6 Şubat sabahına depremle uyanmak hepimizin hayatında pek çok şeyi değiştirdi. Milyonlarca insanın uykusunu bölen bu kadar büyük bir depremin başka milyonlarca insanın yaşamında, günlük rutininde, düşüncelerinde, gelecek planlarında büyük bir sarsıntıya sebep olması kaçınılmazdı.
Kendinden menkul insanlar yaratmaya odaklanmış sisteme, onlarca yıldır bu düşüncenin yayılması için devletin bütün imkanlarını sunmasına rağmen 6 Şubat sabahı hepimiz aynı depreme uyanmayı başardık. Umut veren, moral ve motivasyon kaynağı olan şey, uykusu depremle bölünmeyenlerin kayıtsız kalmayışıydı. Neredeyse bütün evlerin, sokakların, derneklerin, kurumların -devlet hariç- yardım toplama merkezine dönüşmesi, insanların, yoldaşların, arkadaşların bölgeye giden olmak için sıraya dizilişi, ihtiyaç olan bir şeyin anında bir olanağa dönüşmesi akılda kalanlardan bazıları.
Depremin ilk günlerini bölgenin dışından izleyen, bölgenin ihtiyaçları için çalışmalara dışardan katılan, örgütleyen olmak zor olsa da bu, zorunlu bir görev dağılımıydı. Bu ikisi birbirine o kadar bağlıydı ki, itiraz etmek bireycilik olurdu. On kişiyle başladığın bir işe yüz kişinin dahil olması o kadar hızlı yaşanıyordu ki, bu güç bütün bireysellikleri alıp götürüyordu. Geriye zincirin bir halkası olmak kalıyordu…
Her günün aynı yoğunlukla geçmesi pek mümkün değildi. Özellikle ilk haftanın sonunda küçük boşluklar olmaya başladı. Bu boşluk anıyla ve hissettirdikleriyle baş etmek güçtü. Boş hissetmek!
Aslında yapılacak iş çoktu. Deprem gerçekliğini kavramak, dayanışma çalışmalarını örgütlemek, depremi ve yarattığı sonuçları politik muhtevasıyla buluşturmak, halkın acılarıyla, ihtiyaçlarıyla bütünleştiğin gibi öfkesiyle de bütünleşmek, bu öfkeyi neden olana yöneltmek gibi çoklu ve karmaşık bir işle karşı karşıyaydık. Hissettiğimiz acıyı ve öfkeyi işlevli hale getirmenin tek yolu da bu karmaşık işle başa çıkmaktan geçiyor aslında.
Bölgeye gitmek için sıraya dizilmek…
Dışardan bakış yerini bölgeye varışa bırakınca bambaşka bir kavrayış kendiliğinden açığa çıktı. Yıkıntılar arasında yol ilerledikçe, varmak istediğin yere yaklaştıkça, büyük bir şeyin küçücük ama küçücük bir parçası olduğunu daha fazla kavramaya başlıyorsun.
Afet bölgesinde misin yoksa büyük bir savaştan arta kalan bir kenti mi izliyorsun ayırt etmek çok güç. Depremin sarstığı bir kentten çok bombalanmış bir şehirden arta kalanları görüyormuşsun gibi hissediyorsun. Varmak istediğimiz yer Antakya’ydı ve şehrin merkezine yaklaştıkça gördüğümüz tablonun çağrıştırdığı ilk şey Kobane oldu. Aylarca bombalandıktan sonra resmedilen Kobane görüntüsünü, deprem Antakya’da bir dakikada yaratmıştı. Çağrışımı bütünleyen şeyse esas olarak devletin bölgedeki varlık biçimiydi. Çadır kent gibi görünen ve AFAD imzası olan her alan askerleri barındırıyordu. İnsanlardan yalıtılmış sokaklar, asker ve ağır askeri araçlarla doluydu. Depremin ilk anından itibaren halkın “devlet nerede” yakarışına nasıl yanıt olduklarını böylelikle daha somut görmüş, anlamış olduk.
