Cengiz yoldaşın kaleminden Huriye Çıtak ve tüm kadın şehitlerimiz anısına…
Proletaryanın bir sınıf olarak tarih sahnesine çıkması ve sınıf bilinci ile ayaklarının üzerine doğrulması ile birlikte sömürücü sınıflara karşı verilen mücadele de başlamış oldu. Bu mücadelede proletaryanın en güçlü silahı kuşku yok ki komünist partisi ve onun önderliğindeki emekçi yığınlardır.
Enternasyonal proletaryanın Türkiye kolunda ise tarih 1972 Nisan’ında yazılmaya başlandı. Dönem açısından birçok ilki içinde barındıran bu eşsiz tarih yazımı, dünyayı temellerinden sarsmanın fitilini ateşlemiş oluyordu. Bu uzun tarih boyunca, kadınlar da proletarya partisi saflarında yerlerini almakta tereddüt etmediler. Meral’den Huriye’ye, Suzan’dan Mehtap’a, Sefagül’den Çiğdem’e onlarca yoldaşımız bir yandan kadına biçilen kara yazgıyı ters yüz etmenin örneklerini sergilerken diğer yandan da kendini değiştirmenin sembolü, dünyayı değiştirmenin öznesi oldular. Ve, malum kadınlar için ne kendini değiştirmek ne de en yakınımızı-yanımızdakini ve dünyayı değiştirmek hiç de kolay değil. Çünkü devrimci kadınlar bir yandan sömürücü egemen sisteme karşı savaşırken bir yandan da hayatın her alanına sinmiş olan erkek egemenliğine karşı bulundukları her noktadan savaşmak zorundalar. Örgütlü kadınlar açısından bu, bulunulan nokta örgütün ta kendisidir. Yani örgütlü kadınlar, bir yandan erkek egemen sisteme karşı yaşama-var olma mücadelesi verirken bir yandan örgütlerinde de benzer bir savaşım vermek zorundadır. Bu işin bir yanı… Ancak işin diğer yanında da örgütlü erkek yoldaşlar var. Aşağıdaki yazı 21 Ekim 2015 tarihinde Dersim’de şehit düşen Cengiz İçli yoldaşın erkekliği ile hesaplaşmasını içermekte ve örnek teşkil etmektedir.
***
Toplumsal cinsiyet konusuyla örgütümüzün tanışmasının üzerinden önemli bir zaman geçmiş bulunuyor ancak bizlerin bu konudaki gelişimi oldukça zayıf ve yetersizdir. Toplumsal cinsiyet dediğimizde biyolojik cinsiyetten farklı olarak ataerkil sistemin kadına ve erkeğe biçtikleri roller aklımıza gelir. Yaşam bu roller ekseninde devam eder ve bu roller, erkek egemenliğinin her seferinde daha güçlü perçinlenmesiyle devam eder.
Geçmişte meseleyi ele alışımız kadın sorunu eksenindeydi. Bu anlamda sorun oldukça dar bir şekilde sadece kadınların ezilmeleriyle ele alınıyordu. Kadınların sınıfsal, ulusal çelişkilerinin yanında cins olarak da sömürülmeleri ekseninde bir yaklaşım gösteriyorduk ancak meselenin bütün halk kesimlerini etkileyen boyutlarıyla ele almıyorduk. Sanki biz devrimci erkekler olarak ataerkil sistemin kazandırdığı özellikler devrimciliğimizi kirletmiyormuş, silikleştirmiyormuş gibi kendiliğinden bir şekilde ele alıyorduk. Bu da bu sorunu sadece kadınların sorunu olarak görmemize, sorun karşısında edilgen ve duyarsız kalmamıza yol açıyordu. Ancak toplumsal cinsiyet dediğimizde bize biçilen rollere uygun yaşamayı anlıyorsak, ne kadar devrimci olursak olalım erkekler tarafı olarak bu rollerden azade değiliz. Dahası can bedeli mücadele yürüttüğümüz sistemle olan bağımızı da göstermektedir bu durum. Yani bir yandan bu sistemi yok etmek için canla başla mücadele ediyoruz; öte taraftan da sistem tarafından bize çizilen roller en fazla esasa denk düşmeyen biçimde törpülenerek ve yeni bir formda üretilerek inceltilmiş bir biçimde yaşam bulmasına olanak sunuyoruz. Her geçen zaman zarfında bu çok daha fazla anlaşılır olmaktadır bizim için.
