diğer tarafta emperyalistlerin daha fazla sömürü ve yani pazarlar için yaşattığı gerici savaşlarıyla dünyayı saran kan, ölüm, katliam ve yıkımlarla büyüyen mülteci sorunları, açlık, yoksulluk… Bir diğer tarafta siyasi, ekonomik krizlerin tahribatları, işsizlik, güvencesizlik ve bununla paralel büyüyen ezilenlerin öfkesi, direniş ve isyanları… Egemenlerin korkularını büyüten de bir kar topunun çığa dönüşmesi gibi sürekli büyüyen, debelendikçe dibe doğru sürüklendikleri siyasi ekonomik krizleri ve yükselen devrimci durum. Tam da bunun önüne geçebilmek için, daha fazla güvenlikçi politikalar, devlet terörü devreye sokulurken, ırkçı faşist saldırganlık da tırmandırılmakta. Halk kitleleri kutuplaştırılarak karşı karşıya getirilip, gerici faşist politikaların payandası yapılmaya çalışılmakta.
Uçurumun kıyısındaki TC şiddet çıkmazı
Bugün TC egemenleri de kenarından sarktıkları uçurumundan yuvarlanmamak için devletin tüm ideolojik, siyasi, ekonomik, askeri zor aygıtlarını devreye sokmuş, “çökertme planı” adı altında başta toplumsal muhalefet odakları olmak üzere bütün halka karşı topyekün bir savaş açmış durumda. Kitlelerin hak arayışları ve demokratik meşru eylemleri dahi faşist devletin askeri, polisi, gazı, copu, silahı, hapishaneleriyle karşılanmakta.
Grevler yasaklanırken, sendika, dernek, gazete ve dergiler kapatılmakta, çalışanlarına kelepçeler takılmakta. Her güne yeni operasyon dalgalarıyla, yeni saldırı, katliam haberleri ve patlayan bombalarla uyanmaktayız. Şu bir gerçek ki baskının, zulmün olduğu yerde başkaldırı ve isyanlarda kaçınılmazdır. Devletin zor ve şiddetinin karşısında devrimci şiddetin örgütlenmesi de olağan ve meşrudur. Faşizmin sürekli koyulaşan karanlığına, dondurucu ayazına inat direnenler, savaşanlar, özgür, eşit, insanca bir yaşam ve gelecek düşünden vazgeçmeyenler bu uğurda bedel ödemekten de kaçınmayalar vardır. Her daim de var olacaklardır.
Egemenlerin direnenlere ve savaşanlara karşı her tür ideolojik, askeri, kültürel vb. araçlarını devreye sokarak saldırması, gözaltı, işkence, katletme vb. saldırılarıyla yetinmeyip gerçekleri de manipüle ederek katliamlarına meşruluk kazandırmaya çalışması, her türlü devrimci eylemi, hareketi vb. karalayıp, itibarsızlaştırmaya “terör” yaftasıyla kitlelerde korku, panik yaratmaya çalışarak kendi terörünü de aklamaya çabalaması yadırgadığımız bir durum değil. Faşizmin özüne uygun bir davranıştır.
Anlamadığımız: Devrimcilerin yaptığı, faşist devlete ve onun kolluk güçlerine yönelik her eylem vb’den sonra, kendisine “devrimci”, “ilerici”, “solcu” payesi biçen, öyle geçinen kimi çevrelerin “terörü lanetleme” adına devletin sözcülüğüne soyunmalarıdır.
Bunu TAK’ın Beşiktaş’ta çevik kuvvete, Kayseri’de askerlere yönelik gerçekleştirdiği eylemlerden sonrada gördük. Kuşkusuz devlete, sisteme yönelen her eylemin devrimci olduğunu iddia etmiyoruz. Eylemin devrimci niteliğini belirleyen amaç ve hedefindeki ideolojik ve sınıfsal nitelik, hangi sınıfın çıkarına hizmet ettiğidir. Yine TAK’ın da hedefi tam net olmayan “sivil halkın zarar görmemesi” anlayışına yeterince özen gösterilmeyen yer yer ezilen ulus milliyetçiliğine de kayan tutum ve eylemlikleri olsa da; inkar ve imhanın dayatıldığı bir ulusun haklı taleplerinin sesi olan haklı ve meşru eylemlerini ortadan kaldırmıyor.
Sorun TAK ya da TAK’ın eylemleri de değil. TAK’ın eylemlerinin bahane edilerek silahlı devrimci mücadelenin hedef tahtasına oturtulması. Ve devrimci yurtsever parti ve örgütlere saldırıya dönüştürülmesidir. “Sol” reformist çevrelerinde bu saldırılarda aktif rol üstlenmeleri faşist sistemin değirmenine bıkmadan su taşımalarıdır.