Çalışmaya katılacağımız noktaya vardığımızda ise bambaşka bir şeyle karşılaştık. Bir yandan ekmek yapılıyor, bir yandan yemek yapılıyor, bir yandan mobil araçlara erzak yüklenirken bir yandan da gelen ihtiyaç ve erzakların araçtan depoya taşınması için insan zinciri oluşturuluyor.
Dışardan bakınca karmaşıkmış gibi görünse de ilk anda ne yapacağını bilemesen de hızlıca büyük bir şeyin küçük bir parçası oluyorsun. Dayanışma merkezlerinin tamamında tanışma ve hoş geldin faslı böyle oluyor. Koliler elden ele taşınırken, insan zinciri seni de içine çekerken yabancılık, ne yapacağını bilememe hali yerini oraya ait hissetmeye bırakıyor. Olağan durumda aylarca uğraş, çaba isteyen bazı şeyler o kadar hızlı yaşam buluyor ki şaşıp kalıyorsun.
Ertesi günün planlaması, görev dağılımın yapılması, gece nöbet listesinin oluşturulması vb. için gece yapılan soba başı sohbetleri… “Toplantıyı yapalım da ben uyuyacağım” diyen teyzenin isyanından, “toplantıyı yapalım da oyuna başlayalım” diyen çocukların isyanına varana kadar her şey seni hızlıca içine çekiyor. 6 yaş ile 70 yaş aralığında insanların oluşturduğu, dahil olduğu, görev verdiği, görev aldığı bir kolektiften başka hiçbir şey bu denli güçlü hissettiremezdi. Umutlu ve güçlü hissettiren bu kolektifi yoldaşlar ve depremzede halk birlikte yaratmıştı. Çelişki ve çarpışmaların hızlıca çözülmesine bu güç vesile oluyordu.
Büyük bir şeyin, küçük bir parçası olmak
İlk gecenin ardından sabah uyandığımızda depo olarak kullandığımız alanın bahçesinde çuvallarla un yığıldığını gördüm. Bu pek kafama yatmayınca yoldaşlarla konuştum, “İnsanların bir dizi ihtiyacı var, biz bu çuvalları buraya yığmışız, insanlar her gün yemek alırken bunları görüyor, dağıtmıyor burada bekletiyormuşuz gibi duruyor bu sorun olmuyor mu?” dedim. Sorduğum yoldaş güldü, “Biz burada ilk gün un çaldırdık, şimdi sıkıntı yok” dedi. Tam anlamadım ama uzun uzun konuşmaya da fırsat yoktu, gündemimden çıktı bu konu. 15 günün ardından depomuza kamyonlarla su geldi. Günlerdir hiçbir dağıtım noktasında su yoktu ve büyük ihtiyaçtı. Su aracının mahalleye girmesiyle gören insanlar da yola düşmüş. Araç depomuzun önüne vardığında bir insan kalabalığı da oluşmuştu ve su istiyorlardı.
Yoldaşlardan biri insanlara suyu indirdikten sonra gün içinde dağıtımı nasıl yapacağımızı planlayıp mahalleye duyuracağımızı söyledi, insanlar “kolay gelsin” deyip dağıldı. Yine küçük çaplı bir şaşkınlık yaşadım ama un hikayesini de daha net çözümlemiş oldum. Su tırı gelene kadar geçen on beş günde defalarca un paketledik, hem barındığımız mahallede hem de diğer bölgelerde sürekli un dağıtımı yaptık, talep eden insanlara ulaştırdık. Unun nasıl dağıtılacağını yoldaşlar vaktinde insanlara duyurmuştu ve verilen sözler tutulmuştu. Bu yüzden hiç kimse bir kamyon unun bahçede durmasını sorun etmiyordu, ihtiyaç olduğunda kendilerine ulaştırılacağına dair güven oluşmuştu.