Kadın örgütlülüğümüzün çabaları sonucu her ne kadar yine oldukça yetersiz bir konumda da olsak her meselenin kadın yüzünün olduğu konusunda bir ortaklık sağlanmış durumdadır. Ancak bu her sorundaki kadın yüzünün biz erkekler tarafından kavranışı bir hayli yetersizdir. Ataerkil bir sistemden ve onun özelliklerinden bahsediyorsak, devrimci erkekler olarak bizler de kendi amaçlarımıza uymayan bir dizi sisteme ait özelliklerin kendimizde oluştuğundan bahsediyoruz demektir. Bu anlamıyla erkekler olarak da bu sistem tarafından kadınlar kadar olmasa da ezildiğimizi ya da devrimciliğimizin kirletilmişliğini fark etmeliyiz. Bunun için her sorunun kadın yüzü vardır anlayışının bizim cephemizden her meselenin erkek yüzü vardır noktasına ulaşması gerekir ve bu erkek yüzle hesaplaşmazsak, kendimizdeki erkek egemenliğine yönelmezsek hedeflerimize ulaşamamış oluruz. Şunu çok net bir şekilde vurgulamalıyız ki kendimizdeki erkekliği öldürmeden ve yeniden yaratmadan devrimciliğimiz sürekli sakat kalacaktır. Kendi içerisinde de düşmanımızla ortaklığı koruduğu oranda o saflara riayet etmek de sanıldığı kadar bizlere uzak da değildir. Partimizin tarihi bunun sayısız örnekleriyle de doludur.
Ataerkil sistem kadına yaşam hakkı tanımazken, onu en fazla hizmet etmekle yükümlü kılmıştır. Erkeğin kölesi ya da hizmetçisidir. Toplumdaki yaşamdan bütünüyle çıkartılarak dünyasının evle sınırlanmasına yol açmıştır. Peki bu durumda sistemin biz erkeklere biçtiği rol nedir?
Ataerkil sistemin halk saflarındaki erkeklere biçtiği rol tam da uşaklık rolüdür. Uşak bilindiği gibi malikanenin her türlü işini yapar. Öyle ki uşak çoğu zaman çıkarını efendisinin çıkarına sımsıkı sarılmakta bulur. Uşaklık en nihayetinde kendisine olan saygısını yitirerek, tüm çabasını efendisinin çıkarlarını korumaya adamıştır. Doğal olarak uşak diğer hizmetçiler tarafından da sevilmez. Aynı zamanda kraldan çok kralcı olduğu için başkalarının gözünde beş para etmez bir kişiliktir. Bu sistem içerisinde erkeğin özellikleri de budur. Uşağa efendisi tarafından sınıflı bir iktidar alanı verilmiştir ve bu uşak, diğer hizmetliler üzerinde bu iktidar alanı sanki kendisinmiş gibi dilediğince kullanır: tabii ki sınırları efendisi tarafından çizilmiştir.
Başka bir benzetme de daha güncel bir örnek olarak sistemin bize verdiği rol ustabaşılıktır. Bilindiği gibi ustabaşının en önemli görevi fabrikada düzeni sağlamaktır. Patronla işçiler arasında patronun lehine köprü olmaktır. Fabrikadaki ustabaşılar patronun çıkarını en güçlü şekilde savunanlar arasından seçilir. Doğal olarak diğer işçilerin sömürüsünden pay da verilir. Daha doğrusu statü olarak onların görece üstüne çıkarılır. Ancak biraz bilinçlenen bir işçi açısından onun değeri beş para etmez. Onun değeri ancak bilinçlenmeyen bir işçinin gözünde vardır. Çünkü aynı işçi, patronunu da kendisini sömüren olarak görmez, aksine kendisine ekmek veren olarak görür.
Bu sistemde erkekler olarak konumumuz bu örnekteki uşak ve ustabaşı gibidir. Bize verilen iktidar alanlarını kendimizinmiş gibi kullanırız ve kadın üzerinde her türlü hakkı kendimizde görürüz. Bu anlamıyla bizim kişiliğimiz ideolojik olarak pek saygı duyulacak özellikler barındırmaz. Aksine bu sisteme tabi olduğumuz oranda iktidar alanlarımız vardır. Bu durum bizim bilinçlerimizi de etkilemiştir. Sistemin bu en köklü kurumuyla hesaplaşmadan devrimcilik yapmaya çalışıyoruz ancak sınıflı toplumların ürettiği erkek egemenliği ve ataerki hiçbir şekilde sistemin ortadan kaldırılmasıyla yok olmaz. Aynen burjuvazi gibidir. Nasıl ki burjuvazi devrilmesine rağmen, nesnel zemin burjuvaziyi tekrardan üretip, sosyalizmden geriye dönüşlere yol açtıysa, sistemin devrilmesi erkek egemenliğini tek başına ortadan kaldırmaz. Aksine bunu yeniden yeniden üretme zeminine de sahiptir.