Hele ki ülkenin üzerine koyu bir karanlığın serpildiği, her tarafımızı devletin zor, şiddet ve katliamlarının sardığı, en ufak hak arayışının dahi şiddetle bastırıldığı, devletin beslemesi ırkçı faşist güruhların ellerine satırlarla dolaştığı, devrimci, demokrat, Kürt, alevi, kadın… vb. düşman görülen tüm kesimlere, kurumlara, mahallelere saldırıların düzenlendiği, linç saldırılarının beslendiği, örgütlediği, sorgusuz sualsiz insanların işinden, evinden edildiği, hapishanelere doldurulduğu… bir ortamda devlet şiddetine ve terörüne gözlerini kapayıp hedefe devrimcileri, Kürt ulusal hareketini koymak, şiddet aygıtını devletin tekelinde bir hak olarak görmektir. Tüm bu saldırılara ortak olmaktır.
Her fırsatta devrimcilere akıl vermekten geri durmayan, bizim “sol” reformistlerimizde devletin onca katliamını terörünü görmezken ne yazık ki ezilenlerin devrimci şiddetine lanet okuma yarışına girmiş durumdalar. Her türlü şiddeti “terör”le eş tutarak, devrimci şiddeti de, itibarsızlaştırmaya çalışmaktalar. Devletin şiddetinin kendilerine yöneleceği korku ve kaygısından olsa gerek “sol” reformistlerimizin şiddet karşıtlığı burjuvaziye, faşist devlete yönelmemekte. Yönelse de tırnak içinde, dil ucuyla “yönelmekte” (!). Örneğin işgalci bir güç olarak girdiği El-Bab’tan asker cenazeleri gelirken “kim için ölüyor bu askerler?” diye sormazken; halkın üzerine sallanan coplara, postallara tepki için bombalar patlatıldığında “halkın askeri-polisi” oluyor onlar için.
Bu iki yüzlülüktür. Zira devletin kendisi baştan aşağıya örgütlenmiş bir şiddet aygıtıdır. Ordusundan polisine, hapishanelerine… zor ve şiddet mekanizması olan onlarca kurumun merkezileşmesinden oluşuyor bu devlet. Ve bizim “sol” reformistlerimiz, postmodernizmi de ideolojik saldırı argümanlarından olan ezilenlerin politik iktidar hedefli mücadelelerinin altını boşaltmak için piyasaya sunulan tamamlanmış, genel bir şiddet karşıtlığına sarılmaktalar. Marksizm’in devlet teorisini ellerinin tersiyle iterken, devletin egemen sınıfların baskı ve zor aygıtı olduğu gerçeğini gözlerden ırak tutmaya çalışıyorlar. Egemenlerin zoru karşısındaki, devrimci zoru reddedip, ezilenlerin elindeki kurtuluş umudunu, faşist zor aygıtını yıkma araçlarını da olmak istiyorlar.
Bunun için her fırsatta silahlı devrimci mücadeleye, devrimcilere KUH saldırıyorlar. Devletin saldırı ve katliamlarının sorumluluğunu da devrimci şiddetin devreye girmiş, silahların konuşuyor olmasına bağlıyorlar. Faşizmin silahlı mücadeleyi zorunlu kıldığını görmüyorlar, görmek istemiyorlar.
Tıpkı aynı reformist çevrelerce en son günlerde çokça dillendirilen, “çözüm süreci”ni devletin değil PKK’nin bitirdiği, PKK’nin tekrar silahları devreye sokarak yanlış yaptığı, Kürtlere ve KUH’ne yönelik saldırılarında sorumlusunun devlet değil ulusla hareketin bölgedeki öz yönetim ilanları ve “hendek savaşları” olduğu gibi iddialarla gerçekleri ters-yüz eden devletin ırkçı, tekçi, faşist özünü meşrulaştırarak, devletin saldırganlığının sorumluluğunu dahi PKK’ye yıkmaktalar.
Devletin egemenlerin kendisi dışındakilere yaşam hakkı tanımadığı bir ortamda, devrimci, yurtsever güçlere silahları susturup sistemle uzlaşmaları çağrısı yapmaktalar. Bu anlayış bir yanıyla devletin faşizminin özünü kavrayamamaktan kaynaklanırken diğer taraftan da Türkiye’deki reformistlerin Kemalizm’le yüzleşmelerinden, hala ona “ilericilik” payeleri biçip, umut görmekten çıkaramadıkları, sistem içi anlayışlarından kaynaklı. Ama gerçekler devrimci. Ve hayatın gerçekleri egemenlerin de, sistemin işbirlikçi olan reformistlerinde tüm manipüle çabalarına rağmen devrimci akıyor. (Bir ÖG okuru)