Daha yarım saat önce başka birileri bizim deponun on metre ötesine su dolu tırı çektiler. İnsanlar önünde kuyruk oldu. Kimisi suyu aldı kimisi saatlerce beklemesine rağmen su alamadan döndü. Çünkü sırada kavga çıktı, suyu dağıtanlar aracın kapısını kapatıp uzaklaştı. Biri su alırken biri alamamış oldu. Bu deprem bölgesi için insanları birbirinden uzaklaştıran büyük çelişkilerden biri ve çok sık yaşanıyor. Dayanışma çalışması yaparken kullanılan yöntemler, bu çelişkileri açığa çıkarıyor. Kullandığımız yöntemlere paralel olarak insanlar bireycileşebiliyor ya da tersi bir yerden birbirinin ihtiyaç ve sorunlarına duyarlı hale gelebiliyor. Bizim yöntemimizin insanları kendi sorununun öznesi haline getirdiğini on metre mesafe ve yarım saat arayla yaşanan bu iki örnekle daha somut görmüş oldum.
Bazen içindeyken yaptıklarımızın etki gücünü göremeyebiliyoruz. Ama bir olayı kendimizden çıkarmayı, dışından bakmayı başarabildiğimizde yarattığı etkiyi daha objektif süzme olanağı açığa çıkıyor. Halk arasındaki çelişkinin ya da halkla bizim aramızdaki çelişkinin nasıl çözüleceğini öğreten daha iyi bir okul olmamıştı.
Yıkıntılar arasında 8 Mart’a yürümek
Başka bir çelişkide gülmek ve ağlamak arasında yaşanıyordu. Bunu en fazla kadın ve çocuklarla kurduğumuz bağlarda hissediyorduk. Depremin ve sonuçlarının kadın ve çocuklar üzerinde daha başka etkiler yarattığını ezberden söyleriz. Ama yaşamı birlikte inşa ederken onların acılarına ve kahkahalarına aynı anda eşlik etmek başka bir sorumluluk ve duygu yüklüyor. 8 Mart yaklaşırken en fazla düşündüren şey buydu. Acı ve kahkaha iç içe geçerken buna gerçekten eşlik etmeyi başarabilir miyiz, baskılanan acı ve öfkenin dışa vurumunun sorumluluğunu yüklenebilir miyiz? Bütün çelişkilerle birlikte yola koyulduk, çünkü çelişkilerin yaşamın içinde çözüldüğünü öğrenmiştik. Toplandık, buluştuk, konuştuk, bazen birbirimizi dinledik bazen dinlemedik. Ancak ekmek yapmak, yemek yapmak, dağıtım yapmak vb. dışında bir gece soba başı sohbetlerinin birini kendimize ayırdık. Aynı çemberde buluşmanın, birbirinin gözünün içine bakmanın, hissettiklerini, kaygılarını dinlemenin herkesi eşitlediğini gördük.
“Siz bizim için moral ve motivasyon kaynağısınız” cümlesini o gece o kadar çok duyduk ki hem kendi varlığımızı hem de kadınlarla günlük rutinde yaşadığımız çelişkileri daha iyi çözümledik. Bizimle nasıl ilişki kurduklarını “kadınca haller”i açığa çıkaran durumların dışında ilişkilenmeyi güçlendirerek görmüş olduk.
Yıkıntılar arasında 8 Mart’a yürürken en ağır olan ise bir zamanlar sığındığın şehrin yerle bir olduğunu görmekti. Çocukluğunda adımladığın, güvende hissettiğin sokakları tanıyamamak, güvende hissettiren insanları bulamamak. Bütün bunlar oradan ayrılamamayı getiriyor. Edindiğin çocuk arkadaşlardan kopmak çok zor. Ama yine onların yarattığı umutla tekrar gelmek için kucaklaşıyorsun.