Ataerkiyle güçlü bir şekilde hesaplaşmadan biz erkeklerin devrimciliği yetersizdir, eksiktir, kirlidir. Öncelikle bunun kabul edilmesi gerekir ki sorunları aşmaya çalışalım. Ancak bizler bize verilen sus payına büyük bir nimetmişçesine sıkı sıkıya sarılıyoruz. Bunun doğal sonucu göğün yarısı olan kadın kitleleriyle aynı temelde eşitlenerek, aynı temelde mücadele yürütmenin de önüne geçmiş bulunuyoruz.
Her kavramın bir burjuva-feodal bir de devrimci-proleter anlamı vardır. İhanet gibi, intihar gibi… Halkın mücadelesine sırt çeviren türden ihanet vardır, bu tür bir ihanet her türlü lanetlenmeyi hak ediyordur. Ancak bir de sistemle olan bağlarımıza ihanet vardır ki her türlü devrimcileşmeyi doğuracağı için en önemli görev olarak önümüzde durmaktadır. Bir devrimci erkekler, devrimciliğimizin en doğal gereği olarak erkekliğimize ihanet etmedikçe sistemle olan bağımızı da içten içe koruyoruz demektir.
Günümüzde kapitalist-emperyalist sistemin gelişme düzeyi, halk kitlelerinde rızayı üretebilecek bir dizi ideolojik aracı da beraberinde getirmiştir. Bunun için geçmiş dönemlerin devrimcileriyle kıyaslandığında bizim işimiz oldukça zorludur. Ancak bu hiç de bu sistemin baki olduğu, yıkılmayacağı anlamına gelmez. Bu sistemin yıkılması için en başta ideolojik olarak oldukça güçlenmemiz gerekiyor.
Kimlerin devrimci olma potansiyelleri daha güçlüdür? Sistemle en fazla çelişki yaşayan kesimlerin… Bu anlamda biz erkeklerin kadınlara göre sistemle yaşadığımız çelişki daha zayıftır. Bu durum, aslında bizlerin devrimcileşme potansiyelinin kadınlara göre daha zayıf olduğunu gösterir. Bunun için de erkeklerin devrimcileşmesi için daha özel bir yoğunlaşmaya, kendimizdeki zaafların üzerine daha güçlü bir şekilde gitmeye, ideolojik donanımımızı güçlendirmeye, bu donanımı pratikleştirmeye ihtiyaç vardır.
Devrimcileşmek en başta nitelik gerektiriyor. Bizdeki erkeklik bizim devrimciliğimizin niteliğini doğal olarak düşürüyor. Kendimize yoğunlaşmak, kadınlardan ve kadın örgütlülüğümüzden gelen eleştiriler karşısında güçlü adımlar atmak, erkekliğimizi öldürecek her türlü adımı atmak için yoğun bir çaba içerisine girmek… Bizlerin bu konudaki görevlerimizin başında geliyor.
Hiçbir şekilde eğip bükmeden, sorunu kadın yoldaşlar üzerinden tartışmadan kendi gerçekliğimizi masaya yatırmak, erkekliğin yarattığı toplumsal ve örgütsel sorunlarla yüzleşmek bir devrimcileşme atılımı yapmamız için olmazsa olmazlarımızdandır. Bu konudaki her gerici tutum bizi sisteme bağlayan bir bağdır.
Geçmiş dönem açısından bu konuda mazeretimiz olabilirdi! Ne de olsa partimiz ve kadın örgütlülüğümüz bu konuda güçlü değildi. Bu anlamda kendimizi bu yönlü sorgulamamak sistemle doğal bir bağ kursa da yine de kendi içinde devrimcileşmemizi olumsuz/negatif etkisi günümüze göre daha az oluyordu. Her ne kadar örgütümüz yolun başında olsa da artık soruna daha farklı bakmaya başladığımız yerde kendimizi sorgulamamanın getireceği sorunlar, çelişkiler bizleri düşmanın safına atmakla güçlü bir şekilde sonuçlanabilir. Neden böyle söylüyoruz? Çünkü egemenlik alanlarımız daralıyor, dahası ortadan kaldırmak için bir mücadele yürütmeye başlıyoruz. Ya kendimizle hesaplaşacağız ya da bu alanımızın daralmasına itiraz ederek, alanımızın geniş olduğu yerlere kaçacağız. İşte, alanımızın geniş olduğu yer de sistemin kendisidir. Onunla uzlaşmaktır. Bu da bizim için bir ölümdür. Böyle ölmektense erkekliğimize ihanet etmek devrimciliğimizin en doğal gereği olmalıdır.