“Bana gülümseyerek bakıyorsun ve soruyorsun: Bundan ne kazanılıyor? Utançtan hiçbir devrim yapılmaz. Cevap veriyorum: Utanç zaten bir tür devrimdir” diye yazıyordu Karl Marks, Mart 1843’te Hollanda’ya giderken bir kanal teknesinde Arnold Ruge’ye.
Utanmanın bile devrimci olduğu zamanlardan geçiyoruz.
6 Şubat tarihli depremlerde on binlerce insan enkazların altında “sesimi duyan var mı?” bağrışlarıyla ölüme terkedildi. Katledilenlerin sayısı bilinmemekle birlikte resmi olarak açıklanan rakamların çok üstünde olduğu kesin. Nitekim bu katliamdan birinci dereceden sorumlu olanlar, halkı depremle tehdit edip oy isterken yüzbinlerce insanın katledildiğini ağızlarından kaçırıyorlar. “Ne kadar fazla ölü olduğunu söylersem o kadar çok oy alırım” hesabıyla, katliamı “bir başarı hikayesi” gibi propaganda ediyorlar.
Depremin hemen sonrasında enkaz altında kalan halka yardım ulaştırmak yerine camilerinde sela okutarak ve halktan para toplayarak şov yapan devlet, bununla yetinmemiş, varlık nedenini halka yardım olarak propaganda ettikleri Kızılay’ları aracılığıyla çadır ve kan ticareti dahi yapmış ve bizzat R. T. Erdoğan, halka öfkeyle parmak sallayıp tehdit etmişti.
Aradan geçen bir yılda pazar esnafını kıskandıracak bir satış performansı göstermeye devam ettiler. Memlekette dolandırıcılığın âlâsı öyle değil böyle yapılır dercesine, halktan deprem yardımı diye topladıklarının büyük bir kısmını yandaşlara havale edip, çok az bir kısmını “devlet yardımı” diye propaganda ettiler. Vaat ettiklerinin çok azını gerçekleştirmiş olmalarına rağmen “ağanın eli tutulmaz” deyip milyarlarca dolar bastırarak “uzaya turist” göndermeyi de ihmal etmediler.
On binlerce insanın göz göre göre katledilmiş olduğu gerçeğini çabucak unutmamızı istiyorlar. Depremi “kader” ilan edip, on binlerce insana mezar yaptıkları “imar affı”nı unutmamızı istiyorlar. Dahası milyonlarca insanın en temel insani ihtiyaçlarının karşılanması gerekliliğini bir şantaj olarak kullanıyorlar. “Bize oy vermezseniz size hizmet yok” diyorlar. Yetmiyor; “yaptığımız şimdiki evlerin standardı eskisinden çok yüksek… Ev sahipleri, ‘yıkıldığı iyi olmuş, bize mis gibi villa verdiniz’ diyor” bile diyebiliyorlar.
Depremi açıktan “Allah’ın lütfu” ilan etmeseler de pratikte halkın başına gelen felaketleri kendi siyasal ikballeri için bir fırsat olarak görme tutumlarını büyük bir iştahla sürdürüyorlar. Halka depremi yaşatıp felakete çeviriyor ve bununla yetinmeyip düzenlerini ihya etmek için fırsata dönüştürüyorlar.
“Hayâ imandandır” (Buhari, İmân, 3.) hadisine bile rahmet okutuyorlar. Bir yüzükle çıktıkları yolda Karun kadar zengin oldukları halde “sünnettendir” diyerek tabağın dibini sıyırıyorlar. Öyle bir açgözlülük ki, deprem sonrasında göstermelik yapılan konutlara bile “kurada çıktı” diye çöküyorlar.
On binlerce insanın taammüden katledildiğini, iktidarıyla muhalefetiyle bütün düzen siyasetinin bu katliamdan sorumlu olduğunu, dahası suç işlediklerini görmezden gelmemizi istiyorlar. İktidarıyla muhalefetiyle batan bir geminin içinde ısrarla demokrasicilik oynuyorlar. Şimdiki bütün teşviki mesaileri, yerel seçimlerde bir makam-koltuk olarak şekilleniyor!
On binlerce insanın katledildiği, yüz binlercesinin yaralandığı ve milyonlarcasının etkilendiği bir katliamdan hiç ar etmiyorlar. Utanmadıkları gibi işi yüzsüzlüğe vurmuş durumdalar. Üstelik bunu bile “dava” diye satıyorlar. Büyük bir hırs, doymak bilmez bir iştah ve azami bir kinle “ne kadar çok çalarsam kârdır” içgüdüsüyle hareket ediyorlar. “Süleyman’a kalmayan bu dünyanın” mührünün kendilerinde olduğunu düşünüyor ve “buyruk veriyor”lar!
Yüzsüzlüğün ve alçaklığın tarihini altın harflerle yazıyor, Zübük filmini yeniden çekiyorlar. Ölülerimiz üzerinde hınçla tepiniyor, evsiz barksızlığımızı bir şantaj olarak kullanıyorlar.
Ar damarı çatlamışlara ve halka öfkeyle parmak sallayanlara karşı öfkeyle karşılık vermek, dolandırıcılığın şahikasını yapanlara karşı bitmez tükenmez bir kin duymak iyidir. Sağlıklı bir insan davranışıdır. Bunlardan nefret etmek gerekir. Çünkü bu “normal bir insan” olmanın gereğidir.
Bu, Lenin’in “’Sol’ Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı’nda ifade ettiği “bütün emekçilerin… bütün ‘küçük insanların’ burjuvazinin sınıf politikacılarına karşı duyulan soylu bir proleter kin”dir. Bu, emekçi halk başta olmak üzere hepimiz için gerçekte “bilgeliğin başlangıcı”dır.
Her başlangıcı tamama erdirmek, utanması olmayan ve dahi ar damarı çatlamış olanlara karşı anladıkları dilden yanıt olmak dışında bir yol yoktur. Onlar her zamanki gibi bize “terörist” diyecek, “çapulcu” ilan edip “ayaklar ne zaman baş oldu” diye höyküreceklerdir. Ne var ki, emekçileri aşağılayan ve hor görenlere, ölülerimiz üzerinde tepinenlere, varlığımızı dahi hakir görenlere karşı kinimizi bilemek ve nefretimizi diri tutmak kaçınılmaz bir gerekliliktir. Çünkü bu kin ve nefret, emekçileri özgürleştirecek ve insan kılacaktır.
Bu, Engels’in İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu”nda emekçilere verdiği “iktidardaki burjuvaziye karşı en sürekli yürek isyanını ve en harlı nefreti içlerinde taşıyarak insanlık bilincini sürdürebilirler. Egemen sınıfa karşı öfkeyle dolup taştıkları sürece insandırlar” öğüdüyle birebir uyumludur.
Sınıf kinimiz ve nefretimiz daim olsun!